RockLife Rock Metal Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:23 am

Bitmek Bilmeyen Sorular
Gerçeği arayanlar için... (sürçü lisan etmişsek affola)

Giriş ve Sunuş

En içten sevgi ve esenlik dileklerimle,

İnsan çevresinden bağımsız bir varlık değildir; o, algılayabildiği bütün nesnelerin içyüzünü öğrenmek ister, bu durum onun sürekli bir gelişim içerisinde olmasını sağlar, ayrıca bu, insanın kendi varlığının anlamını kavramasına yol açan çok önemli bir etkendir... Evet, insan kendi varlığının farkında olduğu gibi, aynı zamanda kendi kendini varetmediğinin de farkındadır... Çevresindeki güzelliklerin, büyüleyici dengelerin, parıltılı yıldızların etkisinden kurtulabilmesi olanaksızdır...

Bu noktada daha bebeklik çağından kendini hissettiren “nedensellik” duygusunu kullanarak başta kendi varlığı olmak üzere genel olarak bütün varlığın anlamını kavramaya çalışacaktır, bu sorunu çözemezse huzursuz olacaktır... İşte, bu çalışma da, insanoğluna bu çabasında yardımcı olabilmek, en azından bu konuya ilgi çekerek etkili adımların atılmasını sağlayabilmek amacıyla yazılmıştır...

Açık bir gerçektir ki, evrende hiçbir varlık boş yere yaratılmış değildir, her birinin değişik görevleri vardır... Yine hiçbir varlık kendisi için var değildir; örneğin bir kedi, kedi olsun diye değil, doğanın dengesindeki görevini yerine getirmek gibi çok değişik hikmetler nedeniyle vardır... Benzer biçimde insan da boşuna yaratılmış değildir, onun da yaratılış hikmetleri vardır; insan kendisi için değil, Allah’a kulluk etmek (O'nun verdiklerini O'nun yolunda kullanmak ve yücelmek, en azından O'na karşı kullanmamak; yani şükür) için yaratılmıştır ve bu konumunun bilincinde olarak davranışlarını yönlendirmesi gerekmektedir...

Yalnızca yiyip-içip uyuyan, çiftleşen, düşünmeyen, düşünmekten kaçan bir insanı, hayvanlardan daha üstün/farklı yapan nedir? Hatta böyle bir insan görevini yapmadığı için kendini çok daha aşağı durumlara düşürebilmektedir... Evet, insanın yaşamak için yemek, yemek için yaşamaktan öte, uçsuz bucaksız istekleri ve sonsuzluk arzusu vardır... Bütün bunların bir çözüme kavuşturulması gerekmektedir; bunun yolu da ona istediğinin, aradığının verilmesidir, kuşkusuz burada dinlerin etkisi inkar edilemez, insan inanmak durumunda olduğundan kendi benliğinden kaçamaz (aslında inançsızlık da bir inanç ve dinsizlik de bir dindir)... Onun hayatından daha anlamlı bir amacı yoksa hayatının da bir anlamı yoktur, çünkü evrendeki tek canlı kendisi değildir... Bu durumda nedir insanı farklı kılacak olan?..

Evet, gerçek sorun “neden” (niçin) varolduğumuzdur; bu konu nasıl varolduğumuzdan çok daha önemlidir, çünkü varlık nedenimiz bilinmeden nasıl varolduğumuzun hiçbir önemi yoktur... Bir gözün bile boşuna kırpılmadığı şu evrende, evrenin gözbebeği olan insanın boşuna yaratıldığı düşünülemez... İnsan, bilincinin gereğini yerine getirmek için vardır; bakmak, görmek ve şükretmek, kısacası kendine verilenleri yerli yerince kullanmak... Peki bunu nasıl yapacaktır?..

Tarihi geçmiş insanlığın dinsiz yapamadığını göstermiştir; şöyle ya da böyle her toplum belli bir dine sahip olmuştur... Peki din nedir? Neden vardır? Vahiy-Elçi-Kitap kavramlarının anlamı nedir? Varlıkları gerekli midir? Dine getirilen eleştiriler ve bunların içeriği nedir? Dindışı yaklaşımlar bir değer taşır mı?..

İşte bu çalışmanın amacı, bu tür sorulara bir yanıt verebilmektir... Evet, bu çalışma arayış içindeki herkese yol göstermek ve kendi alanında bir başvuru kaynağı oluşturmak amacıyla yazılmıştır... Yararlı olacağı, en azından bu konuya ilgi çekebileceği ümidiyle, son olarak şunu da belirtmeliyim ki; her yanlış benim, her doğru İslam’ındır... “Hatasız kul olmaz” derler, eğer gözden kaçmış bir yanlışım olmuşsa hoş görülmesini diliyorum...

Birey / İnsan

Yaratılmış bir üstün varlık, küçük evren ya da evrenin özeti! Düşünen, konuşan, araştıran, inanan, sonsuzluğu arayan, özünde kötülüğe karşı olan... En çok düşündüğü konular; “Nereden geldim, nereye gidiyorum ve neden varım? Yaşamın anlamı ne? Yaşamın kendisi nedir? Bu düzen nasıl oluştu? Niçin var? Kim yaptı?..”

Evet, insan hep bu sorularına bir yanıt aradı, gerçek yanıtı ise dinlerin dışında bulamadı... Felsefe insana yetmiyor, yanıt veremiyor... Din de gerçek din değilse insana uzak... (evet din; karşıtını da içerebilecek denli kapsamı geniş bir kavram)

İnsan yalnız bir et ve kemik yığını değil, onun özü çok daha sınırsız, sonsuzluğun ve mutluluğun peşinde... Duygular kaynağı... Peki bu sonsuzluk özlemi, bu duygular, bu yapı nereden geliyor? Bu et ve kemiğe bu sonsuzluğu sığdıran kim? Doğa mı? İnsanın kendisi mi? Yoksa bambaşka bir varlık mı?..

Yeri gelmişken; insanın da bir parçası olduğu doğa (tabiat) nedir? Doğa, diğer adıyla evren, bildiğimiz 4 boyutlu (en, boy, derinlik, zaman) ortamın bütünü; dağlar, taşlar, ağaçlar, denizler, karalar, hayvanlar, gezegenler, bitkiler, yıldızlar... Doğanın ve maddenin yapıtaşını ise atomlar oluşturuyor... Peki, atom nedir?

Maddenin Yapıtaşı

Atom, maddenin (elementlerin) bütün özelliklerini yansıtabilen en küçük birimi, yapıtaşıdır... Temel olarak, proton ve nötronların (artı yüklü ve yüksüz parçacıkların) oluşturduğu bir çekirdek ve bunun etrafında dönen elektronların (eksi yüklü parçacıkların) oluşturduğu bir bütündür... Elementlerin türüne göre sayısı değişen bu parçacıkların her biri gerek kendi çevrelerinde, gerekse çekirdek içinde ve dışında çok hızlı bir biçimde dönerek dairesel bir hareket sergilerler... Bu yapı aynı anda sayısız işi başarabilmektedir, çok büyük bir güç kaynağıdır, evrenin küçültülmüş bir modelidir...

Evet, atom çok yönlü bir varlıktır, nereye giderse gitsin oraya uyum sağlayabilir; kan olur akar, mide olur sindirim yapar, beyin olur düşünür, toprak olur savrulur, göz olur görür, kulak olur işitir, dil olur tadar... Nereye giderse gitsin hepsinde de görevini kusursuz olarak yerine getirir, düzenin bozulmasına da neden olmaz...

Oysa atom bilgiden yoksundur, varlıkları tanımaz... Nereye, niçin ve nasıl gittiğini bilemez... Peki onun bu durumu kendisiyle açıklanabilir mi? Bütün bunları kendi gücüyle mi yapıyor? Kuşkusuz hayır; tersini düşünebilmek akıl ve vicdan sahibi insanlar için olanaksızdır...

Evet, bir Yaratıcı kabul edilmezse atomun bu özellikleri neyle açıklanabilir? Yoksa kör, bilinçsiz, güçsüz rastlantılarla mı? Bakıp da görmesini bilen her insan için en küçük bir varlıktan en büyük bir varlığa kadar herşey yaratıcısına tanıklık etmektedir...

Düşünelim; varlıkların en küçük parçası olan atomlar nasıl bir araya gelerek bunca işi başarabiliyorlar? Bunu yapan kendileri mi, yoksa onları kurulu bir düzene bağımlı kılan birisi mi var? Evet, şu düzeni atomlara veya rastlantıya bağlayabilmek için onların sonsuz bir bilgi, güç, irade, zeka ve bilinç taşıdıklarını kabul etmemiz gerekir ki, bu da hiç kuşkusuz saçmalık olur...

Çok sanatlı ve düzgün yerle_miş tuğlalardan oluşmuş bir yapı düşünelim; açıktır ki ne bu yapı kendiliğinden oluşmuştur, ne de bu tuğlalar kendi başlarına bir araya gelmişlerdir, onları düzenli bir biçimde yerleştirip bu binayı oluşturan bir usta vardır... Evet, madde binasının tuğlaları da atomlardır ve atomlar kendiliklerinden maddeyi oluşturmuş değillerdir... Maddeyi oluşturmadıkları gibi, kendi kendilerini de oluşturmuş değillerdir; onlar belirli kanunlara bağlı olarak görevlerini yerine getiren elemanlardır...

Bilim çevrelerinde “çekim yasası, ısı yasası, üreme yasası” gibi sayısız yasa dilden dile dolaşır; ortada yasa varsa -ki var, hem de pek çok- bir de “yasa koyucu” olması gerekmektedir, işte o yasa koyucu da yüceler yücesi olan Allah’tır... Ve O’nun atoma verdiği eşsiz bir özellik, rastlantı görüşünü kökünden altüst ederek “Allah vardır” diye haykırmaktadır; şöyle ki, atom çekirdeğinde bulunan protonlar aynı yükü (+) taşırlar, bu nedenle “aynı kutuplar birbirini iter, farklı kutuplar birbirini çeker” ilkesine göre protonların birbirini itmesi gerekmektedir... Oysa bunun tam tersine protonlar sıkı sıkıya birbirine bağlıdır; dolayısı ile atoma bu özelliği veren birisi vardır, eğer bu durum rastlantıya bağlanırsa hiçbir biçimde açıklanamaz...

Yukarıdaki örneğe dönersek; tuğlaları bir arada tutan onların aralarına konan harçtır ve bu harç da kendiliğinden oluşmuş değildir... Atomu ve bileşenlerini ayakta tutan ise çekim kuvveti, zayıf kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve nükleer kuvvet adı verilen dört temel kuvvettir... Bu dört temel kuvvette de o Yüce Sanatkar’ın, o eşsiz sanatı açıkça kendini göstermektedir;

Bu kuvvetlerin en zayıfı çekim kuvveti, en güçlüsü ise nükleer kuvvettir; buna karşın çekim kuvvetinin etki alanı diğerlerinden çok daha geniştir ve varlıkları bir arada tutan da onun bu özelliğidir... Atomun çekirdeğini oluşturan parçacıkların bir arada tutunmasını sağlayan ise nükleer kuvvettir ve bu kuvvetin etki alanı çekirdekle sınırlandırılmıştır, çekirdeğin dış1na taşamaz; elektromanyetik kuvvetten daha güçlü olduğu için aynı yükü taşıyan protonların birbirlerini itip de ayrılmalarını önleyerek çekirdeği bir bütün olarak korur...

Her kuvvet kendisine verilen görevi yerine getirdikten sonra belli bir sınırda durmaktadır; bunlardan birinin yokluğu veya dengesizliği kainatın yapısını bütünüyle altüst ederdi, açıkçası kainat olamazdı... Varlıkların bir arada bulunabilmesi için elektromanyetik kuvvet, aynı elektromanyetik kuvveti taşıyan protonların birbirini itmemesi için nükleer kuvvet görevlendirilmiştir; ancak elektromanyetik kuvvetten çok daha güçlü olan nükleer kuvvetin etki alanı çekirdeğin dışına taşırılmamıştır...

Öte yandan çekim kuvvetinden çok daha güçlü olan elektromanyetik kuvvet artı ve eksi kutuplar halinde dengelenerek vazifesinin dışına taşması önlenmiş ve atom bileşenlerinin de bir arada tutunması sağlanmıştır... Görüleceği üzere evrenin yapıtaşını oluşturan bu en küçük varlıklarda bile rastlantıya rastlayabilme olanağımız yoktur; bu şaşmaz ve son derece hassas yapıyı atomun kendisine veya bileşenlerine verebilmek olanaksızdır...

Evet, bir masayı ayakta tutan çiviler kendiliklerinden çakılmış olamayacakları gibi, bir binayı ayakta tutan tuğlalar ve onların aralarına konulan harç da kendiliğinden yerleşmiş olamaz... Şu ince sanatı, bu eşsiz dengeyi yetkin bir Sanatkar olmadan düşünebilmek ne mümkün? Böyle bir Sanatkar’ın karşısında, nasıl saygıyla eğilinmez?..

Öte yandan protonların varlığından dolayı artı nitelik taşıyan çekirdek, eksi yüklü elektronları çekim alanında tutar ancak elektronların belli yörüngelerde çok hızlı bir biçimde dönmeleri yapışık olmalarını engeller; eğer böyle olmasaydı dünya ancak çok küçük bir ada kadar olabilirdi, gerçekten de atomun büyük bir bölümü boşluktan oluşmaktadır... Dahası, çok hızlı bir biçimde dönen elektronların ışık yayımlayarak bozunması ve yine çekirdeğin üzerine düşmeleri gerektiği halde hiç de böyle olmamaktadır; evet burada da elektronlara genel kurallardan farklı bir özellik verilerek dengesizlik önlenmiş ve eşsiz bir ölçü konulmuştur...

Allah’ın en küçük birimlere varıncaya dek koyduğu bu şaşmaz ölçüdür ki, bizleri ve evreni ayakta tutmaktadır... Evet, her varlıkta gözlenebilen bu ince ölçü, denge ve sanat o yüce Sanatkar’a tanıklık eder, elbette bakıp da görmesini bilene; yoksa görmek istemeyenlerden daha kör kim olabilir?..

Atomun başlangıcına değinmek gerekirse; atomdaki hareket kendiliğinden başlamış olamaz, demek ki atom kendi dışındaki ve kendinden önceki bir varlığa bağımlıdır, öyleyse atom ezeli olmayıp yaratılmıştır... Kuşkusuz yazıyı yazan yazı, masayı yapan masa olamaz; yine bir yazı yazarsız, bir kitap katipsiz, bir resim ressamsız, bir bina ustasız olamaz; atom da bir yaratıktır ve hiç kuşkusuz her yaratığın bir de Yaratıcısı vardır...

Eski düşünürlerin bir bölümü varlığı atomlara bağlamış ve onları tanrılaştırmışlardır; bu yanlış görüşü günümüzde de -bilerek veya bilmeyerek- savunanlar olmakla birlikte bu davranış ve anlayış atomun ne denli özellikler taşıdığını açıkça göstermektedir...

Gerçek olan ise atoma bu özellikleri veren bir Yaratıcının bulunduğudur... Evet, düzgün işleyen bir saatin özelliklerini saatin kendisine bağlamak yanlış olduğu gibi, atomun özellikleri de atoma bağlanamaz; hiç kuşkusuz her saati yapan bir saatçi vardır...

Bütün varlıklarda birlik ile çokluk içiçedir; örneğin atom ve onun bileşenleri gibi... Evet, evrende bir bütün, bir de parça kavramı vardır; parça olmadan bütün, bütün olmadan parça olmaz, dolayısı ile bu ikisini de bir yaratan vardır; manzara resmini çizenle o resimdeki ağacı çizen aynı kişi değil midir? Atom, bütünü oluşturan parçalardan birisidir; bütünü yaratan da, parçayı yaratan da Allah’tır ve hiç kuşkusuz ki, ya atomlar birer mühendistir ya da onları yapan bir mühendis vardır!..

“Öğrendiğimiz her yeni şey, bizi yeni baştan cehalete gömmektedir” diyor Feynmann; ne kadar doğru!.. Şu apaçık bir gerçektir ki, bilim adına Allah’ı inkar edebilmek mümkün değildir, tersine bilime dayanarak Allah’ın varlığını kanıtlamak her zaman için olasıdır...“Doğadaki herhangi bir sistemin modelinin yapılması ve işletilmesi ne kadar zeka gerektiriyorsa, bu sistemin aslını yapmak ve işletmek için ondan daha fazla zekaya ihtiyaç vardır” derler; sizce doğa zeki midir?..

Madde Ezeli midir?

Kuşkusuz yaratılmış bütün varlıklar gibi maddenin de bir başlangıcı vardır; bu gerçeği bize hem maddenin temel bileşenlerinin özellikleri, hem de yapılan araştırmalar açıkça bildirmektedir... Evrenin yaşının belirlenmesi ve yokluğa doğru gitmesi, bir başlangıç noktasının bulunduğunu açıkça göstermektedir...

Bilindiği üzere maddenin belirli özellikleri, nitelikleri vardır; bunlar yok olabilmektedirler; renk, koku, tat, boyut, durum gibi... Dolayısı ile madde de yok olabilir... Benzer biçimde maddeye dönüşebilen enerji de yok olabilir... Açıkçası; değişim içindeki ve yok olabilen varlıklar ezeli (başlangıçsız) olamazlar...

Konuyu biraz daha açalım; değişen bir varlıktaki değişimin gerçekleşebilmesi için bir dış etki gerekir, bunun sonucunda da bir tepki oluşur, bu duruma “olay” adı verilir... Maddenin değişimi de bir olaydır; dolayısı ile bir dış etkinin varlığını gerektirir... Örneğin bir odunun yanabilmesi için ısısının tutuşma sıcaklığına kadar yükselmesi gerekir; odun kendi kendine yanmayacağına göre onu yakan başka bir varlığın olduğu gerçeğiyle karşılaşırız... “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” derler; evet, duman varsa, onu oluşturan bir ateşin varlığı bilinir...

Bunun gibi, madde değişiyorsa, bu değişime neden olan etkiler bulunuyordur; bu etkileri peşpeşe sıralarsak bir ilk etkide karar kılmak durumundayız; eğer sonsuz öncelere bu işi götürebilseydik varlığın ortaya çıkması olanaksız olurdu... Evet, kendisi başlangıçsız, değişmeyen ve güçlü bir varlığın gerektiği ortadadır; O da hiç kuşkusuz ki Allah’tır...

Yukarıda ayrıca “yokolabilen varlıklar ezeli olamazlar” demiştim; “yokolmak” da bir “olay” olduğu için bu olaya neden olan başka bir etkinin varlığı açıktır; bu durumda yine etkilerle, sebeplerle, nedenlerle karşılaşıyoruz... Bunların sonsuz öncelere gidemeyeceği artık bilindiğine göre; demek ki, nitelikleri ve kendisi yokolabilen madde ezeli değildir, yaratılmıştır, dolayısı ile bir Yaratıcısı vardır...

Bu apaçık gerçekler karşısında maddeye tapanların, açıkçası materyalistlerin ne kadar acınacak bir durumda oldukları düşünülmelidir... Sonuç olarak şu yargıyı yeniden belirtmek istiyorum; madde ezeli, ebedi ve yaratıcı değildir, tersine yaratılmıştır, dolayısı ile yaratıcı bir varlığa tanıklık etmektedir... Görebilene ne mutlu!..

Yoktan varolmak, Vardan yokolmak

Birçok kişi “evrende vardan yok olmaz, yoktan da var olmaz” görüşüne inanmaktadır... Oysa bilimin ilerlemesi bize birçok görüş gibi bu görüşün de doğru olmadığını göstermiştir... Açıkçası; varlıklar yoktan var olabilecekleri gibi, vardan da yokolabilirler... Kuşkusuz bu olay bir dış etki sonucunda gerçekleşir...

Düşünelim; baharda açan çiçekler, onların o güzelim desenleri ve kokuları sonbaharda yok olmuyorlar mı? Peki sonbaharda yok olan bu güzellikler ilkbahar geldiğinde yeniden ortaya çıkmıyorlar mı?..

Bir odunun yanışını düşünelim; ağırlığı, biçimi, kokusu, rengi hep yok oluyor... Bunun karşılığında ısı, kül, duman gibi varlıklar ortaya çıkıyor... Burada bir değişimin olduğu savunulabilir ancak odunun “yok” olan özelliklerini geri getirmek mümkün değildir...

Bunun gibi, evren ve içindeki bütün varlıklar sürekli değişim içindedirler; demek ki, bazı özellikleri “yok” olurken, diğer bazı özellikleri “var” olmaktadır... Dolayısı ile bütün nesnelerde “varlık” ile “yokluk” içiçedir...

Uzağa bakmamıza da gerek yok, kendimize bir bakalım; cansız olarak nitelenen besinlerimiz nasıl bedenimizde canlanıyorlar? Nasıl ölüden diri yaratılıyor? Evet o besinin bir canı “yok”tu, bedenimizde bir hücreye dönüştü ve onda belli bir canlılık “var” oldu... Bedenimizde böylesine güzel ve sayıca çok örnekler varken “yoktan var olmaz” demek utanılacak bir durumdur... Tersini düşünürsek; yaşam dolu bir hücre öldüğünde onda “var” olan yaşam/canlılık “yok” olmaktadır...

