Hayatta Olmanın Anlamı
Spiritüel anlamda, hayatı yaşamak beden içinde doğmak, yani enkarne olmak demektir. Doğmak için neden bu kadar çok varlık büyük bir yarış halindedir?
Dünya nüfusu büyük bir hızla gittikçe çoğalıyor. 21. yüzyılın başlarında muhtemelen yedi milyarı geçecektir. Sonsuz imkanlar içinde sonsuz seçme özgürlüğüne sahip sonsuz sayıdaki varlık elbette, kendilerine sunulan imkanlardan yararlanmak için enkarne olmayı tercih edebilir. Bu tercih onların en doğal haklarıdır.
Her enkarnasyon, yani maddeyle olan her temas, varlığın madde üzerindeki hakimiyetini ve gücünü artırır. Bu durum varlığın maddeyi çeşitli istikametlerde yöneltmesine sebep olur. Zaten maddenin de istediği budur. Kendisinden daha güçlü, çok daha şuurlu bir varlık tarafından yöneltilmeyi, kendi gelişimi için çeşitli tesirler altında kalmayı yeğ tutar.
Bu yüzden maddenin, binbir türlü maske altında çok işvebaz bir dil kullanarak, bedenlenmiş olan varlığı kendi bünyesinde tutmaya çalışmasından daha doğal bir şey yoktur. Yani baştan aşağı bir cazibe dünyası. Her varlık o cazibenin etkisi altında kalmak zorundadır ve kalıyor. O programın dışına çıkmak mümkün değildir.
BEDENSEL İHTİYAÇLARIN ARDINDAKİLER
Maddenin bize verdiği beden olmaksızın maddeyle birlikte yaşamanın imkanı yoktur. Bu bedenin ihtiyaçlarının sağlanması için de tam anlamıyla bir cazibe programını yaşamak gerekiyor. Bedeni ayakta tutabilmek için yapamayacağımız şey yoktur. Her türlü imkanı kullanarak sağ kalmaya çabalıyoruz. Her anımız, maddenin bedenimiz üzerinde oluşturduğu çekim alanı içinde geçiyor.
Beden ile ilişkili bu tip büyük ihtiyaçların kasti olarak durdurulmasının, eylem dışında bırakılmasının, arkasında yatan sebep de varlık iradesinin eşyaya olan hakimiyetini kanıtlamak ve sınamaktır. İslamdaki orucun en büyük özelliği budur. Yogileri, kendi bedenleri üzerindeki her türlü acıyı nötr duruma getiren ibadet şekilleri vardır. Kendilerine eziyet ederler. Mesela, göğüslerinden, karınlarından ya da sırtlarından kendilerini çengellerle asarlar. Bazı madeni çubukları bedenlerine sokup günlerce o acıyla birlikte yaşamlarını sürdürürler. Bunların hiç biri gösteri değildir. Temelde yatan husus, fizik hayat programının dışına çıkarak uygulamalar yapmaktır.
Oruçta da bu tür amaç taşınır. Maddenin üzerimizdeki hakimiyetini sınamak içindir. Eğer böyle bir şeye ihtiyaç duyulmuyorsa, zaten bu aşama geçilmiştir. O aşamanın vereceği bilgi elde edilmiştir ve o irade kazanılmıştır. Maddeden gelen çekime karşı direnç göstermemiz daha kolaylaşmıştır ve bunu başka yerlerde de göstermek mümkündür.
RUH VE MADDENİN ORTAK GELİŞİMİ
Temelde ruhun madde üzerinde hakimiyet kazanması hayatı yaşamaya değer kılan en önemli unsurlarından biri olmaktadır. Sırf bunu öğrenmek, ebedi bir hayat içinde ruh ve maddenin ebedi kardeşliği ve beraberliği için gerekli olan en büyük anahtardır. Maddenin bizden, bizim de maddeden bir şey talep etmemiz sırasında hem maddenin hem de bizim gelişmemiz gerçekleşiyor. Ruh varlığı, maddenin ondan istediği tesir ve imkanları en uygun şekilde üretip en gerekli zaman ve mekan içine nakletmekle maddenin gelişim hızına yardım etmiş oluyor. Ancak maddenin bu ısrarcı istekleri karşısında, ruh varlığını sürekli bir şekilde uyanık tutması, sınamalar içine alarak onlardan yararlandıracak olan ıstıraplı anları ona yaşatması da gerçekleşir. Bunlar ise ruh varlığının yararına olan şeylerdir. O da bu şekilde büyük tecrübeler elde ediyor. Ruh ve madde birbirlerini karşılıklı olarak sürekli geliştiren iki büyük varlık sistemidir.