Bu örneklerden de açıkça anlaşılacağı üzere bir dış etkinin varlığı durumunda, nesneler vardan yok, yoktan da var olabilir... Konunun bilimsel boyutuna özet olarak değinmek gerekirse; kuantum fiziği, varlığın, var-yok arası dalgalanmalardan oluştuğunu açıkça ortaya koymaktadır... Evet, bilim artık bize göstermiştir ki bütün varlık, var-yok arası dalgalanmalardan oluşmaktadır; açıkçası, yaratılış sürekli olarak yinelenmektedir...

Evren, Yüce Allah’ın denetimi, gözetimi ve koruması altındadır (Kayyum bir Yaratıcı), Tanrı evreni yaratıp da kendi köşesine çekilmiş değildir!.. Ünlü fizikçi Paul Davies’in dediği gibi; “zamanı yaratan bir Allah kavramı, O’nun kainatı her an elinde tutarak yarattığını göstermektedir”

Madde Üzerine

Madde, “uzayda yer kaplayan varlık” demek. “Var” olabilmesi bazı özellikleriyle mümkün. Koku, renk, tat, boyut, konum ve suret gibi. Bunlara, felsefe dilinde “araz” deniyor. Maddenin, arazlardan soyutlanmış özü ise, “cevher”

Arazların varlığı cevherlere bağlı. Mesela, kendi başına bir boyuttan ve suretten söz edilemiyor. Arazlar olmadan madde var olamıyor. Eni, boyu, derinliği, biçimi, konumu, tadı ve kokusu bulunmayan bir madde, yok demek.

Madde ezeli olabilir mi? Bu konuyu önce tarifler yaparak incelemeliyiz;

“Ezeli” ile “kadim” aynı manaya geliyor. Kadim, “varlığına yokluğun ilişemediği şey”; hadis ise, “sonradan olma” demek.

Maddeye “kadim” diyenler, onun, varlığından önce yokluğunu kabul etmeyenler.

Madde ancak arazlarla var olabilir, demiştik. Arazlar ise, devamlı değişir ve başkalaşır. Mesela, duran bir cisim hareket edebilir veya hareketli bir cisim durabilir. Hareket başlayınca “durgunluk”, cisim durduğu zaman da “hareket” yok olur. Var, yok olmakta, yok da var olmaktadır. Şu halde hareket ve durgunluk hadis, yani sonradan olmadır.

Aynı şekilde suretler de değişir. Tomurcuğun gül şeklini aldığını, yumurtanın kuş suretini giydiğini her zaman görebiliyoruz. Gül sureti gelince tomurcuk sureti yok olur. Yine, kuş biçimi, yumurta şeklini varlıktan siler.

Koku, tad ve boyut gibi ikinci dereceden arazların her zaman değiştiğini hep müşahede ediyoruz. Her değişme, mevcut arazların yok oluşu, yeni arazların var oluşu demek.

Bu tesbitler ışığında, hiç tereddüte düşmeden şu hükmü verebiliriz: Madde ezeli değildir. Çünkü, varlığı arazlara bağlıdır. Arazlar hadis ise, ki öyle olduğu belli, madde de hadistir, yani sonradan olmadır.

Maddeciler, tutunacak dal bulamayıp, bu defa da, “enerji ezelidir” derlerse, cevabımız aynı olacaktır. Enerji, maddeye dönüşebilmektedir, o halde ezeli değildir, hadistir.

Hadis olan, kadim birine muhtaçtır. Başka türlü var olamaz. Hadis olmayan, ezeli bir sebep gerekir. O da ancak Allah olabilir. Allah, madde cinsinden değildir. Ne arazdır, ne cevher, yarattıklarına hiç bir yönden benzemeyendir.

Ne gariptir ki, Allah'ın ezeliyetini akıldan uzak gören maddeciler, her bir atomun ezeliyetini kabulden geri kalmıyorlar!

Müzisyeni inkar edebilmek için, havaya yayılan her notaya müzisyen diyen bir adamın durumuna düşüyorlar.

Çevrelerindeki harika sanat eserlerini görüyorlar da, ilmi, iradesi ve kudreti sonsuz bir Sanatkarı tanımak istemiyorlar. (Kulluğum Sultanlığımdır, Ömer Sevinçgül, Zafer Yayınları)

Düşünce Pınarı

“Sen ki Allah’ın “bak” diye hitab ettiği varlıksın. Niçin bu yoldan körler gibi yürüyüp geçiyorsun? Bahar rüzgarı gibi güllerin üzerinden geçip gitme, gülistanın manasına dal” Muhammed İkbal

“Hayret etmesini bilmeyen kimse, ardında göz bulunmayan bir gözlükten farksızdır” Thomas Carlyle

“Allah’ın varlığının akılla çelişmesi düşünülemez. Aksine yokluğunu düşünme anında çelişki başlar” Kant

“Bir atoma giremeyen “tesadüf”, hayatımıza girebilir mi hiç?.. İnkar, düşünmeyenlerin işi!” Ali Suad

“Hangi sahada olursa olsun, ilim ile ciddi şekilde meşgul olan herkes, ilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: “İman et...” İman, ilim adamının vazgeçemeyeceği bir vasıftır” Max Planck

“Maddeye tapanlar deniz suyu içene benzerler; içtikçe hararetleri biraz daha artar” Muhyiddin-i Arabi

“Herkesin giderek bencilleştiği ve o ölçüde de mutluluktan uzaklaştığı bir çağda, iman, insanı kurtarabilecek tek şans” Eugene Ionesca

“Herkes düşüncelerinde yanılabilir; fakat aptallar bir türlü düşüncelerinden ayrılamazlar”Çiçero

“Düşünen bir zihine olağan şeyler bile hayret konusu olur” George Santayana

“Herkesin bakmadığı yönden bak cihana” Hz.Mevlana

“Ne insan doğaya, ne de doğa insana hakimdir. Doğa da, insan da aynı Yaratıcının eseridir. Doğanın payına düşen, tefekkür konusu olmak; insana düşen de tefekkür etmek” Alaaddin Başar

“İmansız ilim ve ilimsiz iman; tek ağızlı makas!” Peyami Safa

“Bilime göre hareket etmeyen bilgin, elinde meşale tutan bir köre benzer, başkasının yolunu aydınlatır; ama kendi yolunu göremez” Sadi

“Görmek istemeyenlerden daha kör kişi olur mu?” M. Gandi

“İmandır o cevher ki İlahi ne büyüktür, imansız olan paslı yürek, sinede yüktür” Mehmed Akif

“Evrende rastlantıya rastlanamaz...” Sokrat

“İnanmamak, yeni ufuklara açılmaya karşı en büyük engeldir” G. Santayana

“Yarın, utanarak başının göğsüne düşmemesi için, bugün başını gaflet yakasından dışarı çıkar” Sadi

“Gerçek çoğu zaman karartılır; fakat hiç bir zaman sönmez” Livius

“Kainatı düşünmek, Allah’ın varlığını kabule zorlar” Schiller

Yaşamın Kökeni (Evrim Varsayımı ve Gerçek)

Şimdi de “yaşam” konusuna değinelim; yaşam, varlıkları birbirinden ayıran en önemli özelliklerin başında geliyor... Kuşkusuz o da kendi kendine ortaya çıkmadı... Bu konuda en yaygın görüşlerden birisi olan evrim düşüncesi temelden yanlıştır... Yüce Allah insanı ve diğer canlıları evrimsel bir biçimde de yaratabilirdi ancak evrim bir yasa değildir, ortaya atıldığından beri varsayım olarak kalmıştır ve kesinlikle “yaratılış/bilinçli tasarım” varsayımından -deney yöntemleriyle incelenemediği ve gözlenemediği, üstelik hiçbir delile dayanmadığı için- daha “bilimsel” değildir... Hatta tarihin en büyük kandırmacalarından birisi olduğu da söylenebilir... Öyleyse evrimi savunanların ileri sürdükleri görüşleri ve kendilerince bu konuda getirdikleri kanıtları (!) hep birlikte inceleyelim...

En başta rastlantı geliyor; ileride de ele alacağımız üzere rastlantıların bir sonuç ortaya koymaları olanaksızdır... Bundan dolayı ayrıntılı olarak değinmeye gerek yok... “Diyelim” rastlantı sonucu evren, gezegenler, yeryüzü, denizler ve benzeri varlıklar oluştu... Peki sonra? Evrimciler bu noktada; “yaşam bundan şu kadar yıl önce suda ortaya çıktı, önce tek hücreli ilkel canlılar oluştu, sonra bunlar biraz geliştiler, sonunda sudan karaya ve daha sonra da karadan havaya geçiş gerçekleşti!” diyorlar... Peki bu söyledikleri doğru mu? Doğru ise “nasıl” oldu? Bunun “nasıl”ını evrimciler bir türlü açıklayamadıkları gibi (ki, evrim görüşü üzerinden çok uzun bir zaman geçmesine karşın hala bir “varsayım”dır, üstelik geçerliliğini her gün yitiren!) söyledikleri de doğru değildir...

En eski çağda tek hücreli canlılara rastlandığı gibi çok hücreli canlılara da rastlanmıştır... Demek ki, bu varlıklar aynı anda ortaya çıkmışlardır; dönüşüm yoktur... “Geliştiler” denirken, bunun dünyanın gelişimi ile birlikte olduğu hiç düşünülmekte midir? Örneğin fokur fokur kaynayan bir ortamda günümüzdeki canlılar oluşabilir miydi? Kuşkusuz oluşamazdı... Canlıların gelişebilmesi için türden türe geçiş olmalıdır; oysa bu konuda bir kanıt yoktur, türlerin kendi içinde değişiklikler gözlenmekle birlikte türden türe dönüşüm günümüzün gelişmiş olanaklarına karşın başarılamamaktadır; değil ki, bu olay bilinçsiz rastlantılar sonucu oluşabilsin!..

Gelişim evreleri olarak ortaya konulanlar da hatalıdır, bu nedenle kanıt niteliğini taşıyamazlar... Dahası, evrimin yanlışlığını ortaya koyan çeşitli buluntular hiç gündeme getirilmeden sürekli olarak gözden uzakta tutulmaya çalışılmaktadır... Yapılan araştırmalar türlerin kusursuz olarak, doğaya uyumlu bir biçimde yaratıldıklarını ve gerektiğinde ortadan kaldırıldıklarını göstermektedir...

“Sudan karaya geçiş oldu” denirken; ne diye oldu? Canlıları böyle bir davranışa iten nedir? Uyumlu bir biçimde bedenleri nasıl değişti? Bir balığın o günkü son derece uygun ortamda karaya geçmesine ne gerek vardır? Karaya çıksa yaşayabilir mi? Bedensel özelliklerini kendisi belirlemediğine göre nasıl uyum sağladı? Bunun mantıklı bir yanı var mıdır? Kuşkusuz bu savunulanlar gerçeklerden uzak varsayımlardır...

“Karaya geçişten sonra ne oldu?” dediğimizde verilen yanıt şu; “Doğal ayıklanma ve bozunmalarla türden türe geçiş, en sonunda da memelilere varış gerçekleşti”... Öyleyse öncelikle doğal ayıklanma (natural selection) görüşüne bir bakalım... Türler doğal etkenlerle değişiyormuş, bu da hep ileriye doğru oluyormuş! Oysa günümüzde çevrenin, açıkçası doğanın türler üzerinde belirleyici bir etkisinin olmadığı ortaya çıkmıştır... Diyelim ki; doğa değişmedi, bu durumda türün değişmesi için de bir neden yoktur; “etkisiz tepki olmaz” görüşünü anımsayalım...

Eğer doğa değişmiş ise türlerin de buna ayak uydurmaları gerekir, tersi durumunda yaşamları sona erer... Peki türler değişen ortama uyum sağlayabilirler mi? Evrime göre onlar uyum sağlamıyor, doğa onları uyumlu duruma getiriyor! Bu görüşün mantıklı hiçbir yanı yoktur; doğa neyin doğru olduğunu nereden biliyor? Canlı kendi kendini çevreye uyumlu duruma getirmediğine göre türlerin gelişmesi olası mıdır? Kuşkusuz hayır... Eğer canlının ortamdaki değişimlere uyum gösterebilecek bir niteliği varsa yaşayabilir ancak dayanma sınırının sonuna gelindiğinde o tür artık yoktur...

Ayrıca doğal ayıklanma ortadaki varlıkları ayıklayabilir, olmayan varlıklar ayıklanamaz!.. Bu durumda yaşamın kaynağını evrimin açıklayabilmesi olanaksızdır... Bir diğer konu da şudur; doğal seçicilik bir tür içerisindeki en güçlü bireyleri ayıklayarak yaşatabilir ancak bu, yeni türlerin oluşmasına neden olmaz, olamaz... Örneğin bir savaşta güçlü olanlar ayakta kalabilir ama bu kişiler hiçbir zaman için uçabilen insanlara dönüşmezler... Benzer biçimde çevre koşullarına dayanıklı olan balıklar kendi türlerini sürdürebilseler bile asla ve asla kurbağalara, sürüngenlere veya kuşlara dönüşemezler...

Evet, evrim görüşü yaşamın ve türlerin kökenini bile açıklayamazken, türlerin gelişimi, birbirine dönüşmesi, ortaya çıkışı gibi çok daha geniş ve derin konuları açıklamaya kalkmaktadır... Sayı saymasını bilmeyen çocuğun dört işlem yapmaya kalkması gibi anlamsız bir durum... Bozunma (mutasyon) görüşüne gelirsek;

Buna göre türün değişimine yol açabilecek tek neden olan niteliklerini belirleyen dizinin değişmesi rastlantı ile olmaktadır, hem de hep başarılı olmuştur!.. Oysa mutasyon sık rastlanmadığı gibi genelde zararlı olan bir durumdur... Ayrıca yapılan sayısız denemenin hiçbirinde başarı sağlanamamıştır... Peki bilinçli insanın tüm olanaklarına karşın yapamadığını bilinçsiz doğa, hem de rastlantılarla nasıl yapabilir? Görüldüğü üzere evrim görüşünün tutar bir tarafı bulunmamaktadır; bu durumda evrim de yoktur!.. Yalnız bu durumda mı? Hayır, bakın evrim neden yoktur;

Öncelikle sayısal sonuçlar böyle bir duruma izin vermez... Rastlantı görüşü savunulurken yeryüzünün koca evrende yaşama elverişli olarak konumlanması olasılığının sonsuzda bir, açıkçası sıfır olduğu neden düşünülmemektedir? (Büyük Patlama sonrası evrenin günümüzdeki durumunu alabilmesi için varolan tek seçenek seçilmiştir, bu da sonsuzda bir olasılıktır; ne evrenin çekirdeğinde ne de dallanıp budaklanmış günümüz yapısında rastlantının yeri yoktur.)

Diyelim ki böyle bir olay oldu, canlılığın en küçük yapıtaşı olan atom, aminoasit, protein, nükleikasit, hücre gibi varlıkların rastlantı ile bir araya gelebilmesi için ne evrenin yaşı yeterlidir, ne de bol sıfırlı rakamları bizim okuyabilmemiz mümkündür... Bir hücrenin veya bakterinin bile rastgele oluşma olasılığı yokken bunlardan sayısız bireyin hem de yalnızca yeryüzünde kusursuz bir biçimde ortaya çıkmaları rastlantı ile açıklanabilir mi? Böyle bir olaya rastlantı denir mi? Kuşkusuz evrende eşsiz bir düzen vardır, bu düzenin bir kurucusu da olmalıdır; “Şu inceliğe bakınız ki, evrimi onaylayabilmek için bile “Allah'a inanmak” gerekiyor...” (Haluk Nurbaki)

Darwin, “Bir kapı menteşesinin insan tarafından yapıldığını savunduğumuz gibi, bir midye kabuğundaki olağanüstü mafsalın bilinçli bir varlık tarafından yapılmış olduğunu savunamayız.” (The Autobiography of Charles Darwin and Selected Letters, s63) diyor... Bu söz kendi savını çürütmekten başka nedir ki? “Bir radar kendiliğinden oluşamaz ama bir yarasa olaşabilir!” demekle, “Kumdan kaleler kendiliklerinden oluşamazlar ama Selimiye oluşabilir!” demek arasında ne fark vardır? Bu sözü sağlam bir düşünce yapısıyla değerlendiren kişi nasıl söyleyebilir? Söylediğini düşünelim; böyle bir saçmalığa nasıl inanılabilir?..

Evet, “Allah” dememek için ne kadar yol üretilse de hepsi çıkmaz sokaktır; rastlantı, “Allah” demekten korkanların kaçış sözcüğüdür!.. Oysa, “yanlış yolda kaçmanın faydası yoktur!”

Sormak gerek; böylesine sığ bir mantık taşıyan kişilerin doğru sonuca ulaşmaları mümkün müdür? Rastlantı ile hiçbir güzelliğin kendiliğinden ortaya çıkması düşünülemezken ve bir usta aranırken neden evren, yaşam, canlılar gibi kusursuz oluşumlar için bir usta aranmaz, neden gerçeklerden kaçılır? Gökdelenin ustasını beğenenler, göğün ustasını hiç mi düşünmez? Gözümüzün önündeki bunca güzelliğin kendiliğinden oluştuğunu düşünüp Allah'ı yalanlamanın tutar bir yanı var mıdır? Bir yapıt hiç ustasız olur mu?..

“Gözün doğal seçicilik ile oluştuğunu düşünmek, açıkça kabul edip itiraf ediyorum ki, son derece ihtimal dışı ve ahmaklıktır”, “Tavus kuşunun kuyruğundaki renk armonisini her ne zaman görsem, hasta olurum” diyor Darwin; manası yeterince açık olan bu sözleri yorumsuz olarak aktarıyorum...

Bu apaçık gerçeklere karşın -bile bile- Allah'ı ve yaratılışı inkar edenlerin durumu ise Kuran-ı Kerim'de çok güzel anlatılmaktadır; « Eğer biz onlara melekleri indirsek, ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe, yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar. » En'am Suresi, 111. Ayet

Evet, canlıların yaratılmışlığı karşısında insana düşen görev Yaratıcısına yönelmektir; her an sayısız nimetini bizlere sunan bu yüce varlığı görememek, ve sorumluluğunun bilincinde olamamak hiçbir insana yakışmaz... Bu apaçık bir gerçek olmakla birlikte, kendileri Yaratıcılarına yönelmeyen ve başkalarını da O’ndan alıkoyanlar vardır; bunlar insanların bir inanç sahibi olmaları durumunda yaşayışlarını bu inanca göre düzenleyeceklerini çok iyi bildiklerinden kendi yanlış düşüncelerini ve düzenlerini egemen kılabilmek için çeşitli yollara başvurmaktadırlar...

Yaratıcısını Allah bilenin O’na yönelmesinden daha doğal bir davranış olamaz... Bunu yapan kişi yalnızca Allah’a karşı sorumlu olduğunun bilincine varacağından dindışı güçlerin kendi düzenlerini yutturma çabalarına kanmayacaktır... Gerçekten de eğer insan burada aklını başına almazsa ahirette en büyük düşman olarak göreceği bu kişileri şöyle suçlayacaktır; « Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslayanlara: “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah'ı inkar etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” derler. » Sebe, 33

Çağdaş Bir Öykü; Evrim!..

"Tesadüfen" suda ilkel canlılar oluşmuş, "zamanla" bu canlılar balıklara dönüşmüş, balıklar karada yürümeye başlamış; solungaçlar akciğerlere, yüzgeçler ise ayaklara dönüşmüş, neticede karaya çıkan bu varlıklar kanatlanarak uçmaya başlamışlar; ne öykü ama!.. Çağdaş mitoloji!.. Çocukların bile gülecekleri bu masalları “bilim” diye yutturmaya kalkan kimi nasipsizleri gerçek bir bilimadamı ne güzel tanımlıyor; "Biyoloji değil biyomitoloji; hayata dair efsaneler bilimi. Bu insanlar biyolog değil, biyomitolog"!.. Evet, öyle kimseler ki “mucize” deseniz “olamaz” derler ama doğanın mucizelerine (!) inanmaktan da geri duramazlar!..

Varlıkla İlgili Üç Olasılık

Evet doğa; dağlar, taşlar, ağaçlar, denizler, karalar, hayvanlar, gezegenler, bitkiler, yıldızlar... Peki bu varlıklar nereden çıktı, nasıl oluştu? İşte gerçeğe ulaşmada anahtar görevini üstlenen bir soru... Bu konuda ortaya atılan üç varsayım bulunuyor; 1. Kendi kendine, rastlantılar sonucu oluştu... 2. Nedenlerin (sebeplerin) birleşmesiyle oluştu... 3. Evrenin (doğanın) bir Yaratıcısı var, O yarattı... Şunu hemen belirtmeliyim ki, kimileri dördüncü bir seçenek olarak “doğa yarattı” derler ancak konumuz doğayı kimin yarattığıdır, bu nedenle doğanın yaratıcı olup olamayacağı ilk bölümde ele alınacaktır; bilindiği üzere doğa evrenin kendisidir... Evet, günümüze kadar ileri sürülen varsayımlar temelde bunlar, öyleyse bu varsayımları teker teker ele almamız gerekiyor...

Varlıkların kendiliğinden oluştuğunu savunanlar, bir yazının yazarsız, bir kitabın katipsiz, bir binanın ustasız olamayacağını çok iyi bildikleri halde, şu koca, eşsiz ve büyüleyici kainatın kendi kendine oluştuğunu kabul edebilmektedirler... Gerçekten böyle bir görüşü savunabilen kişi ya hiç düşünmüyordur ya da hiç düşünmüyordur!.. Akıl ve mantık böyle bir görüşü asla kabul edemez... Varlık yokluktan gelemez, evren (madde) ezeli veya ebedi değildir...

Nedenlerin birleşmesiyle bu düzenin ortaya çıktığını savunanlar da o nedenlere sonsuz bir bilgi, güç ve uyum sıfatını yakıştırmaktadırlar ki, bu da akıl ve mantık dış1 bir yaklaşımdır... Güneşin ışığını yansıtan parıltıların her birini bir güneş varsaymak kadar gerçekten uzak bir düşüncedir bu... Akılsız bir yaratıktan akıllıca, güçsüz bir yaratıktan güç gerektiren davranışlar beklenemez... İnsan bile bunca üstünlüğüne karşın bu kadar acizken nedenlerin iş yapabileceği nasıl düşünülebilir?.. Ayrıca nedenler zinciri sonsuz öncelere gidemez, dolayısı ile bir ilk nedenin yani nedensellik yasasını yaratan bir Tanrı’nın varlığı apaçık bir gerçektir...

Varlığın kendi kendini yarattığını söyleyenler üretim ile üreticinin, resim ile ressamın, yazı ile yazarın, kitap ile katibin aynı varlık olduğunu savunanlardır ki, bu yaklaşım da bütünüyle akıl ve mantık dışıdır... Evet, doğa bir yaratıktır, yaratıcı olamaz; bir sanattır, sanatkar olamaz; bir düzendir, düzenleyici olamaz; bir kitaptır, katip olamaz; bir eserdir, usta olamaz; bir sonuçtur, neden olamaz; değişendir, değiştirici olamaz; sonludur, sonsuz olamaz; hikmetlidir, hakim olamaz; yasalar bütünüdür, yasa koyucu olamaz; fiildir, fail olamaz; mülktür, Malik’ül-Mülk olamaz; muhtaçtır, Samed olamaz; ilimdir, Alim olamaz!..

Geriye kalıyor varlığı Allah’ın yaratmış olduğu gerçeği; evet, varlık hiç kuşkusuz ki O’nun eseridir... O’nu bir yaratıcı olarak kabul etmeyenler, varlığı oluşturan her bir parçayı O’nun nitelikleriyle özdeşleştirerek tanrılaştırmaktadırlar ki, bu da akıl ve mantık dışı bir yaklaşım olmaktan öteye gidemez...

Güzel bir resmin ressamını, güzel bir binanın ustasını beğeniyle karşılayan ve hayranlık duyan insanın, doğadaki eşsiz güzellikler karşısında vurdumduymazlık sergilemesi gerçekten de ona hiç yakışmayan bir davranıştır... Her varlık kendi diliyle yaratıcısına tanıklık etmekte ve “Allah vardır” diye haykırmaktadır... İnsanın bu sesi duyamaması için hiçbir neden yoktur ve olamaz; ne mutlu bu sesi duyup da gereğini yapabilenlere!..

“Evren kendiliğinden oluşmuştur” görüşünün incelenmesi

Biz biliyoruz ki, evrende bir olayın gerçekleşmesi için bir etki, bu etkiye karşı da bir tepkinin varolması gerekir... Dolayısı ile evrenin kendi kendine oluşması olanaksızdır... Bildiğimiz bir diğer konu da evrenin ortalama 15 milyar yıllık bir geçmişinin bulunmasıdır, öncesinde evren yoktu; demek ki evren yoktan var olmuştur, açıkçası yaratılmıştır...

Ayrıca evrenin eşsiz durumu rastlantı savını bütünüyle ortadan kaldırmaktadır; böylesine olağanüstü bir düzenin bilinçsiz rastlantılar sonucu oluşması olanaksızdır... Hepimiz biliriz ki, durup dururken çekiç, çivi, tahta, kum gibi varlıklar biraraya gelerek güzel bir yapı oluşturamazlar, onları kullanan bir usta olmadıkça kendi başlarına bir anlam taşımazlar...

Hiçbiriniz elinizdeki bu çalışmanın kendi kendine ortaya çıktığını düşünemezsiniz; peki şu koca, eşsiz ve olağanüstü güzellikteki evren nasıl kendiliğinden oluşabilir? Varlığı bile olmayan rastlantının yasalar ortaya koyması, hem de bunların hep doğru ve başarılı olması düşünülemez!.. Bu eşsiz düzeni bilinçsiz, düşüncesiz, akılsız ve iradesiz rastlantıların varedebileceğini sanmak mantıklı bir yaklaşım mıdır? Hem, hep 12'den vurana hiç rastlantı denir mi?..

« Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise kuşkusuz örümceğin yuvasıdır; keşke bilseler. » Ankebut Suresi, 41. ayet

Evet, hiç düşünmeden evrenin bu güzelliğini Allah'tan başkasına bağlayanları düşünmeye çağırıyorum; oturduğunuz evi bir düşünün; o evin kendi kendine ortaya çıkması olası mıdır? Tuğlaları, kumu, demiri yeller, seller ve depremler mi bir araya getirip belirli oranlarda birleştirerek ve sıralayarak evinizi oluşturdu?..

Şimdi de hepimizin evi olan yeryüzünü düşünelim; sizin eviniz mi üstündür, yoksa yeryüzü mü? Kuşkusuz düşünebileceğiniz her açıdan yeryüzü daha üstündür... Sizin evinizin bir ustası olur da şu yeryüzünün ve bunun gibi sayamadığımız onca evlerin, hiç ustası olmaz mı?..

Ben size “elinizdeki bu çalışma kendiliinden oluştu” desem inanabilir misiniz? Peki Kainat Kitabı'nın yanında bu çalışmanın nokta kadar değeri olabilir mi, var mı? Evet, düşünen insanın gerçeği bulması zor olmayacaktır kuşkusuz... Bütün gözlere karşı açılmış olan Kainat Kitabı'nı okuyamamak, onu yazanı görememek için hiçbir neden yoktur ve olamaz...

“Nedenler yarattı” görüşünün incelenmesi

Kuşkusuz evrende etkisiz tepki olmadığından her olay bir etkinin/nedenin sonucunda oluşmaktadır... Peki bu etkileri oluşturan nedir? Örneğin yağmurun yağması için birçok neden gerekmektedir, peki bu nedenler tek başına yeterli midir? Yağmuru deney ortamında elde etmek için gerekli koşulları sağladığımızı düşünelim; biz etkilemeden yağmur yağması olası mıdır? Evreni de bunun gibi büyük bir deneylik olarak düşünürsek nedenlerin varlığının tek başına yeterli olmadığını kolayca görürüz... Hem hepsi de yaratık olan nedenlerin yaratıcı olabileceği nasıl düşünülebilir?

« Onlar, yaratan olmaksızın mı yaratıldılar yoksa yaratıcılar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır; onlar kesin bir bilgiyle inanmıyorlar. » Tur Suresi, 35-36

Bilinçsiz, akılsız, iradesiz nedenlerin rastgele biraraya gelerek ortaya bilinç gerektiren oluşumlar sermeleri olanaksızdır... Hem bir ilk neden olmadan varlığın gerçekleşmesi de olanaksızdır, işte bu ilk neden de Allah'tır ve O'nun varlığı kendindendir...

Düşünelim; okuyabilmeniz için okumayı bilmeniz gerekiyor, okuyacağınız bir nesne gerekiyor, o nesneyi algılayabilmeniz için çeşitli organlarla donatılmış olmanız gerekiyor, boşlukta okuyamazsınız; üzerinde duracağınız bir yer gerekiyor, yaşayabilmeniz için hava, su, toprak, güneş, ısı, ışık gerekiyor... Kısacası sizin varolabilmeniz için koca evrenin varolması ve belli bir düzeninin bulunması gerekiyor...


En son EnK@Z tarafından C.tesi Ekim 23, 2010 7:27 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:23 am

Bu düzenin kendiliğinden oluşmadığı ve oluşamayacağı yukarıda açıklanmıştı; dolayısı ile evren dolusu sebepler bir araya gelseler bir usta olmadıkça hiçbir işe yaramazlar... O usta da ancak yüce Allah olabilir... Hem, nedenler varlıktan ayrı olarak düşünülemezler; varlık olmadan nedenler de olamaz, bundan dolayı varlığın kökenini nedenlere bağlamak ve nedenleri yaratıcı olarak görmek tam anlamıyla saçmalıktır... Evet, maddeyi ve hareketleri oluşturan nedenler değildir, tersine nedenler var olan maddeden ve onun hareketinden doğarlar... “Eli görmeyen kişi, yazıyı kalem yazdı sanır” diyen Mevlana ne güzel söylemiş; evet, sebepler sadece birer aracıdırlar...

« Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler. » Yusuf Suresi, 105. Ayet

“Evren yaratılmıştır” görüşünün incelenmesi

Görüldüğü üzere evrenin oluşumuyla ilgili ortaya konan bu üç varsayımdan ilk ikisi mantık ve gerçekçilikten uzak düşüncelerdir... Bu durumda karşımıza üçüncü seçenek çıkmaktadır... Öyleyse “yaratıcı bir varlık” görüşünü ayrıntılı olarak ele alalım;

“Etkisiz tepki olmaz” demiştik; günümüzde evrenin eşsiz düzeni ortada, bunu bir yapan olmalı... Eğer nedenleri peşpeşe sıralarsak bir ilk nedende karar kılmak durumundayız, yoksa sonsuz bir döngünün içine gireriz ki, bu da günümüz koşulları düşünüldüğünde anlamsız bir kaçıştır; evet, eğer böyle bir döngü olsaydı evrenin olmaması gerekirdi... (çünkü başlangıcı olmayanın sonu da olmaz; şu an bizim (ve evrenin) varolabilmesi için bir başlangıcının bulunması gerekir)

Burada bir diğer konu bu ilk nedenin varlığının kendinden olmasının ve başlangıcının bulunmamasının gerektiğidir... Evet, bu ilk neden Allah'tır ve O'nun varlığı kendindendir... Başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur... Açıkçası ezeli ve ebedidir... Varlık yokluktan gelemez, dolayısı ile onu yaratan bir varlık bulunmaktadır, yani yüce Allah, “mutlak varlık”tır...

Hiç yaşamın, evrenin ve varlığın kökenini rastlantılara bağlayan kişi ile Allah'a bağlayan kişi düşüncede eşit olabilir mi? Kuşkusuz evren ve nedenler yaratılmıştır, yaratıcı değillerdir... Düşünsenize; kim kendisinde olmayanı bir başkasına verebilir? Yalnızca kendi özelliklerimize şöyle bir gözatsak bunların hiçbirinin ne doğanın, ne rastlantıların, ne de çeşitli sebeplerin sonucu oluşamayacağını kolayca anlarız... Gözsüz, kulaksız, duygusuz, bilinçsiz, iradesiz, güçsüz ve bütünüyle sınırlı olan bu varlıklar bize bu özellikleri nasıl verebilir? Yoksa onlar da yoktan var edebiliyorlar mı, bu mümkün mü?..

Gerçekten de çevresini gözleyen, düşünen, araştıran, bilgi sahibi olan, aklını kullanan ve vicdanının sesine kulak veren bir insanın bunca belge karşısında kayıtsız kalması düşünülemez... Bu nedenle inkar olayı anlaşılması güç ve yetersiz bir düşüncenin ürünü olarak nitelendirilebilecek bir durumdur...

Allah’ın Varlığı

Öncelikle belirtmem gereken şudur ki çağımızın güncel aracı olan ve çeşitli saptırmalara alet edilebilen bilim yoluyla Allah’ı yalanlayabilmek mümkün değilken Allah’ın varlığını kanıtlamak her zaman için olasıdır... Bilimin konusu Tanrı kavramı olmamakla birlikte, bu konuda bize son derece gerçekçi kanıtlar sunmaktadır... Bu nedenle; din, bilim ve düşünce açısından Allah’ın varlığıyla ilgili belli başlı kanıtları ortaya koymak istiyorum...

* Varlık değişkendir, değişimin ise bir değiştiricisi olmalıdır... Evet, varlık sürekli değişiyor, değişim içindeki herşey ise sonradan oluşmuştur; demek ki madde ezeli değildir, öyleyse bir değiştiricisi, başka bir deyişle Yaratıcısı vardır...

* Kişide yetkinlik, sonsuzluk, kusursuzluk gibi duygular vardır; bunlar ise ona bu özellikleri taşımayan kendisinden veya çevresinden gelemez, bu duyguların kaynağı ancak yüce Allah olabilir... Evet, insanda öyle duygular vardır ki bu duyguların kaynağı kendisi veya çevresi olamaz...

* Evren sonradan varolmuştur, sonradan olanların ise bir nedeni vardır, bu zincir “sonsuz öncelere” asla götürülemez (çünkü başlangıcı olmayanın sonu da olamaz); öyleyse “nedenlerin nedeni” olan bir Allah bulunmaktadır... Vücud (varlık, var bulunmak) yetkinliğin gerektirdiği niteliklerden birisidir; demek ki yüce Allah vardır...

* Evren, “olabilir”ler türündendir; olabilirdi de, olamayabilirdi de, şöyle de olabilirdi, böyle de olabilirdi... Olabilirler ise kendileri dışındaki bir varlığa bağımlıdırlar; öyleyse evreni yokluktan varlığa çıkaran, onun bu durumunu seçen yüce Allah’tır...

* Kişi kendi varlığından ve çevresinden kuşku duyabilir, bu kuşku da onun var olduğunu kanıtlar; evet, düşünüp kuşku duyabilmesi için var olması gerekir... Yine bunun için onda gerçeğin bir ölçüsü bulunmalıdır, bu ölçünün kaynağı ise kuşku alanı olan çevresi değil Allah’tır; kuşkuyla bile kendisini gözler önüne seren o yüce yaratıcı!..

* Evrendeki “düzen” ve “çeşitlilik” de O’nu kanıtlar; düzen olan bir yerde düzenleyicinin de olacağı açık bir gerçek olduğu gibi, çeşitliliğin bulunması rastlantı görüşünü ortadan kaldırmaktadır, eğer rastlantı söz konusu olsaydı bütün varlıkların aynı olması ve hiçbir farklılığın bulunmaması gerekirdi...

* En küçüğünden en büyüğüne kadar varlığın bütün birimlerinde eşsiz bir sanat, denge, uyum vb gözlenmektedir; böyle bir düzenin kendiliğinden oluşamayacağı açıktır, demek ki bu üstün Sanatkar ancak yüce Allah’tır...

* “Kendiliğinden oluş” bütünüyle gerçekdışı bir yaklaşımdır; hepimiz biliriz ki kendiliğinden ne masa, ne sıra, ne kitap, ne bina vb oluşamaz; öyleyse çok daha sanatlı olan evren de kendiliğinden oluşmuş değildir...

* Evrendeki sıcaklık giderek azaldığı gibi, sıcak cisimlerden soğuk cisimlere doğru bir ısı akışı vardır, bunun tersi ise olanaksızdır; ısı yasası olarak adlandırılan bu durum evrenin başlangıçsız olmayıp sonradan yaratıldığını açıkça kanıtlamaktadır, eğer evren başlangıçsız olsaydı, şimdiye çoktan sıcaklığını yitirmesi gerekirdi...

* Varlıkta amaçsızlık, anlamsızlık, gereksizlik vb yoktur; demek ki, yaptığını bilen, gücü yapabilmeye yeten ve inceliklere egemen bir “Yaratıcı” bulunmaktadır...

* Çeşitli canlılardaki içgüdüler de (Sevk-i İlahi=Tanrısal Yönlendirme) Allah’ın varlığını kanıtlamaktadır; hiç öğrenmedikleri halde birçok işlerini sanki çok iyi biliyormuş gibi başarabilen bu varlıklara doğaldır ki bu bilgiler bir başkasınca öğretilmiştir; o da ancak Allah olabilir...

* Kuran-ı Kerim, Kitabullah olduğundan, onun doğruluğunu kanıtlayan her belge başta yüce Allah’ın varlığı olmak üzere bütün iman hakikatlerini de kanıtlar ve bu konuda elimizde pek çok kanıt bulunmaktadır...

* Yaratılışımızdan gelen “yüce bir varlık arayışı” da o yüce varlığın tanığıdır... Benzer biçimde, sıkıntılı durumlarda yönelişimizin O’na doğru olması, en ümitsiz bir anımızda bile içimizde bir ümit ışığının bulunması hep yüce Allah’ın varlığının belgelerindendir...

* Evrenin yaratılmış olduğunu gösteren bütün deliller, aynı zamanda onun bir yaratıcısının bulunduğunu da kanıtlamaktadırlar...

* Evrende hareketlilik bulunmaktadır; hareket ise belli bir zamanda ve mekanda başlar... Demek ki, bu hareketin başlangıç noktası bize zaman ve mekanın, dolayısı ile varlıkların yaratılış anını gösterecektir...

* Hepimiz biliyoruz ki, O’nun varlığı çağlar boyunca sayısız belgelerle ortaya konmuşken, yokluğunu kanıtlayabilen -ki bu olası değildir- tek bir belge yoktur, öyleyse boşu boşuna inançsızlıkta diretmenin hiçbir gerekçesi olamaz!..

* Karşıtlıklar kendiliklerinden biraraya gelemezler, birinin olduğu yerde diğerine yer yoktur... Oysa ki evrenin dengesi karşıtlıklar üzerine kurulmuştur; yaşam-ölüm, aydınlık-karanlık, soğuk-sıcak.. gibi... Demek ki bunları biraraya getiren Alim ve Kadir bir yüce varlık (Allahü Teala) bulunmaktadır...

*İnsan Belgesi: İnsan akıllı ve bilinçli bir varlıktır, bu özellikleri ise ancak ondan daha üstün bir varlık ona verebilir, yine hiçbir felsefi görüş Allah'tan başka böyle bir varlığı ortaya koyamamıştır, dolayısı ile Allah vardır...

*"İnsan gibi zeki bir varlık, bilinçli bir varlık, ancak kendisinden daha zeki ve daha bilinçli bir varlık tarafından yaratılabilir. Hiçbir felsefe veya dünya görüşü, insandan daha zeki ve bilinçli bir varlık olarak Allah'tan başka bir yaratıcı olduğunu iddia edememiştir. Öyleyse Allah vardır.."

Evet, her varlık, kendi diliyle O’nu anlatmaktadır, duyabilene ne mutlu!..

Yaratıcı, Allah

Yukarıda anlatılanlardan sonra varlığı yaratan bir gücün, bir ilk nedenin varlığının gerekliliğini ve bu ilk nedenin varlığının kendisinden olması gerektiğini ortaya koymuştuk; işte bu varlık Allah'tır... Allah bütün varlığı yoktan vareden Yaratıcı’dır, bütün eksikliklerden uzak olduğu gibi bütün yönlerden yarattıklarından üstündür... Kimileri; “Allah yarattı” demek kaçıştır, der... Oysa en büyük kaçış “Allah yoktur” demektir... “Yok” diyen kişinin düşünmesine de gerek “yok”tur!.. O, bir tek yaratıcıya inanmak yerine bütün varlığı yaratıcı konumuna yükselterek Allah’ı inkar etme saçmalığını benimsemekte ve tüm sorumluluklarından kurtulmaya çalışmaktadır...

Yeterince veya doğru düşünmediği de ortadadır; “Allah yoktur” diyebilmek için varlığı, bilimi, dini ve kendini yok saymak gerekir... Bu da ilgili birey için utanılacak bir durumdur... Önyargıların kuşattığı beyni doğru düşünmesine engel olarak kendi sonsuzluğuna değil, kendi sonuna doğru gitmesine neden olmaktadır...

Bir yaratıcı varsa, O’nun varlığı kendinden olmalıdır; tersi durumunda sonsuz bir döngünün içinde varlığın ortaya çıkması olanaksız olurdu... Bunun böyle olması gerektiğini yukarıdaki açıklamalar da doğrulamaktadır, gelelim bu konudaki diğer örneklere; vagonlar birbirlerini çekmektedirler, peki vagonları çeken lokomotifi kendisinden başka bir varlık mı çekmektedir? Sonsuz sayıda sıfırın bir ilk sayı olmadan değeri var mıdır? Gezegenler ve uydular ışıklarını güneşten almaktadırlar, peki güneş ışığını nereden almaktadır?..