Bu karşılıklı gelişim nerelere kadar gider? Eğer varlıklar maddenin bu derecede gelişmesine hizmet edebilecek kadar yoğun bir psişik enerjiyle onu doldurabiliyorsa, fizik dünyadan yeniden kendi spatyomuna, kendi ana dünyasına döndüğü anda eskisinden çok daha süptil bir mekanı bulacaktır. Yani kendi kendilerine gelecekteki dünyalarını burada daha düzgün bir şekilde hazırlamaktadırlar.
Maddeye verdiğimiz taviz, maddenin bizim üzerimizdeki hakimiyeti, ona verdiğimiz imkanlar maddenin giderek daha süptilleşmesine neden olur. Kabalıktan kurtulur. Spatyom dediğimiz mekan zaten, giderek incelmiş, zekice davranışlar gösterebilecek şekilde organize olabilen maddeden ibarettir. Orası da maddedir. Spatyom dediğimiz zaman madde dışı olan bir şeyi düşünmemeliyiz.
MANTAL KİRLİLİK DÜNYAYA YANSIYOR
Dünyaya ait bu süptil maddeyi çevre kirliliğinden giderek temizlememiz mümkündür. Çevre kirliliğinin kendiliğinden ortaya çıktığını sanmayalım. Teknolojimizin, tembelliğimizin ya da sanayimizin sonucunda meydana gelmiş bir şey değildir çevremizdeki kirlilik.
Çevre kirliliği önce mantal kirlilikten başlar. Dünya ile spatyom arasındaki tampon bölgelerde; yeryüzünde yaşamakta olan varlıkların kötü geri seviyeli ya da enerjisi düşük, negatif imajinasyoları yoluyla meydana getirmiş oldukları bir yığın imajinatif kirlilik bulunmaktadır. Bu düşünsel kirlilik bir ayna gibi yeryüzünde kendine uygun yerler bulur. Onları harekete geçirir, nitekim geçirmiştir de.
Bugün gördüğümüz kirliliğin asıl sebebi yine biz insanların kendi imajinasyonumuzdan, kendi düşüncelerimizden meydana gelmiş olaylardır. Bir pet şişesinin ortaya atılmasından çevre kirlenmez. O olay, işin son kısmıdır. Artık fiziksel bir görünüme dönüşebildiğini orada görmekteyiz. Bize o pet şişesini oraya attıran, çöplükleri yığdıran, petrol artıklarını döktüren, fabrikalardaki zararlı atıkları nehirlere boşalttıran mantalite nedir? O hangi hırstır? Neye büründürülerek, hangi şeylerle süslenerek verilmiştir?
Bunların hepsi insanların zihnindeki temel kirlilikten doğuyor. Bu temel kirliliği kaldırmadığımız sürece, ne kendi varlığımızda ne çevremizde ne toplumumuzda ne kurumlarımızda ne de vatan denilen yerlerde bir huzura ulaşabiliriz.
Bugün ülkemizin en büyük sorunu budur. Her şeyden önce bu ülkenin insanları olarak kendi zihnimizdeki kirliliği ortadan kaldırmamız lazımdır. Sevgisizliği, nefreti, senlik benlik davasını, saygısızlığı yok etmek zorundayız. Metapsişik açıklamaların getirdiği yollarla zihnin nasıl kontrol altına alınacağını, pozitif enerjinin kesiksiz bir şekilde nasıl yayınlanabileceğini öğrenmek durumundayız. Ama önce insanlarda bir değişim yaşanmalıdır.
Pozitif yayını sürekli hale getirebilirsek, bütün sorunlar, bir buzun güneş altında kalması gibi erir gider. Öyle görünüyor ki, sevgisizliğin ve anlayışsızlığın getirdiği sorunlarla daha uzun bir zaman uğraşmak zorunda kalacağız. Herhangi bir yerde zanlı aramayalım. Ne oluyorsa hep bizden olmaktadır. Her şeyi bizler kendimiz yaratmışızdır.