« Nasıl oluyor da Allah’ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir, sonra O’na döndürüleceksiniz. » Bakara, 2/28

Allah’ın Varlığıyla İlgili Anlamsız Sorular

Bu konuda son olarak “bütün varlığı Allah yarattı, peki O'nu kim yarattı?” biçimindeki bir sorunun yanıtını verelim; Allah kendisi Yaratan'dır ve yaratılmamıştır; yaratılmış olsa Yaratan olamazdı... Dolayısı ile O yaratılmış değildir ki, “O'nu kim yarattı?” diye sorulabilsin!.. Yaratılmış olan hiç Yaratıcı olabilir mi?.. Zaten bu tür yaratıcılar zinciri de bir ilk yaratıcıda karar kılmadıkça anlam taşımaz; görüleceği üzere evreni yaratan ve fakat kendisi yaratılmamış olan bir Allah inancı apaçık bir gerçektir...

« Sizin tanrınız Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. » Taha, 98

Allah belli bir ortamda durmaktan, zamana bağımlı olmaktan, boyutlarla sınırlı bulunmaktan uzaktır... Bundan dolayı “Allah varlığı yaratmadan önce ne yapıyordu?” ya da “Allah nerededir?” biçimindeki sorular anlamsızdır... Allah tarafından yaratılmış olan zaman, boyut, mekan gibi varlıkların O'nu bağımlı tutması düşünülemez...

Bunun gibi Allah'ın belirli bir biçimi olmadığı için bu yöndeki soruların da hiçbir anlamı yoktur... Siz yeryüzünde bir ustanın kendi yapıtına bağımlı kaldığını gördünüz mü? Bağımlı olan hiç Yaratıcı, Sonsuz Güçlü, En Üstün Varlık olabilir mi?.. Akıl ve mantık bize açıkça değişim içindeki evrenin yaratıldığını ve bir nedenler zincirinin sonucu olduğunu göstermektedir, bu nedensellik yasasını yaratan ise bu yasadan bağımsız olan yüce Allah’tır... Dolayısı ile inançsızların yaptığı gibi “bu ilk nedenin nedeni nedir?” gibi sorular anlamsızdır...

Allah Yaratıcı’dır, Yaratılmış Değil!

« Yaratan, yaratmayan gibi midir; bu ikisi birbirine benzer mi? Hiç düşünmüyor musunuz? » Nahl, 17

Odada bir kişi ve masanın üzerinde bir silgi bulunsun; siz dışarı çıkıp da sonradan içeri girdiğinizde bu silgiyi farklı bir yerde bulursanız, bu duruma o kişinin neden olduğunu bilirsiniz... Benzer biçimde odada sizden başka birisi varsa ve geri döndüğünüzde o kişi yer değiştirmişse “Bunun yerini kim değiştirdi?” diye düşünmezsiniz; bilirsiniz ki o kendi kendine yerini değiştirebilir... İşte Allah’ın kendisi de bir yaratık değildir ki, yaratılmış olsun, O’nu bir yaratan bulunsun!.. Yaratıcı ile yarattıklarını karşılaştırmak yanıltıcı bir yaklaşımdır; sizin ürettiğiniz bir motorun çalışması için benzin gerekiyor diye siz de benzin mi içmelisiniz?.. Maalesef inkarcı yaklaşımlar diğer konuları olduğu gibi, bu son derece basit gerçeği de anlamamakta veya anlamak istememektedirler...

Görmek ve İnanmak

Kimileri “Ben görmediğime inanmam” der; oysa görmek ile inanmak birbirinden farklı kavramlardır, görmek büyük oranda bilmek demektir, iman ise yine büyük oranda görülmeyenedir! “Görmediğime inanmam” görüşü eskiden oldukça yaygındı, oysa günümüzde gözümüzün görme sınırının oldukça düşük olduğu ve göremediğimiz sayısız varlığın bulunduğu ortaya çıkmıştır... Temelde bu görüş oldukça mantıksızdır; örneğin okuyucunun kör olması bu çalışmanın yokolmasını gerektirmez...

Hem, insanı temelde diğer varlıklardan ayıran özelliği görmeden inanmasıdır; örneğin, bir sinek görmediği cam engelini aşabilmek için çabalayıp durur... Bizim o sinekten farklı olmamız gerekmez mi? Görünen bilinir, iman ise görülmeyenedir... Evet, “görmediğime inanmam” diyen kişi bir sinekten de aşağı durumda olsa gerek; “görmediğime inanmam, demekle, “ben gözlerimle düşünürüm” demek arasında bir fark yok. Bu durumda akıl ne işe yarayacak?..”

Biz göremiyoruz diye sayısız yıldızlar, karadelikler, çok çok küçük varlıklar, duygularımız, aklımız, vicdanımız, ruhumuz vb. yok mu? Sözünü ettiğim gerçeklerin bir bölümü somut varlıklar olduğu için çeşitli yöntemlerle gözlenebilmektedir, peki soyut varlıklar?..

Diğer yandan somut varlıkların gözlenebilir olması da önemli değildir; örneğin doğuştan görmeyen birisine renkleri ya da varlıkları anlatamazsınız!.. Demek ki, görmemek inanmaya engel olamaz...

Benzer biçimde tek başına görmek de yeterli değildir; örneğin güneş küçük bir top kadar gözükse de yeryüzünden çok daha büyüktür... Açıkçası göz bütünüyle güvenilir değildir, yanıltıcı olabilmektedir ve önemli olan gönül gözünün açılabilmesidir; unutmayalım ki, gözümüz kendisini bile doğrudan görememektedir...

Görmedikleri için Yaratıcı’ya inanmayanların, görmedikleri ancak varlığını bildikleri doğadaki yasalara inanmaları, kendilerini yalanlamaları demektir, yasaya inanıp “yasa koyucu”ya inanmamaları da ayrı bir şaşkınlık!..

Natüralizm / Doğacılık

Allah’tan kaçanlar “tabiat”a sığındılar. Padişaha isyan edip, cellattan yardım uman suçlunun mantığı. Tabiat da, yaratılanların toplamından ibaret büyük bir eser. Ustayı inkar için, esere usta demek izahın değil, kaçışın ifadesi.

Güneşe, suya ve toprağa tapanlara “ilkel” diyenler, varlıkların yaratılışını güneşe, suya ve toprağa vermekle aynı inancı paylaşmıyorlar mı? Natüralizm, putperestliğin yeni adıdır.

İnkar cephesinde yeni bir şey yok. İsimler değişti, ama mantık çizgisi aynı kaldı. Ne iniş var, ne çıkış. Yükselişi yok ki, alçalışı da olsun. İddiasının dayanağı tek kelimeden ibaret: Yok! Yok’larla bina kurulmaz. Bin tane yok, bir varı tartamaz. “Yok” kelimesi inançsızın kimliğidir, kendi boşluğunu belgeler.

Reklam, en çok güvendikleri araç. “Bilim adına” sürekli tekrarlanan yalan, zamanla doğrunun yerini alabilir. Eğer o yer, gerçeklerle doldurulmamışsa. Mantığın temel kanunları ışığında düşünen akıl diyor ki, her eserin bir ustası vardır. Hiçbir eser kendi kendini yapamaz. Kitap yazarını, masa marangozunu, resim de ressamını gösterir. Ustayı eserin içinde aramak ise, boşuna gayret.

Bir yazı okuduğumuzda, “Bu harfler mürekkeple yazılmış. Mürekkebin tabiatında ise, yazı olmak özelliği var” diyerek, yazarı inkar edebilir miyiz? Tablodaki resme hayran olup, “Resim olmak boyaların tabiatındandır. Bu eserin ressamı yok” diyebilir miyiz?

“Apartman, kumun, çakılın, demirin ve tahtanın tabiatı gereği var olmuştur. Mimarı yoktur” dersek bize kim inanır? Yahut, o apartmanın projesini görüp, “İşte mimar budur” diyerek kimi aldatabiliriz?

Kainat ve içindeki her eser de bir binaya, bir resime veya bir kitaba benzer. “Bunların yaratılması eşyan1n tabiatı gereğidir” diyen adam, cahilliğini ilan etmiş olur. Binanın yapılması için nasıl projeyi çizen ve yapıyı kuran bir mimar gerekiyorsa, kainattaki eserlerin de bir ölçü ve kanun ile yaratılması için bir Yaradana ihtiyaç vardır.

Kainattaki her varlık da sanatlı bir eser. İnsan takatini aşan bir ilim, irade ve kudretle yaratılmış. Ölçü, düzen ve güzellik diliyle sanatkarını ilan ediyor. Bu sesi kim susturabilir?

Kainat, yaratılanların bütünü. Demek kendisi de yaratılmış. Tabiat ise kainattakilerin toplamı. Daha net bir anlatımla, tabiat, bir bakıma, kainatın ikinci adı. Şu halde, “kainatı ve içindekileri tabiat yarattı” demekle, “kainat kendi kendini yarattı” demek arasında ne fark var?

...

Tabiattaki kanunlar itibaridir. Hariçte vücutları yoktur. Varlıkları, maddenin varlığıyla devam eder. Kendi başına varlığını devam ettiremeyen bu mücerret mefhumlardan ne beklenebilir?

Canlılar yokken “üreme kanunu” da yoktu. Şu halde, üreme kanununun canlıları yarattığını söylemek mümkün değil. Canlıları ilim ve hikmetle yaratan kim ise, hayat kanunlarını koyan da O’dur.

Bu kanunlar, düşünen insanı, inkara değil, imana götürür. Çünkü, kanun varsa, o kanunu koyan bir de hakim vardır. Hiçbir kanun kendi kendine ortaya çıkamaz.

...

Tabiat fikrini kabul edenlerin, konuyu derinliğine düşündüğünü sanmıyorum. Sığ bir düşünce, imkansızı mümkün gösterebilir. Yoksa, meseleyi akıl terazisiyle tartan herkes, tabiatın yaratıcı değil, eser olduğunu bilir.

Allah’ın sanatlı bir eseri olan tabiatı yaratıcı sanmak, tek kelimeyle ilkelliktir. Böylelerinin kendilerine “ilerici” ve “çağdaş” demeleri gerçeği değiştirmez. “Kara” olana “ak” denmekle ne değişir!? (Ömer Sevinçgül)

Vahdet-i Vücud / Panteizm

Tanrı’nın varlıkla birleşmiş olduğunu, eşyanın O’nun değişik görüntülerinden oluşup özde bir birliğin bulunduğunu savunan görüştür; Allah’ın yarattığı bütün nesnelere O’nun kendisi, parçası, gölgesi, yansıması vb diyerek yaratıklar ile Yaratıcıyı karıştırmakta ve bir bütün saymaktadırlar... Evet, her varlıkta O’nun mührü bulunmaktadır, O’nu bize tanıtır ancak O’nun kendisi değildir; herşey O’ndandır ama herşey O değildir!..

Nasıl bir yazının yazarı, bir resmin ressamı, bir evin ustası kendi eserinin içinde aranmazsa yüce Allah da yarattıklarının içinde aranmaz, aranmamalıdır... Allah başlangıçsız olup kendisinde değişiklik bulunmayan bir varlıktır; oysa evren (yaratıklar) sürekli olarak değişip durmaktadır... Ayrıca Kuran-ı Kerim’de herşeyin yok olacağı söylenir, demek ki O’ndan ayrı bir oluşumdur bu varlık alemi; O’nun eseridir ancak kesinlikle O değildir...

Yöntemi ne olursa olsun bunun tersini savunan kişilerin görüşleri hem geçersiz, hem de dayanaksızdır; evet, yüceler yücesi olan Allah aşkındır, içkin değil!.. O zamanla, mekanla, yönle, boyutla vb sınırlı değildir; Kuran’da gözlerin O’nu göremeyeceği, herşeyin yoktan yaratıldığı ve yokolacağı, O’nun benzeri hiçbirşeyin bulunmadığı açıkça dile getirilir; bütün bunlardan sonra yaratıklar ile Yaratıcıyı özdeşleştirmek olacak iş değildir!.. Daha önce de açıklandığı üzere evren yaratılmış olup yaratıcısı Allah’tır; Allah hep vardır ve hep var olacaktır...

Özetlemek gerekirse; Tanrı sevgisini çığırından çıkararak bütün varlığı O’nunla özdeşleştirmek, diğer bir deyişle O’na sayısız ortaklar koşmak (şirk) son derece yanlış ve gereksiz bir davranıştır; eser ile ustayı, yazı ile yazarı, kitap ile katibi, fiil ile faili karıştırmaktır... Tanrı, algı organlarımızla kavranamaz bir varlıktır; sınırlı olan bizlerin sonsuz olanı algılamamız nasıl düşünülebilir?.. Evet, yazar yazının içinde aranmaz...

« Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma... » ***

“Maddeden yapılmış olan, his organlarının esiri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamıyandan ne söyleyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zamanlı ve mekanlı olan, maddesiz, zamansız ve mekansız olana nasıl bir yol bulabilir?.. Mahluklara hiç benzemiyeni mahlukların dışında aramak lazımdır. Yeri olmıyanı, madde ve mekanın dışında aramalıdır. İnsanın dışında ve kendisinde görülen hiçbirşey O değildir; O’nun alametleridir... Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, la ilahe derken yok etmelidir...” Mektubat

Tanrı Sözcüğü

“Allah” yüce Yaratıcı’nın bütün sıfatlarını (Esmaü'l-Hüsna; Rahman, Rahim, Aziz, Kerim, Vedud, Rabb, Nur gibi) bildiren “özel adı”dır; Türkçeye “Tanrı” biçiminde çevrilemez, Tanrı “ilah” sözcüğünün karşılığıdır... Bununla birlikte Allah’ı belirtmek üzere “Tanrı, Yaratan, Yaratıcı” vb denebilir; Kuran-ı Kerim’de O’nun sıfatları kullanıldığı gibi, yine O’nu belirtmek üzere “ilah/tanrı” sözcüğü de kullanılmıştır...

« Tanrı’nız bir tek Tanrı’dır. O merhamet eden, merhametli olandan başka Tanrı yoktur » Bakara, 2/163

Tesadüf ve Kelebek

Mükemmel bir sarayın ustasını inkar edip, “bu bina taşların tesadüfen bir araya gelmesiyle yapıldı” diyen birine güleriz. Bir şiirin şairini tanımayıp, “bu şiir, sözcüklerin tesadüfen toplanmasıyla yazıldı” diyeni ciddiye almayız. Peki, biri çıkıp, canlıların, mesela bir kelebeğin tesadüfen var olduğunu söylerse ne der, ne ederiz?

Herkes atomların şuursuz olduğunu bilir. Yaratıkların yapı taşı olan atomlar, ilim, irade ve hayattan mahrumdurlar. Değil dünyadaki harika eserleri, kendilerini bile tanımazlar; bir Sanatkar tarafından kullanılmadıkça “eser” olabilirler mi?

Her eser, güzellik ve ahenginin diliyle sanatkarını ilan eder. Kelebeğin resmini tuvale aktaran ressamı takdir edip, aslını tesadüfe havale etmek akla uygun mu? Birbirine benzemeyen, ama hepsi de mükemmel olan suretler bile harika yaradılışlarıyla tesadüfün beş para etmediğini göstermeye kafi.

Varlıkların suretleri gibi büyüklükleri de birbirinden farklı. Kelebekle kartalı, göz ile kanadı yanyana koyarsak bu gerçeği açıkça görürüz. Hemen soralım, kelebek neden kartal kadar büyümüyor? Kanat neden metrelerce uzamıyor? Atomları belli sınır çizgilerinde durduran ne?

Bu suallere “tesadüf” deyip geçemeyeceğini anlayan tesadüfçünün “genler” diye fısıldadığını duyar gibiyim. Oysa gen, benim delilimdir. Çünkü, her gen bir plan örneğidir ve ilim sahibi bir planlayıcıyı gösterir.

Biz, o ilahi programa “kader” diyoruz. Atomlar mutlak manada “emir kulu” olduklarından kaderde yazılana aynen uyarlar.

Aynı şekilde, her plan bir “tatbik edici usta”nın şahididir. Planın bina yaptığı nerde görülmüş?

Her varlık belli kanunlarla meydana gelir. Canlılar, belirli kanunlar dahilinde hayatiyetlerini sürdürüler. Kanun ise, bir ilim ve şuur işidir. Şu halde, kanunun olduğu yerde tesadüfe yer yoktur. Çünkü tesadüf, cehalet ve şuursuzluğun ifadesidir.

Bir uçak tasavvur edelim ki, yakıtını kendisi temin ediyor, her yıl kendine benzer binlerce uçak üretiyor, pilotsuz uçuyor, konup kalkmak için özel havaalanı istemiyor, üstelik de avucumuza sığacak kadar küçük.

Bir mühendis çıksa da böyle bir uçak yapsa, bütün dünyanın takdirini toplar. O mühendisi inkar eden, uçağın tesadüfen yapıldığını söyleyen bir kimsenin ise, herkesin alay konusu olacağından şüphe yok.

Misali hakikate tatbik edersek, her kelebeğin, yukarıda hayal etmeye çalıştığımız uçaktan daha mükemmel olduğunu görürüz; üstelik kelebeğimiz canlıdır.

Diğer canlıların da kelebekten sanatça geri olmadığı malum. Bir bahar mevsiminde milyarlarcası yaratılan bu şaheserleri “tesadüf” kelimesiyle izah etmek mümkün mü?

Yedi harften mürekkep “tesadüf” kelimesinin bile tesadüfen yazılması imkansızken, milyarlarca atom harfinden meydana gelen varlıkların tesadüfen var olduğunu nasıl kabul edebiliriz?

Evet, yazı vardır harflerle yazılır. Yazı vardır nakışlarla yazılır. Yazı vardır ilimden harflerle, kanundan harflerle, sesten, nefesten, histen harflerle yazılır. Yazılar çeşit çeşittir, türlü türlüdür.

Her yazıyı herkes okuyamaz. Çünkü yazı vardır gözle okunur. Yazı vardır kulakla, vicdanla, akılla, kalble okunur. Bazı yazılar da vardır ki, ancak imanla okunur.

Kainat her nevi yazılarla dolu. Gülün kokusunda, kelebeğin kanadında, bülbülün sesinde, toprağın dirilişinde yazılar vardır. Suyun harelerle akışı, ayın ışıl ışıl parlayışı, koyunun şefkatle meleyişi, rüzgarın heyecanla esişi, insanın düşünüşü, sevişi, ağlayışı, gülüşü hep birer yazı örneğidir.

Kainat, çeşit çeşit yazılardan mürekkep harika bir kitaptır. Varlıklar ise, birer ibret levhası, mana sembolü ve hakikat habercisidir. (Ömer Sevinçgül)

Düşünce Pınarı

“Ahlaklı bir düşünüş, kişiyi Allah’ın varlığını kabul etmeye götürecektir” Emmanuel Kant

“Eğer gerçekten Tanrı olmasaydı, benliğimde bir Tanrı düşüncesi taşımam olanaksız olurdu” Descartes

“Allah’tan uzaklaşan, Allah’ı aramayan insan, ne kendisinde, ne de kendi dışında hakikati ve saadeti bulamaz” Pascal

“Sade insanlar, Allah’ı, güneşin harareti ve bir çiçeğin kokusu kadar doğal olarak hissederler” Alexis Carrel

“Materyalist, kalemi yazar, fırçayı ressam, çiviyi marangoz zannediyor. Hareketlerin ve kuvvetlerin arkasındaki ilim ve iradeyi görmek istemiyor...”

“Eser ustasını aşamaz. Halbuki materyalist mükemmeli noksanla izaha çalışıyor” Ömer Sevinçgül

“Bir çocuk nasıl mama aramak ihtiyacında ise, insan da Allah’ı aramak ihtiyacındadır” Henri Bergson

“İslam, Allah’a inanması için insanı, hurafeye inanmaya mecbur etmediği gibi; ilmin hakikatlerine inanmak için de Allah’ı inkar etmeye mecbur etmez” Muhammed Kutub

“Yol odur ki Hakk’a vara, göz odur ki Hakk’ı göre” Yunus Emre

“İşlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi failsiz olmaz” Bediüzzaman

“Bir tabiat kanununu ifade eden her formül Allah’ı öven bir ilahidir” Maria Mitchell

“Hikmetten anlayana manalı bir söz kafidir. Manen sağır olanlar, zaten hakkı duymazlar” Hz.Osman

“İnanmak istemeyeni hiç bir mantık inandıramaz” Cenab Şehabeddin

“Hidayet, ona doğru yürüyenlere koşar... Yağmurdan kaçanların kuraktan yakınmaya hakları yoktur” Selahaddin Şimşek

“İlim öğrenip de amel etmeyen kimse, çift sürüp de tohum ekmeyene benzer” Sadi Şirazi

“Cehalet maddi ve dünyevi bilgileri bilmemek değildir. Cehalet hakkı ve hakikati görmemektir” Atasoy Müftüoğlu

“İnanmıyorum, diyorsun; inanmadığına inanmıyorum, biliyorsun!..” Ali Suad

“Gördüklerim, görmediğim yaratıcının varlığına inanmaya beni mecbur ediyor...” Emerson

“Dinsiz vardır ki, inkarının esasları bir mabed teşkil eder...” Cenab Şehabeddin

“Mal sahibi, mülk sahibi! Hani bunun ilk sahibi?” Yunus Emre

“Hakikatler, yapraklarını hiçbir sonbaharın dökemediği asırlık ağaçlardır” Selahaddin Şimşek

Din Bir Gereksinimdir

Kimileri “dine gereksinim (ihtiyaç) yok, en azından gelecekte olmayacak!” diyorlar; ne kadar saçma bir yaklaşım!.. Böyleleri gerçeklerin içyüzüne inemeyen, cevizin kabuğuna takılıp kalan düşünce yoksunu kişilerdir... Dinin ne olduğunun ortaya konması onların bu görüşlerinin ne kadar gerçekdışı ve geçersiz olduğunu açıkça gözler önüne serecektir...

Din, “niçin?” sorusuna bir yanıt verir; evet, nereden geldik, nereye gidiyoruz, ölüm, ölüm sonrası, yaşam, iyilik-kötülük, varlık nedenimiz gibi sonu gelmez sorulara bir yanıt getirir, kişiye yaşamının amacını öğretip mutluluk yolunu gösterir; böyle bir araca kim “gereksiz” diyebilir? Bu sorunlar evrensel sorunlar olup din dışında bunlara yanıt verilemez... Bilim nasılı araştırır, düşünce varlıklar arasında ilgi kurar, akıl-göz-kulak gibi bütün duyu ve algı organlarımız ise sınırlı olup bu tür sorulara mutlak gerçek olan bir yanıt getiremezler...

İnsan düşünen bir varlıktır, varolduğu sürece de öncelikle bu soruları düşünecektir, öyleyse din tartışmasız olarak ve yeri doldurulamaz bir gerekliliktir... Bunun böyle olduğuna geçmiş bütün açıklığıyla tanıktır; bilimsiz, felsefesiz, sanatsız toplumlar görülmüştür ama dinsiz bir toplum görülmemiştir... Evet, din insan içindir ve bir gereksinimdir...

Sorun dinin varlığı değil kişilerin elinde yozlaştırılmasıdır, işte tavır alınması gereken de budur, yoksa dinin kendisi değil... Sorarım size; kişinin düşünce boyutunu sonsuza ulaştıran bir din mi uyuşturucudur, yoksa kişileri bu düşüncelerden alıkoyan, gerçekten soyutlayan dindışı yaklaşımlar mı? Bu sorunun yanıtı çok açık olsa gerek!..

İşte gerçekte “gereksiz” olan onların bu tür saçma yaklaşımlarıdır; sonuçsuz, acı getirici, özden uzaklaştırıcı yaklaşımları!.. Dine karşı çıkanlar, dinin her söylemine karşıt bir söylem getirirler, getirmelidirler... Demek ki inkar edilen din yerine yeni bir din! ortaya konmaktadır; hiç kuşkusuz ki bizim tercihimiz beşeri dinler değil ilahi (hak) din olacaktır, olmalıdır...

Günümüzde gücün ve paranın egemen olduğu haksız bir düzen sözkonusu, sömürü alabildiğine yaygın, ahlaksızlık dizboyu, ölçü ve tartıda haksızlık, rüşvet, faiz, kumar, adam öldürme, kayırıcılık, din ve bilim adamlarının gerçeği gizlemesi, puta-maddeye-akla-kadına-bilime, açıkçası Tanrı dışındaki varlıklara tapma, şirk, yolsuzluk, manevi boşluk.. gibi ne ararsanız var; dolayısı ile din hala bir gereksinim ve dünya hala İslam’a muhtaç, gerisi felsefe, hikaye...

Sonuç olarak, kişilere sorumluluklarının hatırlatılması ve öğretilmesi gerek; dahası, yaratılışından gelen din ve iman duygusunun doğru olarak karşılanması gerek, öyleyse insan var olduğu sürece din de var olacaktır...

***

Din duygusu doğuştan var olan bir duygudur; evet, kişinin içinde Tanrı’yı arayış duygusu yerleştirilmiş bulunmaktadır... Çocuk büyüdükçe kendiliğinden nedensellik kavramını öğrenerek varlıkla ilgili sorular sormakta, kendisini Tanrı’ya ulaştıracak konularla karşı karşıya gelmektedir... Bu konulara ancak dinin bir yanıt verebileceği belirtilmişti; demek ki din (hava, su ve ışık gibi) doğuştan varolan bir gereksinim olup, diğer gereksinimlerimiz gibi bu da bize gönderilmiştir; ondan yüz çevirmek özümüzden uzaklaşmaktır; sorunun çözümünü elimizin tersiyle itmektir...

« Hakka yönelerek, kendini Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler. » Rum, 30/30

Kişideki bu arayış ona kendi konumunu da gösteren bir iyiliktir, böylece o büyüklenmemesi gerektiğini öğrenmektedir, buna karşın büyüklenenler, kendileriyle de çatışan, öz değerlerinden kopuk kişilerdir... İçindeki arayış ve yönelişe engel olmaya çalışan kişi, çıkmaz bir yoldadır; akıldışı ve mantıksız bir davranış sergilemektedir, bu haliyle başkalarını eleştirmesi de ayrı bir zavallılık!..

Evet, dine karşı çıkanlara sormak gerek; “hiç neden, niçin demiyor musun?” Diyorsun; öyleyse din “gerekli”!..
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:23 am

İnanç yaratılışın gerektirdiği bir zorunluluk olduğu gibi, akıl ve mantık da bunu gerektirir; hiç kimse bir işin failsiz, bir eserin ustasız olabileceğini savunamaz... Evet, gerçekler böylesine ortada iken kimileri şu veya bu yöntemle, şu veya bu yaklaşımla inançsızlık etmekte, üstüne üstlük bu tutumunu savunarak başkalarını suçlayabilmektedir!..

“Yazar olmadan yazı, ressam olmadan resim olur” diyememekte fakat yüce Allah’ı inkar edebilmektedirler... Bu yüzden inançsızların düşünce boyutu bana son derece kısır gelir, onları anlayabilmem oldukça güçtür ve düşünmesini bilenler için şu ayetler yeterince açıktır;

« Onlar, yaratan olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa yaratanlar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır, Allah’a kesin olarak inanmıyorlar. » Tur, 52/35-36

Varlık, var edicisinden ayrı olarak düşünülemez, düşünülürse gerçeğe ulaşılamaz; işte Kuran yüce Allah’ı bize bütün yönleriyle tanıtır, bu konudaki bütün yanlış anlayışlara bir son verir... Kuran O’nun adıyla başladığı gibi O’na sığınmayla son bulmaktadır, ne güzel bir uyum; varlığın başlangıcında da, devamında da, sonucunda da yüce Allah vardır...

O’nu varlıktan soyutlamak, sözcükleri manalarından ayrı düşünmeye benzer, O’nsuz her açıklama boş ve eksiktir... Varlık Emrullah, varlık yasaları Sünnetullah, insan Abdullah, Kuran Kitabullah ve Hz.Muhammed “sav” Resulullah... Bu bütünlükten birini eksik bırakmak yanlışa sapmak demektir...

Evren bize Allah’ı hatırlatır, O’nun sayısız belgeleri ile doludur... Varlığımız Allah’ın kudret elindedir... Biz O’na muhtacız, muhtaç olan ise ihtiyaçlarını yüzçevirerek değil yönelerek elde edebilir... Öyleyse yönelişimiz, her zaman için Rabbimize olmalıdır...

Din Üzerine

Din, insanlara doğruyu gösteren kurallar bütünüdür... Allah'ın elçileri aracılığıyla insanlara ulaştırdığı Tanrısal Yasalar'dır... Sözcük olarak karşılığı ise; yol, yasa, düzen, inanç, boyun eğme gibi anlamlardır...

Din kuşkusuz gereklidir; insanlar akılları ile Allah'ın varlığını bulabilseler bile, O'nun temel niteliklerini, kendi sorumluluklarını, nasıl kulluk edebileceklerini, ölüm sonrasını vb. kavrayamazlar...

İşte bu gibi konuları insanlara bildirecek olan dinler ve dinlerin öğreticisi konumunda olan elçilerle kitapların varlığı gereklidir... Onlar iki dünya saadetinin yolunu, insanların birbirleriyle ilişkilerinin biçimini, görgü kurallarını anlatacaklardır ki, insanlık ilerleyebilsin, yaratılış amacına uygun bir yola girebilsin...

Diğer canlılarda ve hatta cansızlarda bile önderi olmayan varlık yokken insanlar nasıl başıboş bırakılabilir? Evet, Allah insanlara din göndermiştir ve bu dinlerin sonuncusu da İslam Dini'dir... İslam Dini'nin kurallarını koyan Yüce Allah, uygulayıcılığı ile örnek olan ve açıklayan Hz.Muhammed'dir. Dinin kaynakları ise Kuran-ı Kerim, Sünnet (Hadisi Şerifler), İcma (Görüş Birliği) ve Kıyas (Usa vurma) olarak belirlenmiştir...

Bunların hepsi yukarıya doğru birbirine uymak durumundadır... Örneğin ne kadar “güvenilir” denilse de Kuran'la çelişen sözlerin dinen bir anlamı olamaz... Doğrudan Kuran bu konuda bizlere kanıttır;

« Kuran'a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir. De ki: “Rabbim kimin doğrulukla geldiğini, kimin apaçık sapıklıkta bulunduğunu en iyi bilendir” » Kasas, 85

Bu ayetten açıkça anlaşılacağı üzere bütün müslümanlar gibi Hz.Muhammed de Kuran'a uymakla yükümlüdür, yaşayan Kuran olan birisinin Kuran'a aykır1 davranışlar içerisine girmesi ya da Kuran'a aykırı sözler söylemesi düşünülemez... Bu nedenle Kuran'la çelişen sözlere ve rivayetlere değer verilmemesi gerekmektedir... Evet, kaynak aynı ise, ki öyle; “Muhammed'ül Emin” değil, “Sahih/Güvenilir” denen çalışmalar sorgulanmalıdır...

Din öncelikle insanları Tek Allah inancına çağırır... Bundan sonra diğer inanç konuları, kulluk görevleri, kişisel ve toplumsal ilişkiler, ahlak esasları gelir... Dini ortaya koyan ve bu konuda yetkili olan tek kişi Yüce Allah'dır... Elçiler melek (Cebrail) aracılığıyla aldıkları bilgileri olduğu gibi toplumlarına ulaştırmakla görevlidirler; Allah'ın buyruklarına kendilerinin ekleme yapması ya da bu buyruklardan eksiltmede bulunmaları söz konusu olamaz...

Belirlenen bu buyruklar insanı yaratanca insanlar için konulmuştur; dolayısı ile insana uygun, akıl ve mantığa yatkın ve en güzel kurallardır; evet, bu kurallar kişileri iyiye ve güzele ulaştırır... Amacı insana kendisini tanıtmak, sorumluluğunu bildirmek ve iki dünya mutluluğuna ulaşmasını sağlamaktır...

Kişiler din seçiminde özgür oldukları gibi kulluk görevlerini yapıp yapmamakta da özgürdürler... Bu tür sorumluluklarının karşılığını bütünü ile ölüp dirildikten sonra alacaklardır... Hiç kimse dinini değiştirmeye ya da kulluk yapmaya zorlanamaz...

Şunu da belirtmek gerekir ki, insanın ruhsal yönü ve toplumsal yapı bir dine gereksinim duyulduğunu açıkça gösterir... Günümüze kadar dinsiz ya da inançsız bir toplum görülmemiştir... Nitelikleri farklı olmakla birlikte insanlar çeşitli varlıklara tapmışlar, çeşitli dinlerin peşinden gitmişlerdir... Demek ki, insanın doğasında var olan inanma ve din duygusunun karşılanması gerekmektedir... Bu noktada da görev elçilerin ve kitaplarındır... Onlar insanlara en doğru yolu gösterirler, böylece insanlar akıl, irade ve bilinçlerini kullanarak Allah'ı ve O'nun buyruklarını, kulluk sorumluluklarını kavrarlar...

Evet, insan kendini bilip düşünmeye başladığında “niçin?” demiştir; nereden geldim, nereye gidiyorum türünde sayısız sorulara yanıt bulmaya çalışmıştır... Bu da gereklidir; ölümü yokluk olarak algılarsak yaşamın ne anlamı kalır? Sonrası düşünülmedikten sonra buna kim dayanabilir? Düşünsenize yokluğa gidiyorsunuz; böyle bir yaşam çekilir mi? Gittiğiniz yollar altından olsa bile uçuruma doğru gidiyorsanız hiç içiniz rahat ve mutlu olabilir misiniz? Evet, mutluluğun anahtarı inanmaktır...

Birey, beden ve benlik (ruh) olmak üzere iki parçadan oluşur... Bedenin gereksinimleri olduğu gibi ruhun da gereksinimleri vardır ve bedenin de üzerinde bir etkinlik gösterir... Bedenimizin yeme, içme, barınma, sağlık gibi gereksinimleri karşılanmazsa hasta olur... Benzer biçimde ruhun gereksinim duyduğu inanma ve sonsuzluk duygusu yanıtlanmadıkça kişinin ruh sağlığını bulması çok zor olacaktır... Düşünsenize kendini bir ot gibi gören insan, insanlığının farkına nasıl varabilir?..

Kişilerin taşıdıkları din duygusu imanla karşılanmazsa mutsuz olurlar; diğer düşüncelerin onları doyurabilmesi olanaksızdır... Evet, insanın Allah, yaratılış, kulluk, ölüm, ölüm sonrası gibi arayışlarının yanıtlanması kuşkusuz büyük bir gereksinimdir... Bu tür soruların yanıtı da ancak din ile verilebilir... Din kişiye yaşamının anlamını öğretir; gerçekten amaçsız bir biçimde yaşayan kişinin varlığı bir hiç değerindedir...

İslam Dini'ne gelirsek; İslam en son ve olgun dindir... Bütün insanlığı kapsar; açıkçası evrenseldir... Bu dinin Elçisi olan Hz.Muhammed de son elçidir... Bundan dolayı Kuran ve İslam kıyamete kadar görevlerini yerine getireceklerdir ki, güneş gibi bütün çağlara seslenebilecek niteliktedirler...

Kelime-i Şahadet: “Eşhedü en lailahe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve rasuluhü” (“Ben tanıklık ederim ki, Allah'tan başka tanrı yoktur... Ve yine tanıklık ederim ki (Hz.) Muhammed O'nun kulu ve elçisidir”) Evet, bu sözler İslam'ın temelidir... Bu sözleri inanarak söyleyen kişi müslüman olur... İslam inancının temeli Allah'a, meleklere, kitaplara, elçilere, kaza ve kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, öldükten sonra dirilişe ve ahiret gününe inanmak oluşturur... Bu inançların kişinin yaşamına getirdiği olumlu etkiler sayılamayacak kadar çoktur...

Din ve İslam Dini

İslam Bilginleri Kuran'ın verilerine dayanarak din için şu tanımlamaları yapmışlardır: 1. Allah'a teslimiyet; 2. Allah ’ın insanlığa yönelik hükümler halinde kanunlaştırdığı buyrukların tümü; 3. Tanrısal buyruklar toplamıdır ki, akıl sahiplerini kendi serbest seçenekleriyle, doğrudan doğruya hayra iletir; 4. Akıl sahiplerini kabule çağıran tanrısal mesajlar toplamı

Kuran, çok açık bir biçimde insanlar ve cinler dışındaki tüm varlıkların Allah'ın iradesine (kanunlarına) uyduklarını belirtir. Bu yüzden insan elinin ulaşamadığı her yerde tam bir denge, barış ve adalet hakimdir. İnsan ise kendisine verilen irade ve bilgi ile bu denge ve barış ortamına ve kanunlarına uyup uymamakta özgürdür...

İnsanın bu iki yönlü yapısı sayesinde çeşit çeşit eğilimler, arzular ve duygular içindedir. İnsana, yer yüzünde yaşamını sürdürebilmesi için üç temel kuvvet/güç verilmiştir:

a) Kuvve-i şeheviye (yeme, içme, üreme... dürtüleri);
b) Kuvve-i gadabiyye (savunma ve korunma için gerekli tepki gösterme, mücadele, savunma... dürtüleri);
c) Kuvve-i akliyye (düşünme, muhakeme, zeka... dürtüleri)

Bu kuvvetler yaratıcı tarafından sınırlandırılmamış olup insanın bu konularda iradesini kullanması istenmiştir. Eğer insan sahip olduğu bu kuvvetleri bireysel ve toplumsal hayatının barış içinde düzenli olması için gerekli biçimde sınırlandırmazsa bu iç güçler “iffetsizlik, hak adalet tanımama, hakka tecavüz; önü alınmaz ve gereksiz öfke, yanlışı doğru, doğruyu yanlış gösterme; demogoji” gibi uç noktalara kayar ve bunun sonucunda bireysel ve toplumsal yaşamda her türlü olumsuzluk baş gösterir.

İnsan, gerek bu olumsuzlukları, haksızlıkları ve sömürüyü önlemek, gerekse bu nitelikleri kendisine ve topluma yararlı, mükemmellik boyutuna ulaştırmak için, kapsamlı bir bilgiye (akla, adalete) muhtaçtır.

İşte, kişiyi kendi hayatında tam bir mutluluk, uyum ve barış içinde geçirebileceği mükemmelliğe ulaştırabilecek ve toplumda barış ve adalete dayalı bir yapı oluşturabilecek mükemmel bilgi (tümel akıl) Allah tarafından gönderilmiş Hak (doğruya, adalete dayalı) DİNDİR.

Bu noktada elçi, dinin uygulanmasını sağlayan, onu pratik hayata en mükemmel şekilde aktaran kişidir. Dini pratikler demek olan ibadet ise dinin hakikatlerinin insanı aydınlatmasını, onun kalbine yerleşmesini sağlayan İlahi yasalardır...

Din “gerçek din” Olmazsa Ne Olur?

İnsan gerek bireysel gerekse toplumsal yaşamda kurallara uymakla ancak barış ve adalete kavuşabilir. Bu kurallar eğer İlahi Adalete ve barışa dayalı (İlahi kanunlar) değilse, onların yerini insanların veya insanlar adına bir kişi veya grubun koyduğu kurallar alacaktır. Bu durumda insan ürünü düşünce ve ideoloji sistemleri (beşeri dinler) ortaya çıkar.

Bu dinlerin tanrıları, onları ortaya koşanların nefis ve arzularıdır, heves ve tutkularıdır. Bu dinlerinde inanılıp kabul edilmesi gereken bir takım kuralları vardır. Allah'ın (zülüm ve sömürüye neden olduğu için) asla razı olmadığı bu dinlerde pek çok putlar bulunur. Genelde bu dinlerin toplumsal hayattaki dayanak noktası kuvvettir. Güçlü olan haklıdır ilkesi). Hayat prensipleri kavgadır, mücadeledir. Toplumsal bağları, ırkçılık ve milli çıkarlardır. Hedefi insanın mutluluğunu sağlayamayan hevesleri tatmin ve ihtiyaçları sun'i olarak arttırmaktır.

Hak dinin esası ise; İlahi adalet ve barış yasalarına uymaktır (kulluk). Hak dinin toplum hayatındaki dayanak noktası, haktır (Haklı olan güçlüdür) Gayesi, manevi tekamül (mükemmellik) ile Allah'ın isimlerini (O'nun keremini, adaletini, sevgisini) yansıtmaktır (Allah'ın razı olması budur) Hayat prensibi, mücadele değil yardımlaşmadır. Toplum fertleri arasındaki bağ, çıkar bağı değil; düşünce, hedef, ideal bağıdır. Sonuç ve hedefi insanı olgunlaştırmak, gerçek mutluluk ve barışa ulaştırmaktır.

Batılı din tarihçilerinin varsayımlarının tersine insanlığın ilk dini animizm veya totemizm gibi "ilkel" dinler değil, Kuran'ın deyimiyle İslam'dır. İnsan, insan olmak noktasında her zaman aynı özü taşıdığından Allah'ın insanlar için gönderdiği din, temelde (özde) aynı ve tek olmuştur. Hz.Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed gibi tüm resullerin getirip duyurduğu, nebilerin de uyup tatbik ettiği din her zaman aynı olmuştur. Ama her defasında birtakım olumsuz sebeplerle bu dinden uzaklaşan insanlar yine temelde aynı şekilde değişen dinler üretmişlerdir.

Böylece “ilkel, batıl, şirk dinleri” ortaya çıkmıştır. Nitekim Hinduizmin kutsal metinlerinden olan Vedaları inceledikten sonra, Alman filozofu Schelling şöyle demiştir;

“Bütün insanlık önceleri tek varlıktı (bir ümmetti). Ve tek bir Tanrıya inanıyordu. Sanki en eski din (yani el-İslam) yıldız yıldız parçalanmış...” Kaldı ki günümüzde ilkel dediğimiz totem ve tabuların çağdaş kılıklara büründüğünü görmemek mümkün değildir.

Batıda Dine Bakış

Toplumumuzda geleneksel anlayış, dini çok dar anlamda ele almaktadır. Din denilince sadece Allah'a inanmak, ibadet gibi kavramları hemen çağrıştıran inanç sistemleri akla gelmektedir.

Oysa inanmak ve ibadet kavramlarını en geniş anlamlarıyla ele aldığımızda herkesin bir şeylere inandığı, bir şeylere yöneldiği (ibadet ettiği) görülür. Örneğin: Kimi insanların bilimin her şeyi çözeceğine imanı vardır. Kimilerinin gelecekte proleterya (işçi) diktatörlüğü kurulacağına imanı vardır...