SORULARIMIZIN CEVAPLARI ANINDA GELMEZ
Hepimiz belli bir vazife için bu dünyadayız. Ne yaptığımızı sormak genellikle gereksizdir, çünkü zaten onu yapmaktayızdır. Eğer her sorduğumuza cevap almaya kalkarsak bir şey elde etmek mümkün değildir. "Cevap aldıkça yürürüm." diyebiliriz, ama öyle zaman ve mekan meseleleri vardır ki orada sorumuzun cevabı daha oluşmamıştır. O cevap çok daha ileridedir. 25 yaşında bir soru sorabiliriz ama cevap için bizim 35 yıllık bir olgunluk döneminden geçmiş olmamız gerekmektedir. 35 yaşına gelmeden, o cevabı almayabiliriz. Çünkü o cevap, birçok birikimden sonra elde edeceğimiz bir cevaptır. İşte ancak o zaman, "Anladım" diyebiliriz. 35 yaşına gelen bir insana, hayat öyle olaylar yaşatır ki aradığı şeyler yerine oturmaya başlar. Elinde hazır şeyler vardır artık ve soru sormaya gerek duymaz. Kendisine en ufak bir bilgi verildiği zaman, tam yerine oturur. Kendi kendisine hem soruyu sorar, hem de cevabını verir. İşte olgunluk budur.
Bu yüzden her sorumuzun cevabını alamayız hayattan. Belli bir zaman mekan kesiti içinde, verilecek cevabı hemen kavrayabilmemize bağlıdır. Beklememiz gerekecektir. Cevaplar için sabredip beklemeyi bilmek gerek. Tabii çok iyi bir gözlemci olarak. Belki o cevap her gün gözümüzün önünden geçip gidiyordur. Pencereyi açıp baksak onun cevabını görebileceğiz. Ama pencereyi açıp bakmak hatırımıza gelmez. O cevabın sokaktan geçeceğini tahmin etmeyiz. Çünkü cevabı hep başka yerlerden, başka kişilerden bekleriz. Halbuki o cevap bizim kendi özel gelişimimizle ilgilidir ve bu nedenle herhangi bir yerde yazılı olmayabilir. Özel mesajları almayı bilmek lazım. Fırsatları kaçırmadan...
Hiç kimse yalnız değil şu hayatta. Samimiyetle istediğiniz cevaplar gelecektir. Ama hayatın cevabı, "Evet, hayır" gibi kısa ve net değildir. Karmaşıktır ve birçok şeyi kapsayarak gelir. Tek anlamlı, tek yönlü değildir. Küresel bir tarzda gelir. Birçok sorumuzun cevabı onun içinde gizlenmiş bir haldedir. Bu yüzden ucu tam bulmak zorundayız ki, onun arkasından diğer cevaplar gelebilsin. Çoğu kez bu yapılamadığı için o cevaplar bizim açımızdan heba olur gider. Ama bize faydası olmasa bile başkalarının sorularına cevaplar yaratabilir.
VAZİFE YAPMAK EN BÜYÜK MUTLULUKTUR
Bütün bunlara rağmen hayatı yaşamaya değer kılan nedir? Yaşamaya gelen, yani canlı pozisyonundaki ruh varlığının kendi vazife planını yerine getirme sevincidir, azmidir. Planı tarafından kendisine verilen vazifeyi planıyla birlikte yerine getirme azmi hayatı değerli kılmaktadır. O vazifeyi yapmak en değerli iştir.
Ruh varlığı için evrende en değerli hedef, bir evren varlığı olarak kendisine verilmiş olan vazifeyi hakkıyla yerine getirmek isteği ve iradesidir. Onu Tanrısına benzeten iş budur.
Hayatı yaşamaya değer kılan mesele, her varlığın vazifesini yerine getirmesi arzusudur. Varlıklar kendi planlarına hizmet etmektedir. Bunu başarmak zorunluluğunu kavradığı zaman anlayacaktır ki, onu mutlu kılan şey, onu ölümsüzlüğe hazırlayan bu vazifesidir. Hangi vazife olursa olsun hiç önemli değil. Yeter ki bize verilmiş olanı yerine getirebilelim.
Bu alanda bize en büyük rehberliği vicdanımız gösterir. O istikamete bizi yönlendirecek olan şey bizim gerçek benliğimiz, yani vicdanımızdır. Onun sesini çok iyi dinlemeliyiz. Onu saf bir şekilde tutmaya çalışmalıyız. Gerçek saflık budur. Vicdan, daha büyük bir gücün, içimize konmuş olan bir vasıtası gibidir. Özel bir verici, bir sinyal mekanizması gibi.