Batılı ruhbilimcilerden Erich Fromm'un şu tanımı ilgi çekicidir; “Bir topluluğun bireylerince paylaşılan ve o bireylere belli bir yöneliş, belli bir bağlanma amacı kazandıran herhangi bir düşünce ve eylem sistemidir. Gerçekten benim benimsediğim bu geniş anlamda din olgusuna sahip olmamış hiçbir kültür yoktur. Ve öyle görünüyor ki, gelecekte de olmayacaktır” (Psikanaliz ve Din, s31)

Erich Fromm yine doğru bir tespit olarak bugünkü Batı ideolojilerini de yapıları bakımından ilkel birer din olarak görüyor ki, biz de bunu doğruluyoruz:

“Kültürümüzde totemcilikle karşılaşıyor muyuz? Evet hem de yaygın olarak; ama bu soruna sahip olan insanlar çoğunlukla ruhsal yardıma gereksinmeleri olduğu kanısını taşıyorlar. Kendisini bütünüyle devlete bağlı sayan ya da partinin çıkarını biricik değer ve doğruluk ölçütü sayan, yaşadığı topluluğun simgesi olan bayrağı kutsal bir nesne olarak gören bir kişi, tutumu kendisine tamamen akılcı gibi gelse de klan dinine ve totem tapımına sahip bir kişidir. Faşizm ya da Stalincilik gibi sistemlerin milyonlarca insanı bütün kişilik ve mantıklarını “doğru da olsa yanlış da olsa benim ülkem” ilkesine kurban etmeye nasıl yöneltildiğini anlamak istiyorsak bu yönelişin totemci, dinsel niteliğini dikkate almamız gerekir”

“İnsan hayvanlara, ağaçlara, altından ya da taştan yapılmış putlara, görünmez bir Tanrıya, ermiş bir kişiye ya da şeytanca özellikleri olanlara tapınabilir. Atalarına, ulusuna, sınıfına ya da partisine, para veya başarıya tapınabilir. Sarıldığı din, yıkıcılığın ya da sevginin, baskının ya da kardeşliğin gelişmesine elverişli olabilir, insanın akıl yeteneğini geliştirebilir ya da köreltebilir. İnsan bağlandığı sistemin laik dünyadaki sistemlerden farklı olan dinsel bir sistem olduğunun ayırdında olabilir. Ya da hiçbir dine bağlı olmadığını düşünebilir ve güç, para ya da başarı gibi birtakım sözde din dışı amaçlara bağlanmasını kendi çıkarının bir gereği gibi yorumlayabilir. Bu noktada DİN Mİ, DİN DEĞİL Mİ? sorusu önem taşımamaktadır, önem yaşıyan ne tür din sorusudur. Bağlanılan din, insan gelişimini yalnızca insana özgü olan yeteneklerin açılıp serpilmesini sağlamakta mıdır, yoksa bunları kösteklemek midir?” (s36)

İslam'ın bu açıdan niteliğine baktığımızda şunu görüyoruz: Allah insanın özüne hiçbiri istisna edilmeyerek İlahi sevgi cevherini koymuştur. İnsan bu özünü imanın ışığı ile, İslam'ın toprağında geliştirerek mükemmelleştirecektir.

Açıkçası İslam, insanı ahlaki sorumluluk ve seçme yeteneğine sahip, gönlünün özünde İlahi sevgi olan bir varlık olarak nitelendirir; “O'ndan geldiniz, O'na gidiyorsunuz” (Bakara, 156), “Onlar (inananlar) Allah'ı sever, Allah da onları sever” (Maide, 54). Şimdi de insanı mükemmelliğe ulaştırmayı amaçlayan İslam (Allah'a yönelme ve teslim olma) dininin özelliklerine bakalım;

Gerçek Dinin Özellikleri

1. Din İlahi Bir Konumdur

İslam dini insan doğasının (fıtratının) dinidir. İslam dini mutlak mükemmelliği, yüceliği ve güzelliği temsil eden Yaratıcıya bağlanarak yönelme işidir. Bu noktada İslam dini tüm yaratılanları, mükemmelliği temsil eden Allah'a bağlar. İnsanı ezeli ve ebedi olan Allah'a bağlayarak ona ebediliğin kapısını açar. Onu İlahi rahmetin, keremin, sevginin yeryüzündeki aynası olarak tanımlar; “En sevdiğiniz şeyi vermedikçe imana ulaşamazsınız” (Ali İmran, 92)

İnsanı gerçeğe ulaştıran dinin koyucusu Allah'tır. Hiçbir elçi duyurduğu dinin kurucusu değildir. Bu yüzden din, kendisini anlatan elçinin adına izafe edilemez...

2. Din Akıl Sahiplerine Seslenir

İslamın muhatabı akıl sahibi varlıklardır. Bu noktada akılcı olmak ile akıllı olmayı birbirine karıştırmamak gerekir. Akıl sınırlı, sonlu, zamana bağımlı olarak olayları ve kavramları algılar; sınırsız, sonsuz ve zamana bağlı olmayan olay ve kavramlar aklın kavrayış sınırlarının ötesindedir. Dinin bir kısım gerçekleri, aklın kavrayış sınırları içindeyken bir kısmı dışında kalır. Bunlar insanın başka bir kavrama yeteneğini içerek kalp/gönül (sezgisel kavrayış yeteneği) tarafından algılanır.

Akıl üstü olmakla, aklı merkezi bir rol sahibi görmek nasıl bağdaşır? Yanıt açıktır; bir gücün sınırlarını belirlemek ve o gücü bu sınırlar içinde tutmak onu inkar etmek değil, evrensel işlevini daha iyi yapmaya itmektir. Çünkü bir şeyin gücünü inkar kadar ona taşıyamayacağı yükler yüklemek de olumsuz sonuç doğurur. Bu evrensel bir yasadır. Kuran'ın deyimiyle; “Allah hiçbir kişiye taşıyamayacağı yükü yüklemez” (Bakara, 286)

İslam bir din olarak akıl sahiplerini muhatap alarak akla en büyük değeri verirken, ona kavrayamayacağı şeyi yüklemez. Kaynağı bakımından vahye dayalı olan İslam bu nedenle akıl ile asla çelişme ve çatışmaya girmez. Zaten aklın da dinin de sahibi tek ve aynı kudrettir. O kudretin elindeki iki varlık arasında asla çelişki yoktur; “Rahman olan Allah'ın yaratışında ve yarattıklarında çelişme ve uyuşmazlık göremezsin” (Mülk Suresi, 3)

Akıl ile vahyin çelişir gibi görünmesine insanın inadı ve aceleciliği sebep olur. Yani bu noktada sebep, insanın sabırsızlığıdır. Bizler öznel dürtülerle yanlış değerlendirmelerle acele ederek vahyin ortaya koyduğu kuralları hemen anlamak istiyoruz. Çünkü aklın anlamak, peşinde olduğu şeyi derhal açıklamak ve sebeplere bağlanmak gibi temel bir tavrı vardır. İlahi vahiy bazı noktalarda öyle şeylere değinir ki, bunlar ancak zamanla anlaşılabilir. Akıl işte bu bakımdan en büyük maharetini; vahye teslim olması gereken yerde durmakla gösterecektir.

Aklın vahiy önündeki teslimiyetinin aksiyona dönüşmesine ibadet diyoruz. Bu kabul ve teslimiyet aklın mahkumiyeti değil, sınırları içinde ve acele etmeden iş görmesidir. Kuran, aklın iş görmesini yüceltmekle kalmaz ayrıca emreder. Bunun yanında Kuran, ilk ayetlerden itibaren gaybe inanmayı gerekli görür.

Gayb ne demektir? Gayb, vahiy tarafından tespit edilen ve duyu organlarıyla algılanamayan sırlardır. Bu sırlar, insanoğlunun önüne vahiy ile açılıyor ve insan bunlara inanmaya çağrılıyor. Zaten duyu organlarımızın sınırlılığı bize gaybın olduğunu açıkça göstermektedir. Bu noktada bir insanın gaybe inanmaması ve bunları akılla çelişir görmesi “benim duyu organlarım her şeyi algılıyor” demek kadar yanlıştır...

Buradan şunu anlıyoruz ki, zamana bağlılık kaydını dikkate almadan vahyin verilerini anında kavramak ve onlara akıldan onay çıkarmak endişesi bizi çıkmazlara sokmaktadır. İnsanoğlunun bu hatası bir kenara bırakıldığında akıl ile vahyin çatışma ve çelişmesi sözkonusu olmaz.

3. Dinde Serbest Seçim (İnanç Özgürlüğü) Esastır

Allah ile insan arasında hayatın tümünü dolduracak genişlikte ve süreklilikte olan din ilişkisi, hürriyeti gerekli kılmaktadır. İnanç hürriyetinin olmadığı yerde dinden söz edilemez. Burada kastettiğimiz hürriyet hiçbir baskı ve zorlama olmaksızın kulun davranışlarını içten bir istekle sergilemesi anlamında bir serbest seçim ve karar vermedir.

Dinin gönderilişinde maksat Şatibi'nin ifadesiyle “İnsanı zorunlu kulluktan serbest seçime dayalı kulluğa yükseltmektir” Bunun dayandığı yaratılış yasası Kuran'da şöyle belirtilmiştir; “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256)

4. Din İnsanı Mutlak Güzelliğe, Barışa ve Hayra İletir

Evrenin bir düzeni vardır. Bu düzenin de çeşitli yasaları vardır. Bize göre bu yaradılış düzenine uymak, insanı mutlak güzelliğe, mükemmelliğe iletir.

İslam dini mutlak hayra, güzelliğe, mükemmelliğe çağırma ve iletme konusunda insanların farklı görüşlerine değil, genel ve değişmez fıtrat (insan ve evrenin yaradılış) yasalarına öncelik tanır.

İnsanın, iletildiği mutlak hayrı her zaman kendi aklıyla açıklığa kavuşturmasını beklemek, insanın gelişimini aksatan ve sonuçta bizzat insanın başına bela olan bir tutumdur. Tarih boyunca nice felsefe ve ideolojilerin insanları ne hale getirdiğii açıktır.

Unutmamak gerekir ki din sadece hayra çağıran bir kurum değil aynı zamanda ileten bir kurumdur. Din aynı zamanda koruyucu bir kurumdur. İslam bilginleri bu korumayı beş bölümde incelerler; Ruhsal Yapıyı Koruma, Nefsi Koruma, Nesli Koruma, Malı Koruma, Aklı Koruma...

Din Afyon Mudur?

"Din afyon mudur?” sorusuna verilecek doğru yanıt “Evet afyondur” ya da “Hayır afyon değildir” demek olamaz. Bu soruya önce “siz hangi dinden sözediyorsunuz?” diyerek ilk “yanıtı“ vermek gerekir. Marks’ın dediği gibi evet bazı dinler afyondur. Ama hangileri? İşte Marks’ın soramadığı bu soru onun çelişkisidir.

Kuran birçok ayette dini; çıkarları hesabına kullanan, değiştiren, ekleme ve çıkarma yapanlara dikkatimizi çekmektedir. Kuran’da hak dine karşı çıkanlar üç sınıfa ayrılmıştır:

a) Kendilerini Allah’ın yerine koyarak hüküm koyan veya onları saptıran din bilginleri...

b) Hak dinden dolayı çıkarlarını kaybeden, sömürü çarkları bozulan sermaye sahipleri (Marks’ın kulakları çınlasın)...

c) Hak dinin gelişiyle iktidarları yıkılan (veya yıkılacak olan) iktidar sahipleri...

Şimdi insafla soralım;

İktidar sahiplerini yerlerinden eden, sömürücü sermaye sahiplerinin rahatını ve keyfini kaçıran, din yoluyla kendilerine çıkar sağlayanları uyaran ve onlara cehennemi müjdeleyen bir din (İslam) afyon olabilir mi?

Böyle bir dine afyon diyenin ya aklı ve vicdanı yoktur ya da afyonla uyuşmuştur... Yahut kendi yaptığı yeni bir din ile insanları uyuşturmak istemiştir.

Evet soruyoruz:

İnsanları köleleştiren Mekke aristokrasisine başkaldırmayı emreden din mi afyondur? Köle olan Bilal’e efendisine! başkaldırma bilinci veren din mi afyondur? Sömürü düzenleri bozulmasın diye Peygambere para, kadın ve mevki teklif eden Mekke burjuva ve diktatörlerine, “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz de ben bu dinden vazgeçmem” diyen Peygamber’in getirdiği din mi afyondur?

Kızını öldüren müşrik Ömer’den, adaletin zamanlar üstü örneği olan Hz.Ömer’i çıkaran din mi afyondur?

Hak ve adaletin yeryüzünde yayılması için bütün varlığını feda eden, kadınlık timsali Hz.Hatice’yi şekillendiren din mi afyondur?

15-20 yılda İran’ı, Bizans’ı, Afrika’yı sarsan ve fetheden insanları yetiştiren din mi afyondur?

Okuma-yazma öğretmeleri karşılığında savaş esirlerini serbest bırakan bir din mi afyondur?...(Din Bu 1, 2 ve 3’e Cevap, Bahaettin Sağlam-İsmail Acarkan, Kavram Yayınları)

Kötülük İçin Kullanılan Kötü Müdür?

Kişilerin kötülük aracı olarak kullanamayacağı hiçbir varlık yoktur; dolayısı ile düz bir mantıkla “şu kötüye kullanılıyor, öyleyse kötüdür, ortadan kaldırılmalıdır” demek son derece yanlıştır, böyle bir anlayışla bütün varlığı yoketmemiz gerekir!.. Bir örnekle konuyu açalım; bıçak, ekmek kesmek yerine adam kesmek için kullanılırsa suç o bıçakta mı olur?..

Din de böyledir; o, insanlar için, insanların iyiliği içindir ve suç onu kötüye kullananlardadır!.. Bu farkı farketmeyenler veya farketmek istemeyenler akıllarını kötüye kullananlardır, öyleyse bu mantıkla - ki inançsızların sıkça yaptığı üzere mantık da kötüye kullanılabilir! - akıllarını da bir tarafa atsınlar, artık ona ihtiyaç yok!.. Gerçek şudur ki; din güneşine tavır almak, ışık ve aydınlıkla savaşmak, karanlığa gömülmek demektir!..

İnanç Yaratılıştandır

Beynimizin sağ yarım küresinde inanç merkezimiz vardır, demek ki beynimiz inanmaya ayarlanmıştır, ne mutlu sağduyulu olanlara!.. Göz görmek için, kulak duymak için, deri dokunmak için, dil tatmak için, burun koklamak için, gönül sezmek için, beyin düşünmek için olduğu gibi inanç merkezi de inanmak içindir!.. Önemli olan bakıp da görmek misali doğru inancı yakalayabilmektir!.. Ve bu yüzdendir ki ilk insandan beri inanç hep varolagelmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır... Bütün bu gerçeklere karşın din eğitimini engellemeye çalışan düşünce yoksunu kişiler bulunmaktadır; ne kadar yanlış bir tutum, yazık, çok yazık!..

Evet, yaratılışı ve yaratılmışlığı karşısında insana düşen görev Yaratıcısına yönelmektir; her an sayısız nimetlerini bizlere sunan bu yüce varlığı görememek, ve sorumluluğunun bilincinde olamamak hiçbir insana yakışmaz... Bu durum apaçık bir gerçek olmakla birlikte, kendileri Yaratıcılarına yönelmeyen ve başkalarını da O’na yönelmekten alıkoyanlar vardır...

Bunlar, insanların bir inanç sahibi olmaları durumunda yaşayışlarını bu inanca göre düzenleyeceklerini çok iyi bildiklerinden kendi yanlış düşüncelerini ve düzenlerini egemen kılabilmek için değişik yollara başvurmaktadırlar... Yaratıcısını Allah bilenin O’na yönelmesinden daha doğal bir davranış olamaz; bunu yapan kişi yalnızca Allah’a karşı sorumlu olduğunun bilincine varacağından dindışı güçlerin kendi düzenlerini yutturma çabalarına kanmayacaktır...

Gerçekten de eğer insan burada aklını başına almazsa ahirette en büyük düşman olarak göreceği bu kişileri şöyle suçlayacaktır; «Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslayanlara: “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah’ı inkar etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” derler.» Sebe, 34/33

Varlığın Dili

Varlık binbir diliyle sana sesleniyor; beni bir Yaratan var... Ben nasıl belli bir yörüngede düzenli ve uyumlu bir biçimde dönüyorsam sen de bir elçinin önderliğinde, diğerleriyle birlik olarak yürü, içindeki sonsuzluğa kavuş!.. Toprağın dirilişini görerek, öldükten sonra dirilişten kuşku duyma!.. Varlıktaki düzene, uyuma, güzelliğe, sevgiye.. bakarak Yaratıcını tanı; çiçeklerin güneşe, ırmakların denize yönelmesi gibi sen de O’na yönelerek mutluluğa ulaş!.. Düşünürsen bunun zor olmadığını kavrarsın, sorun sende!..

Kuran-ı Kerim O’nun sözlü/yazılı belgesidir, varlığın bir özetidir; oysa sözsüz/yazısız belgeleri herkese açıktır... Sorun, bakıp da göremeyenlerde, işitip de duyamayanlarda; evet, eksiklik yalnızca onlarda!.. Her varlık bir çağrıdır, önemli olan bu eşsiz çağrıya uyabilmektir... Düşünmesini biliyorsan; “herşey bana seni hatırlatıyor” diyebilirsin, yeter ki bir insan olarak düşünebilmeyi öğren!.. Pencereye bakmak ile pencereden bakmak çok farklı; sen dışarıyı da gör, varlığın arkasındaki o büyük gerçeğe ulaş...

“Kuran’ı Hz.Muhammed Yazmıştır” Diyorlar?

Eğer Kuran-ı Kerim’i Hz.Muhammed’in kendisi yazmışsa dünyanın gelmiş, geçmiş ve gelecek en büyük bilimadamı, düşünürü, tarihçisi, edebiyatçısı, sosyologu, sualtı araştırmacısı, gezgini, hakimi, öğretmeni, askeri, yazarı.. ve astronomudur... Bütün bu özelliklerin - hem de bilgiden uzak bir toplumda yaşayıp, eğitim almamış ve de okuma-yazma bilmeyen - bir insanda toplanması düşünülemez, böyle bir durum olanaksızdır, dolayısı ile Kuran-ı Kerim’in yazarı Muhammed'ül Emin değil, Onun da açık bir biçimde bildirdiği üzere yüceler yücesi olan Allah’tır; bu apaçık gerçeğe karşı çıkanların ise geçerli hiçbir nedenleri yoktur ve olamaz... “Cahiliyye devrinde, yetimdeki edeb ve ümmideki ilim, mucize olarak sana kafidir” sözü gerçeği arayanlar için ne güzel bir ölçüdür...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:23 am

Gerçek Afyon Nedir?

Din, “tutulan yol” demektir; bu anlamda bütün düzenler birer dindir... Marks’ın kastı Tanrısal olduğu söylenen dinlerdi ancak bunlar da ikiye ayrılır; birincisi Hak Din olan İslam, ikincisi bozulmuş, değiştirilmiş, özünden koparılmış, kuruntulara dönüştürülmüş diğer kalıntılar; Marks ve yoldaşları işte bu farkı ayırt edemiyorlar!..

Bir de kişilerin kendi uydurdukları ideolojiler vardır ki bunlar da din kavramına dahil olup moda gibi sürekli değişirler!.. Temelde kula (yaratılmışa) kulluğa dayandıklarından sömürüyü önleyemezler, ancak biçimini değiştirebilirler, dolayısı ile gerçekte uyuşturucu olan bunlardır... Hak Din olan İslam’a gelince;

Acaba sömürüye başkaldırmayı emreden, düşünce ufkunu sonsuza ulaştıran, adaletin gerçekleştirilmesinden yana olan, insanın bütün maddi ve manevi zincirlerinden kurtulmasını isteyen, maneviyatı yok saymayan, görünmeyeni düşünce dünyamıza sokan, sınırlı algılarımızın ötesini gösteren bir din nasıl afyon olabilir?..

Demek ki dinlerin “uyuşturucu” olarak nitelendirilebilmeleri “Hak” olup olmamalarına bağlıdır, Marks “Tanrı’ya kinim var, bütün dinler afyondur” demekle hem kendini, hem de izleyicilerini uyuşturmuştur!..

Gerçek değişmez ve onun aydınlığı hiç kimseyi uyuşturmaz!.. “Su uyuşturucudur, onun yerine içki için” diyen yanlış yapmaktadır; hiç, tatlı su ile deniz suyu bir olabilir mi?! Evet, kişiyi özünden koparan yaklaşımlardan daha büyük uyuşturucu bulunabilir mi?..

Bireyi ve toplumu bütün yönleriyle tanımadan onların yaşamını belirlemeye kalkmak olacak iş değildir!.. Kim yaratıkları, Yaratıcı’dan daha iyi bildiğini savunabilir? Böyle birisi -ki var böyleleri!- kendi tanrılığını ilan ediyor demektir, dini de kendi ideolojisi!.

Sosyalizm Hakkında Neler Düşünüyorsunuz?

İnsan kendi kendisini yaratmış değildir; o hem bir sermayedir, hem de bir üretim aracı... Eğer bu ikisinin bir araya gelmesi olumsuz bir sonuç ortaya koyuyorsa sosyalizm ve benzeri düzenlerin varlığı anlamsızdır; çünkü, bu doğal durumu değiştiremez, insana savaş açamaz... Yok olumlu bir sonuç ortaya koyuyorsa, yine varlıkları anlamsızdır; çünkü, bu durumu değiştirmeye ve bozmaya çalışmakla gerçeklerle çatışmaktadırlar...

Yapılması gereken insanı doğru değerlendirerek ona göre çözümler üretmektir; çözüm hastalanan organı kesmek değil tedavi etmektedir, evrende hiçbir şey gereksiz değildir... Ayrıca sermayenin sahibine hakkının verilmesi aklın ve insanlığın gereğidir; dolayısı ile insan kulluk borcunu yerine getirmelidir... Ayrıca o “Benim elim, benim ayağım, benim malım...” der; demek ki mülkiyet, sahiplenme duygusu doğasında vardır...

Burada da yapılması gereken insana savaş açmak değil onu güzele, doğruya iletmek ve yanlıştan uzak tutmaktır ki, din de bunu yapar... Sermaye ve sermaye sahibi yok edilmek yerine olumlu duruma getirilmeli, varsa olumsuz yönleri ortadan kaldırılmalıdır! Öte yandan kapitalizm bireyi ve sermayeyi tanrılaştırarak başkalarını olabildiğince sömürme taraftarı olduğundan apayrı bir zulüm düzenidir... Görüleceği üzere sosyalizm gibi düzenler insanın en temel özelliklerini ve niteliklerini bile göz önünde bulunduramayarak insana savaş açmaktadırlar...

Bunu ise “insanın mutluluğu, dünya cenneti” adına yapmaktadırlar, bu açıdan gerçek “afyon” olan hiç kuşkusuz ki onlardır!.. Kimileri kendi kısır ve gerçeklerden uzak öğretilerine -diğerlerini ütopik (hayalci) olmakla suçlayarak- bilimsel sosyalizm deseler de hepsi ütopik!.. Kaldı ki, maneviyatı yadsıyan hiçbir öğreti insanlığın sorunlarına çözüm getiremez...

Sömürü Sömürüdür!

“Sömürülen değerler ortadan kaldırılırsa sömürü de ortadan kalkar” düşüncesini taşıyanlar, hastalığa çözüm bulmak yerine hastayı öldürmeyi yeğleyenlerdir!.. Oysa sorun kişilerde değil hastalıktadır; benzer biçimde, değerlerde değil, değerleri yanlış kullananlardadır!.. Kaldı ki sömürülemeyecek hiçbir varlığın bulunmadığı yukarıda belirtildi... Sömürüyü önlemek adına yeni bir sömürü düzeni kurmak, acıdan başka ne getirir ki?..

Evet, böylesi uyuşturucunun yeni bir türü, bir başka put!.. Cemil Meriç’in deyişiyle; “putları kırılan göçmen çocuğu yeni bir put bulmuştur; sosyalizm”!.. İlkinde (kapitalizm) birileri diğerlerini sömürüyor, ikincisinde (komünizm) diğerleri birilerini; fark yok!.. Oysa “bütün karanlıklar aynı siyahtan dokunmuştur” ve İslam dini, putların gölgesinde ezilen bireyleri kurtuluşa, aydınlığa, barışa götüren ışık olma özelliğini sürdürmektedir...

Çatışma; gerçeğin savunucuları ile gerçekdışı kuruntuların yandaşları arasında süregelmiştir, elçiler kişileri bütün kısıtlayıcı bağlardan kurtararak gerçek özgürlük olan bir tek Allah’a kulluğa çağırmışlardır... İnançsızların işi gücü yeni yeni putlar ortaya koymakken, elçilerin işi bu putları kırmak olmuştur... Kişileri alçaklıktan kurtarıp yücelttikleri gibi, bütün dönemler için bunun yolunu da göstermişlerdir... Allah’a ortak koşan, o ortak koştuğuna kul olur, sonuçta kulluktan kaçış düşünülemez...

Gerçek özgürlük, gerçek Tanrı’ya, kulluk edilmeye değer olana kulluk etmekle elde edilebilir; bir yolun kurallarına uymamak özgürlük değil, tersine özgürlüğünü kısıtlamaktır, kendini uçurumdan atarak “uçuyorum” demek gibi!.. Ne yazık ki birçok kimse bu gerçeği anlamak istemiyor... İslam Dini; kula kulluğa başkaldırışın yoludur, oysa diğer düzenler temelde kula kulluğa dayanıyor; insanlığı öldüren, özünden koparan da budur...

Özgürlük Ne Demektir?

Özgürlük kavramı yanlış biliniyor, özgürlük bütünüyle kayıtsızlık değil, uyulması gereken kurallara uyarak kendi sınırlarını aşmamak demektir; yoldan çıkıp da uçuruma yuvarlanan bir arabanın özgürlüğünden sözedilemez!.. Öyleyse bireyin kendi özgürlüğü için sınırlarını bilmesi ve bunlara uyması gerekir; bu sınırları ise hiç kuşkusuz ki en iyi bireyi yaratan bilir... Sınırsız özgürlük var mıdır veya olası mıdır? Hayır, yoksa herkes her istediğini yapabilirdi...

(İnsan aciz bir varlıktır, bu onu küçümsemek değil, gerçeği dile getirmektir; dolayısı ile hiçbir insanın kendini büyük görmeye ve diğerlerini küçümsemeye hakkı yoktur, insan en başta diğer insanlara muhtaçtır, yaşamındaki birçok olguda diğer insanların emeği sözkonusudur, dolayısı ile onlara da saygı göstermek gerekir, yine insan aciz/muhtaç değilse neden yiyor, içiyor, tuvalete gidiyor? vs. İşte bu apaçık gerçekleri gözardı etmemek gerek...)

Oysa insanın da -belirli esneklikler olmakla birlikte- doğa yasalarına bağımlı olduğunu görüyoruz, kendi bedeni üzerinde bile mutlak hakimiyeti yok, birçok davranışını istemdışı yapıyor; istekli yaptığı davranışlarının itici gücü ise bilinci ve iradesi... Peki bunlar ona neden verildi? Kuşkusuz sorumluluğunun bilincinde olması ve bunun gereğini yapabilmesi için, yoksa taşkınlık etmesi için değil!..

Sınırsız özgürlüğün yokluğu ve olanaksızlığı bilindiğine göre, bizim özgürlük sınırlarımızı kim veya ne belirleyecek? Biz mi, bizi yaratan mı? Bu soruya “biz” diye yanıt verenler “bizi” bütünüyle tanıdıklarını söyleyebilmelidirler, yoksa özgürlük adına kişileri esarete sürüklemeleri çok büyük bir olasılıktır ki, yaşanan da budur...

İnsanı, insanın kendisi de içinde, Tanrı’dan daha iyi tanıyan olamaz, dolayısı ile onun sınırlarını da en iyi Tanrı bilir ve belirler, koyduğu sınırlar insanın özgürlüğü ve yaratılış amacını gerçekleştirmesi içindir... O’nun belirlediği yolun dışına çıkan, özgürlüğünden ödün veriyor demektir; evet, yörüngesinden ayrılan dünya ölüdür!..

Yazı yazarken belirli kurallara bağımlı kalırız, neden? Güzeli elde etmek için... Demek ki kuralsızlık çirkinlik doğuruyor... Bu durum birey ve toplum için de geçerlidir, kendi başına bir insan gerçeğe ulaşamayacağı gibi -çünkü algıları sınırlıdır ve sorularının yanıtını verebilecek yeterlilikte değildir- toplum olarak da böyledir; kimse kendi başına buyruk olamaz, böyle bir durum karmaşa ve çatışma doğurur... Demek ki bireyin tek başına yaşayabilmesi için belirli kurallara uyması gerektiği gibi toplumsal yaşamda da yine belirli kurallara uyulmalıdır...

Bu kurallar ise tarafsız, adalete uygun, tutarlı, sonuç getirici, düzeni sağlayıcı olmalıdırlar, bunu ise göreceli insan aklı ve vicdanı ortaya koyamaz; tarih bu gerçeğin tanıklığıyla doludur... Öyleyse yöneliş insanlık için olan dinlere doğru olmalıdır, maddeci kör felsefelere değil!..

Evet, çok farklı dinler bulunmakla birlikte bunların birçok ortak noktası vardır... Din insanın çözüm aradığı hayat, varlık, gelecek, ölüm gibi sorulara çözüm getirdiği gibi, kişinin Yaratıcısı ve diğer insanlarla olan ilişkilerini de düzenler, böylece ona iki dünyada da mutluluk yolunu gösterir...

Dini inkar etmek insanlığı inkar etmektir; hiçbir toplum yoktur ki dinsiz bulunabilsin!.. Hatta dine ve Tanrı’ya inanmayan kişilerin bile bambaşka “inanç”ları bulunmaktadır, demek ki inanç yaratılıştandır ve bu yönelişin de doğru olarak karşılanması gerekir... Kaldı ki bütün düzenler “din” kavramının içinde değerlendirilebilir... Haksızlığa baş kaldırmayı emreden bir dinden ise haksızlık yapması beklenemez...

Çözüm ne dini ortadan kaldırmak, ne de vicdanlara hapsetmektir; tersine ondan en geniş ölçüde yararlanılmalıdır, çünkü gönderiliş amacı budur... Din ise, Hak Din olmalıdır yoksa diğer dinlerin; bozulmuş, değiştirilmiş, uydurulmuş dinlerin çözüm sunabilmesi ve başarıya ulaştırabilmesi mümkün değildir, mutlaka bazı noktalarda eksiklikler taşıyacaktır... Hak Din’dir ki bütün sorunlara çözüm bulur ve başarıya ulaştırır; bu yüzdendir ki sömürü düzenini sürdürmek isteyenler genelde dine değil (ki bu onların kendi inanç dizgesi, yaşam biçimi veya ideolojileri olabilir) Hak Din’e karşıdırlar çünkü Hak Din sömürüyü yoketmek içindir, insanların birbirleriyle ve diğer varlıklarla olan ilişkisini adalete oturtarak zulmü önlemek içindir... Evet, Firavun ve Ebu Cehil gibiler dine değil Hak Din’e (İslam) karşıydılar, tıpkı günümüzdekiler gibi!..

Dinin bazı sınırlamalar getirmesi -ki bunlar her düzende vardır!- kişiyi devre dışı bırakmak için değil, yaşamına güzellik katmak, sonsuz mutluluğa ulaştırmak, düşebileceği sıkıntı ve bunalımlardan kurtarmak içindir... Anlaşılacağı üzere din insan içindir, insan olduğu için din vardır... Din böyleyken, din adına kötülükler sergileniyorsa burada sorun dinden kaynaklanmıyordur veya gerçek din özünden uzaklaştırılmıştır...

Diğer varlıklar ne yapacaklarını çok iyi bilirler; onlara öğretilmiştir... Oysa biz bunları sonradan öğreniriz, kendi başımıza doğruyu bulamayız; bakışaçılarımız, yaklaşımlarımız, algılarımız, düşüncelerimiz, ölçülerimiz sınırlıdır, üstelik işimize gelene uymak, hoşumuza gideni yapmak isteriz... Demek ki bize doğrunun ölçüsü gerekmektedir, varlığımızın anlamı, yaşamımızın düzeni, geleceğimiz bildirilmelidir ki bir değerimiz olsun... Bu konuda bir ölçünün gerekliliğini hiç kimse yadsıyamaz, öyleyse böyle bir ölçüden yüz çevirmek veya anlamsız bulmak neden? Bence gerçekte anlamsız olan, böyle bir davranıştır; açıkçası, insanla birlikte var olan dini yadsımak!.. Hayvanlaştıran, ilkelleştiren, basitleştiren bir hürriyetin -isteklerine köle olma!- ne önemi vardır? İnsana özgürlük alçalsın diye değil yücelsin diye verilmiştir!..

Meyvesi çamura düştü diye ağaca kızılmaz!

Kimi inananların yanlışlarına ve yaptıkları kötülüklere bakılarak onların inançlarını karalama gülünçlüğü sergilenmektedir, oysa yanlış olan kişilerin inancı değil, inancına aykırı davranışlarıdır; dolayısı ile bunlara dayanılarak İslam Dini suçlanamaz!.. Bunca trafik kazasına rağmen trafiği veya trafik kurallarını suçlayan tek bir kişi var mıdır acaba?!

Bir müslümanın içki içmesi, kumar oynaması, faiz alması vb onun bu yaptıklarının İslam’da bulunduğunu mu gösterir? Tersine bunlar birer günahtır; günahkar bir kişinin yaptıkları nasıl o kişinin dinine yüklenebilir? Çocuğuna “çiçeği sula” diyen birisinin çocuğu, gidip de o çiçeği yolarsa suç o kişide mi olur? Bundan daha büyük beyinsizlik olabilir mi?..

“Sözde müslüman” adam öldürüyormuş, öldürmemeli, zulmediyormuş, etmemeli, yalan söylüyormuş, söylememeli, dolandırıcılık yapıyormuş, yapmamalı; bu böyle uzar gider!.. Evet, bu farkın çok iyi bilinerek, kavranarak ve de anlaşılarak günahkarların günahlarının dinlerine yüklenmesi saçmalığına derhal bir son verilmelidir; anlayışsız olanlarla veya anlamak istemeyenlerle ise hiçbir işimiz yok!..

Din, yanlışlıklar için bunları yapın mı diyor, yapmayın mı diyor? Hiç kuşkusuz ki “yapmayın” dediğine göre, dinin kendisi nasıl suçlanabilir? Evet, bir düzen yanlışı öğütlemedikçe o düzen bağlılarının yanlışlarından uzaktır; bundan daha açık bir gerçek olabilir mi?..

Öyleyse gerçekçi düşünerek hiç kimsenin aldatmacasına kanmamak gerekiyor; bu durum ortada iken kimileri inanılmaz çarpıtmalara yer vermekte, yüzsüzlüğün en son örneklerini sergileyebilmektedir, bunlara karşı uyanık olmak gerek!.. Ak olana kara diyebilecek kadar aymaz yaratıklar bunlar!..

Sonuç olarak şunu söylemeliyim; bütün müslümanlar dünyayı yakıp yıksalar bile, evet, her türlü yanlışı yapsalar bile, bu, onların inançlarını bağlamaz!.. İyi okuyunuz; bağ-la-maz!.. Suç suçu işleyendedir... Kurallara uymayan, hem kendine hem de başkalarına zarar veriyor diye hiç o kurallara kızılır mı?! Din kuralları da yanlışları önlemek içindir, yanlışlara neden olmak için değil...

Kaldı ki İslam’ın yaşanmadığı, kurallarının uygulanmadığı bir ülkeye “İslam Ülkesi” denemez; ya hepsini alacaksın ve uygulayacaksın ya da hiçbirini!..“Kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?” ayetinin kapsamına girmemek gerek!..

Düşünce Pınarı

“Herkesin istediğini yapabileceği bir yerde, hiç kimse istediğini yapamaz” Roosevelt

“En büyük bilgelik, kendine egemen olabilmektir” Euripides

“Batıl inançlar zayıf kafaların dinidir” Burke

“Nefistir seni yolda koyan, yolda kalır nefse uyan” Yunus

“Mühim olan kainatın nasıl değil, niçin yaratıldığıdır” Hüseyin Demirkan

“İnsanı tanımak bütün başarıların temelidir” Chaplin

“Siz insan aklına kızıyorsunuz; çünkü o, ipliğinizi pazara çıkarıyor!” Victor Hugo

“İnsanı hayata hazırlamayan ve işe yaramayan bilgi, sahibini altında ezen bir yük gibidir” Devery

“İki türlü hürriyet vardır: yalancı hürriyet, bir insan istediği herşeyi yapabilir; ve gerçek hürriyet, bir insan ancak yapması gerekeni yapar” Kingsley

“İnsan ne için yaşıyorsa onun büyüklüğü ve önemi kadar yükselir” Walpoole

“Din, Tanrı’yla insanlara karşı duyulan sevgiden başka birşey değildir” W. Penn

“İman insana, kendinden başkasını da sevmeyi öğretir” Ali Suad

“Mutlu olmak istiyorsak, hayatın cisimde değil, ruhta olduğuna inanmalıyız” Tolstoy

“Nefsinden feragat etmeyen, gerçek hürriyete kavuşamaz” A.J. Cronin

“Ancak insanların enerjisini, bilgisini ve faziletini çoğaltan bir hürriyete malik olursak o zaman öğünebiliriz” Choning

“Hür olmadıkları halde, kendilerini hür sananlar kadar hiç kimse esir olamaz” Goethe

“Hepsi de Avrupa’lı olan izm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleridir” Cemil Meriç

“İslam’a davet hayattan uzaklaşmaya değil, hayatı yaşanır hale getirme davetidir” Ahmed Selim

“Doğru yoldan gidenler şaşırmazlar” Goethe

“Yalanın dostu, gerçeğin de düşmanı çoktur” Emile De Girardin

“Gerçekler bize değil, biz onlara uymalıyız” İsmail Habib Sevük

“Hakikatin ömrü sonsuzdur” F.Herczeg

“Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz” Hölderlin

“Kendi kendinin hakimi olmayan bir kimse hür değildir” A. Calaudius

“Dini reddeden maddeciler mutlaka bir başka şeyi dinleştirmişlerdir. “Tabiat” dini, “toplum” dini, “insanlık” dini, “akıl” dini, “ilim” dini, “teknoloji” dini, “sanayileşme” dini, “pozitivizm” dini, “marksizm” dini... Saymakla bitmez. O boşluk dolacak! Hakikisi ile dolduramamışsan sahtesiyle dolduracaksın!..” Ahmed Selim

“Şehvetini yenen kimse, meleklerden daha hayırlıdır çünkü; meleklerin aklı var, şehveti yoktur... Şehvetine mağlup olan kimse ise, hayvanlardan daha kötüdür çünkü; hayvanlarda şehvet var, akıl yoktur” Vahb Bin Verd

“Allah'ın sınavı bizi bilmek için değil, bizi bize bildirmek içindir!” Tahir-ül Mevlevi

“Muhakkak ki felsefesiz, fensiz ve ilimsiz insan toplulukları bulunur fakat asla dinsiz bir toplum bulunmaz” Henri Bergson

“Tek kelime ile İslam bağımsızlıktır. Yine İslam, yeryüzünde beşeriyetin gidişini kayıtlayan, iyilik yolunda devamlı ilerlemeden alıkoyan her türlü kayıtlardan kurtulmaktır” Seyyid Kutub

“İslamiyeti gönderen Allah; aynı zamanda insanlardaki akılları yaratandır. Nasıl olur da Allah'ın yarattığı birşey, Yaratan'dan daha mükemmelini ortaya koyabilir?” Hekimoğlu İsmail

“Allah'ın safındaki bir kişi çoğunluk demektir...” W. Phillips

“İslamiyeti öyle diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin!” Sezai Karakoç

“Yol kesenler, Kuran'ı okuyup öğrenince yol gösterici oldular!..” Muhammed İkbal

“Elçilere neden gerek duyuldu? Biz kendi yolumuzu bulabilirdik!” diyorsun; Ne diye vapura biniyorsun? Yüzerek geçsene karşıya!.. NFK

“En büyük dua İslam'ı yaşamaktır” Vehbi Karakaş

“Yürüdüğüm yolun bedeli “hayatım” olmalı!” Ayşenur Menekşe

“Gençliğin hedonist/ateist olmasına üzülmüyorlar da terörist olmayışına seviniyorlar! Yalnız patlayıcılar öldürmez; gürültüsüz anarşinin öldürdüğü ruhlar, bombaların yokettiği bedenlerden çoktur!..” S. Şimşek

“Kuran okuyanını bırakmaz, okuyan Kuran'ı bırakmadıkça” Ahmed Şahin

“İki cihanın güneşi olmasaydı; insanları aydınlatmaya yıldızlar yetmezdi” Ali Suad

“İnanmak, dolu dolu yaşamaktır” Gürbüz Azak

“Ben iyi ve güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” Hz.Muhammed “sav”

“Ömrün kısa ise; ebedi bir ömrün var merak etme, Fikrin sönük ise; Kuran'ın güneşi altına gir...” Bediüzzaman

“Hiçbir çağda insan bugün olduğu kadar isteklerinin kölesi haline getirilmemiştir” A.Özdenören

“Kusur, müslümanlıkta değil, bizim müslümanlığımızdadır” Muhammed İkbal

“Hak'la olmak, emrine uymak demektir” Abdülkadir Geylani

“Doğan çocuklar, Tanrı'nın hala insanlardan umudunu kesmediğini gösterir” Tagore

Akıl ve Vicdan Üzerine

Akıl; bizim en değerli varlığımız, doğruyu bulmadaki ölçümüz... Evet, akıl gerçeği bulmakta çok önemli bir etken; peki tek başına yeterli mi? Aklı gerçeği bulmada yeterli görenler her zaman için yanılmışlardır; bu da felsefenin bir çıkmazıdır... Aklı, aklı yaratanın önüne geçirdiğimiz zaman gerçeği yitirmiş oluruz... Unutmayalım ki akıl kullanan değil kullanılandır, yani bir araçtır...

Evet, akıl, doğru ile yanlış arasında seçim yapmamızı, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar vermemizi, karşılaştığımız sorunları çözmemizi sağlayan yetimiz... Onsuz değerimiz oldukça düşerdi... Aklın niteliğini ve gerekliliğini daha fazla açıklamaya gerek yok; bizim için önemli olan aklın tek başına yeterli olup olmamasıdır ki, konu içinde aklın özellikleri de ele alınacaktır...

Günümüzde değişik akılların ortaya koymuş olduğu değişik görüşler, değişik yöntemler, değişik düzenler vardır... Bunların bir bölümü diğerini yalanlamakta, bir bölümü duygusal yaklaşımlar nedeniyle gerçekten uzak kalmaktadır... Birisinin aklının “olumlu” dediğine bir diğeri “olumsuz” diyebilmekte, birisine “akıllıca” gelen bir davranış, diğeri için “saçma” olabilmektedir... Açıkçası akıl göreceli bir kavram olduu gibi, sunduğu görüşler de görecelidir...

Oysa doğrunun, en iyinin peşindeki birey kuşkudan uzak olan, akıl, mantık, vicdan ve duyguya uygun değişmez doğrunun, açıkçası kusursuzun, yetkin olanın peşindedir... Bu noktada akıl bize kusursuza ulaşmakta yol gösterici olabilir ancak o kusursuzu kendiliğinden ortaya koyamaz... Örneğin kendi alanını aşan sorunlara çözüm getiremez...

Bu da bize, aklı tek belirleyici etken olarak düşünmenin doğru olmadığını gösterir... Bize gereken aklın da kabul edebileceği akılüstü bir düzendir; bu da ancak aklı yaratanca önümüze serilebilir, tersini düşünenler ise aklı, aklı yaratanın önüne geçirmeye kalkarak yanlış yollara sapmaktadırlar...

Bir akıl, düşünce işi olan ve insanın doğruyu bulma çabası olarak nitelenen felsefe günümüze kadar çok değişik görüşleri barındırmıştır, onlarca değişik görüş birbiriyle çatışıp durmuştur, varılan sonuçlar duygusallıktan uzak olmadığı ve yaşamın gerçekleri bütünüyle kavranamadığı için başarıya ulaşılamamıştır, kuşkusuz ulaşılamaz da... Ortaya atılan onca görüş zamanın ilerlemesiyle birlikte yokolmaya mahkum olmuştur...

Akıl gerçeği bulmada mantık, karşılaştırma, düşünme, olasılıkları değerlendirme, bağıntılar kurma gibi yöntemleri kullanır... Bu kullanım sırasında yanlış yapması olasıdır... Eğer akıl bize hep gerçeği gösterseydi, şimdiye dek ortaya “yetkin” denebilecek onlarca düzenin konması gerekirdi... Oysa akıl, insanlığı, yetkin ve olgun bir düzene ulaştırabilmiş değildir; tersine o, yetkin olanı bozmakla meşgul!..

“Aklı olmayanın dini yoktur” buyurulmuştur; dinen kişinin sorumlu olabilmesi için aklının yeterli olması gerekmektedir; demek ki akıllılık sorumluluk nedenidir... Akıl bir bağdır; nesneler arasında bağlantı/ilişki kurar... Kimileri onun bu niteliğini kınayarak kendilerince akıllılık yaptıklarını sanırlar!.. Oysa bizim Türkçemizde de “uslu çocuk” derken usluluğun ölçülü davranış sergilemek olduğunu belirtiriz; demek ki akıllı olmak ölçülü olmayı gerektiriyor, belirli kurallara bağımlı kılıyor...

Kimileri de dinin akla hiç önem vermediği gibi inanılmaz bir iftira ortaya atarlar; oysa din akla önem vermez değil, olsa olsa aklı vahyin önüne geçirmez... Bütün algılarımız gibi aklımız da sınırlıdır, dolayısı ile ondan sonsuzluk beklemek yanlıştır... Evet, akıl bize verilmiş önemli bir ölçüdür ama o da belli bir ölçüye vurulmak durumundadır ki, bu ölçü de vahiydir...

Dinin akıl sahiplerine seslendiğini belirtmiştim; Kuran’da düşünmeye, araştırmaya, akletmeye yönelik pek çok ayet vardır, öyle ki düşünme ve akletmenin bütün biçimleri dile getirilmiştir... Böylesine apaçık bir gerçek ortada iken, dinin akla önem vermediğini savunmak olabilecek en saçma yaklaşımdır...

Dinin varlığı aklın önünü kesmez, tersine onun önünü açar; kendi alanında özgürce dolaşmasını sağlar, çözüm getiremeyeceği sorunlarla boğuşmaktan kurtarır, zaten aklı çözemeyeceği sorunlarla boğuşturmak, kendi alanının dışında kullanmak akıllılık değildir ki!.. Akıl bir oltadır; denizden alabileceği ise ancak birkaç balıktır, o da ne gelirse!..

Bize verilmiş olan bir diğer önemli ölçü de vicdanımızdır; Allah’ın varlığının dört temel kanıtından birisi olarak nitelenen bu özellik oldukça önemli... Aklın da üzerinde bir güç... Ancak o da akıl gibi tek başına yeterli değil... Bize göre vicdanlı olan bir davranış bir başkasına göre bütünüyle vicdansız olarak nitelenebilir... Demek ki, vicdan da göreceli bir kavramdır, biz ise yetkin olanın peşindeyiz... Bununla birlikte; vicdan, bir işin doğruluğuna karar vermekte çok belirgin bir görev üstlenir, bu noktada aklın da önündedir...

Örneğin akıl herhangi bir haksızlığı çeşitli gerekçelerle mantıklı gösterse de vicdan bunu kabul etmez... Peki akıl ile vicdanın bazı durumlarda çatışmasının sebebi nedir? Yoksa onlar kullanan değil kullanılan olduklarından mı kullanana göre farklılık gösteriyorlar?.. Evet, vicdan doğruyu seçmekte çok önemli ve belirleyici bir etkendir ancak tek başına yeterli değildir; tek başına aklı veya vicdanı yeterli görenler, akıllarını da, vicdanlarını da yeterince kullanamamakta, önyargılı ve duygusal davranmaktadırlar...

Akıl ve vicdan ışık değil gözdür; göz ise ne herşeyi görebilir, ne de doğru algılayabilir; vahiy ise bir ışıktır ve ışık herşeyi aydınlatabilir... Özetlersek; “bütünüyle göreceli olan akıl ve vicdan tek başına gerçeği bize sunabilir mi” sorusunun yanıtı hiç kuşkusuz ki ”hayır” olacaktır... Evet, denizin ortasında kalmış birisi gördüğü karaltıya doğru yüzer; eğer bir karaltı yoksa akıl doğru yönü bulmakta tek başına yeterli olamaz... Aklın yetersiz kaldığı noktalarda ise aklı yaratanın gösterdiği yol kişileri doğruya ulaştırır... Demek ki, akıl da felsefe de en doğruyu, kusursuzu, değişmez gerçeği bize sunmakta tek başına yeterli değil...

Akıl Yeterli Mi?

Felsefe “insan aklının gerçeği bulma çabası” olarak bilinir. Peki insan aklının gerçeğin ölçüsü olduğunu nereden biliyoruz? Eskilerin deyimi ile akıl, “kerameti kendinden menkul” öyle bir şeyh ki, hiçbir şeye muhtaç olmadan gerçeği bulabileceği, bizzat kendi savından başka birşey değildir. O ki, bu tür savlara mutlaka bir dayanak arar...

Şu halde, bütün akıl sahipleri aynı konuda birleşseler verdikleri hükmün doğruluğu yine mutlak çerçeveye ulaşamayacak, izafi planda=akıl planında kalmaya mahkum olacaktır. Birleşmede eğer böyle olursa, ya çelişkiye ne demeli? Binlerce filozof gelip geçmiş; hepsi de birbirinin yanlışını bulmakla övünmekte...

Hz.Ali'ye sormuşlar: Akıl insanın neresinde? Verilen yanıt müthiş; “akıl insanın kalbindedir” Açıkçası, insanda gerçeği bulmak için beyin yeterli değil, gönüle ışık düşmeli. Işık olmazsa göz neye yarar?

Vahyin ışığıdır ki, karanlıkları dağıtır, akla yol gösterir ve yolunu gören aklın verdiği hüküm de, yalnız kendine oranla değil, mutlak çerçevede doğru olur. Yola çıkacak kişi bütün hazırlıklarını bitirmeden çıkmazken, gerçeği arayan insan, niçin yanına yalnızca aklını alır?

Görmeyenler birbirine destek olamaz; herbirinin görmesine başka bir engel vardır. Vahyin ışığını alan elçilerin hep birbirini doğrulaması, gururlu filozofların ise inkarda bile çatışma içinde olmalarına ne demeli?

Sözün güzelini Mevlana söylemiş: “Gönül güneşinin yanında, kuru aklın kibrit alevi kadar değeri yoktur”

Akıl Ne İçindir?

Çok şikayetler dinledim, ama “midem bana yetmiyor” diyen görmedim. El, ayak, göz, kulak ve diğer uzuvlarımız için de aynı durum söz konusu... Bir hastalık olmadıkça bize bahşedilen organlarımız ihtiyaca yeterli! Akıl da kendinden bekleneni yapabilecek düzeyde. Herkesin kendi aklını beğenmesi de gösteriyor ki, akıllar ruhlara uygun. Böyle olması bir nimettir kuşkusuz. Aksi halde huzursuz olurduk

Cihazlarımızın bir özelliği daha var; yapabilecekleri vazife sınırlı... Örneğin göz belli bir uzaklıktaki cisimleri net olarak görebilir; kulak sınırlı bazı sesleri duyabilir; kolun kaldırabileceği yük sınırlıdır...

Maddi uzuvlarımızdaki acizlik, akıl için de geçerli. Duygularımız birer terazidir. Tartabilecekleri ağırlık çizgisi aşıldı mı hata ederler...

Akıl da bir terazi, onunla manaları tartar, gerçekleri görmeye çalışırız. Manalar kapasiteyi aşıyorsa, akıl ya hiç görev yapamaz veya yanılır...

Gerçekler uzak ve yüksek ise, akıl gözü görmez olur. Bozulması, dengesini yitirmesi de mümkün...

İşte aklın yetersizliğe düştüğü durumlarda “nakil” devreye girer. Vahiy nurudur ki, karanlık mana dünyasını aydınlatır. Ve uzağı yakın eder... Göz için ışık ne ise akıl için de vahiy odur. (Zafer Dergisi)

Vicdan Nedir? Neye Yarar?

Vicdan; insan ruhunun en seçkin kişiliği, en ileri bilgi kaynağı... O, birşeye “evet” dedi mi; onu ne akıl yalanlayabilir, ne de duyu organları...

Vicdan, akıl ve beş duyu... Hepsi de insana birşeyler sunarlar; ayrı ayrı gerçeklere kapı açarlar. Ama, üstünlük hep vicdandadır; onu akıl izler, beş duyu ise, en sonda gelir.

Gerçek akıl bir hakikatı buldu mu, onun duyu organlarına ters düşmesi hiç bir anlam taşımaz... Bunun en güzel örneği, dünyanın döndüğünü aklın emretmesine karşılık hissin reddetmesidir. Neticede akıl üstün gelmiş, karar ona göre verilmiştir.

Hissin akıl karşısındaki durumu ne ise, aklın vicdan karşısındaki durumu da odur. Vicdana ters düşen bir akılla iş yapılmaz. Bir gerçeği vicdanen biliyorsak, onun olmadığına ilişkin getirilen bütün akli (!) deliller boşuna atışmaktan ileri gitmez. Örneğin, yaptığımız bir haksızlık için vicdanımız bizi suçluyorsa, aklın ileri süreceği hiçbir özür, derdimize deva olmaz.

İnsan birçok gerçeği vicdanen bilir. Görme, işitmeden ne kadar farklı ise, vicdanen bilme de aklen kavramadan o kadar ayrıdır. Vicdanda kıyas, mantık, fikir yürütme, bağıntılar kurma yoktur. O bütün bunlara muht`ç olmaksızın gerçekleri doğrudan bilir.

Maviyi yeşilden gözümüzle ayırdettiğimiz halde, “şefkatin sevgiden” yahut “korkunun endişeden” farkını vicdanen biliriz. İnsan kendi varlığını da vicdanen bilir. Bunun için düşünüp taşınmasına, “acaba ben var mıyım, yok muyum?” diye bir soru ortaya atmasına ve sonunda “düşünüyorum, öyleyse varım” gibi anlamsız deliller getirmesine gerek yoktur. İnsan kendi varlığı gibi, kendi niteliklerini de vicdanen bilir. Hayatta olduğunu, ilmi, iradesi bulunduğunu, görmeye-işitmeye sahip olduğunu hep vicdanen bilir. Bunlardan şüphe ettiği olmaz.

İnsan gözüne inanmayabilir; “acaba yanlış mı görüyorum?” diye gözlerini ovuşturup yeniden bakabilir. Yine, aklına da inanmayabilir; “yanlış mı anladım?” diye yeniden okuyabilir. Ama vicdanı konusunda, onun bildirdikleri hakkında böyle bir çekinceye düştüğü olmaz. “İnsan kendi varlığını vicdanen bilir” dedik; aynı şekilde yine vicdanen bilir ki, “ben kendi bedenimi kendim yapmadım; organlarımı yerli yerine kendi isteğimle ve gücümle takmadım”

Bu konuda öyle kesin bir inanca sahiptir ki, asırlarca yaşasa, bunun aksi bir fikir hatırından, hayalinden geçmez. Zira, vicdanın bilişi, ilimden öte, hissetmeden öte, bizzat yaşamaya dayanır.

Kendi bedenini kendisinin yapmadığını “vicdanen” bilen insan, diğer bütün canlıların da kendilerine sahip olmadıklarını “aklen” bilir. Cansızların kendilerine sahip olamayacaklarından zaten şüphesi yoktur.

Böylece vicdanda başlayan bir iman hareketi, akıldan ve duyu organlarından da yardım alarak gelişir. Ve insanı bütün eşyanın tek sahibine, Allah’a imana götürür.

Sözün özü: Her vicdan diyor ki, “Allah var”...

Ne insan başıboş bir divane... Ne şu alem sahipsiz bir fabrika... İnsanı bu tezgahta dokuyan biri var... Ve insan her şeyiyle O’nun... Vicdanın vazifesi de O’nu bildirmek. (Alaaddin Başar, Zafer Dergisi)

İslam Nedir?

İslam imkansızı mümkün yapan, bütünüyle başıboş ve bozguncu bir milleti, benzersiz bir devrimle örnek kişilikler haline getiren eşsiz bir yoldur; bu bile tek başına onun doğruluğuna kanıt olarak yeter... Hiç kimse böyle bir gelişim ve değişimi şu veya bu yorumla açıklayamaz; Hz.Muhammed Allah’ın Elçisi’dir, bu da Onun eşsiz bir mucizesi...

İslam özünden uzaklaştırılmış ve çığırından çıkarılmış inançları yerine oturtan, azgınlık ve taşkınlıklara, sapkınlık ve kuruntulara son veren bir dindir... Geçmiş elçilerin örnek yaşamlarını dile getirerek onlara atılan iftiraları cevaplayan, Allah’ı kullarına tanıtan, iki dünya saadetinin yolunu gösteren, kula kulluğa başkaldırmaya çağıran, yalnız ve haklı olarak bir tek Allah’a kulluğa davet eden, zincirleri kopartıp atan, insanı insan gibi ele alıp yücelten, yaşamı düzenleyen, ilişkileri yerine koyan, gelişimi sağlayan, çağlara ışık tutan, uydurma kutsallıkları ve tutsaklıkları gözler önüne serip bunlara tavır alan, kişileri gerçek konumuna oturtan bir dindir...

Evet, böyle bir dinin gereksizliğini kim savunabilir? İslam bütünüyle aydınlıktır, sokuşturulmaya çalışılan çirkeflerden beri olan Allah’ın Dini’dir, bizim için seçtiği yoldur; ümidin çağlayanı, sabrın kaynağı, iyiliklerin öğütleyicisi, kötülüklerin yasaklayıcısı... Onun bu güzel kurallarını beğenmeyenler tanrılığa soyunan düşüncesizlerdir, öze inemeyen, gerçeği bütün boyutlarıyla değerlendiremeyen, önyargılı kişilerdir...

“Allah’tan başkasına kulluk hiçtir; hiç ile olmak deliliktir” İmam-ı Rabbani

Kuran bu dinin kitabı, o yüce elçinin en büyük mucizesi; söyledikleri gerçekleşen çağlarüstü bir ışık kaynağı, meydan okumasına yanıt verilemeyerek doğruluğu onaylanan belge, benzersiz, eşsiz, olağanüstü, beşeri ölçülerin dışında, Allah katından gönderilmiş, çelişkisiz, hakkı batıldan ayıran, yegane başvuru kaynağı olan bir kitap...

İslam; sapkınlıktan, azgınlıktan, taşkınlıktan, alçalmaktan, ırkçılıktan, putçuluktan, bilgisizlikten, körü körüne bağlılıktan, düşüncesizlikten, yıkıcılıktan, bozgunculuktan, ümitsizlikten, yalandan-dolandan, düşmanlıktan, alaydan, ayrılıktan, düzensizlikten, sevgisizlikten, yalnızlıktan.. koruyan bir din...

Yeniden soruyorum; böyle bir yola “gereksiz, uyuşturucu, kötü” diyen birisi şaşkınlıktan başka ne yapmış olabilir? Yeri gelmişken, kimlerin gerçeklerden yüzçevireceğini de belirteyim; kibirliler, inatçılar, cahiller, taklitçiler, önyargılılar, heva ve heveslerine uyanlar, yalancılar, bağnazlar, düşüncesizler, düşünmek istemeyenler.. ve zalimler!.. Böylelerinin zan, şüphe ve kuruntularının ise gerçekler karşısında hiçbir değeri yoktur, nasıl olabilir ki?..

Üç Önemli Soru; Necisin, Nereden Geliyorsun, Nereye Gidiyorsun?

Akıl ve vicdan insanın başını şu üç soruyla aralıksız döver durur: “Necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun?”. İnsanların bu sorular karşısındaki düşünce ve davranışları ise birbirine pek uymaz.

Bir kısmı bu sorulara kişisel yorumlar getirirler. Ya da yanlış bir yorumcunun peşine takılır, yineleyip dururlar. Ama bu düşünceler, onların vicdanlarını doyurmaz. Kendilerini, yine bu evren çöllerinde kimsesiz bir zavallı gibi görmeyi sürdürürler.

Bazıları da, bu sorularla hiç ilgilenmez; aklın ve vicdanın zorlamalarına hiç aldırmazlar. Onlar ne derlerse desinler bunlar bildiklerini okurlar. Zevk ve eğlencelerle, günlük dedikodularla, sonuçsuz tartışmalarla ömür tüketirler.

Bunlar kendilerince, doymanın yolunu açlığı düşünmemekte bulmuşlardır. Ama bu geçici ve geçersiz önlem, ruhu hiç mi hiç tatmin etmez.

Böyleleri, ufak bir sıkıntıda hemen sarsılır, az bir sıkıntıdan hemen ezilirler. Alınyazısından sınav yollu gelen bir bela karşısında hemen başkaldırı çığlıklarını basarlar. Aslında bu insanlar, düşünmekten korkmaktadırlar. Öyle ki biraz kafa yorsalar; şu hayatı, bu dünyayı, ölümü ve ötesini biraz merak etseler, bütün huzurları kaybolacak!..

Kendilerini aldatmaya can atan bu insanlar, biraraya geldiklerinde adeta bir ekol teşkil ederler. Aldırma derler, adam sende derler, sıkma canını derler. Saatteki hızı yüz bin kilometreyi aşan bu dünya üzerinde, nereye gittiklerini düşünmeden yaşar ve bunu bir felsefe, bir inanç olarak benimserler. Bu hayat felsefelerini birisi eleştirmeye görsün;

“Sen bu çağın adamı değil misin? Hangi devirde yaşıyorsun?” yollu sözlerle, onu yaylım ateşine tutarlar. Alaylı sözlerle gerçeği bastırmaya çalışır, kendilerini böylece oyalayıp dururlar.

Üçüncü bir topluluk insan da vardır ki, bunlar sözünü ettiğimiz soruları yanıtlamaya koyulurlar

Okur, düşünür, sorar, öğrenir ve sonunda anlarlar ki: Ne insanlar başıboş, ne bu alem sahipsiz. Her varlık bir yazgının doğrultusunda ve bir gücün yaratmasıyla oluşuyor.

Güneşin doğuşu ve batışı gibi, her canlının dünyaya gelişi ve göçüşü de, kusursuz bir düzen ve sonsuz bir ilim ile oluyor.

Güneş de bir güce esir, ay da, yıldızlar da... İnsan da bir düzene mahkum, bülbüller de, güller de...

Bütün gelenleri getiren ve bütün gidenleri götüren birisi var. Yıldızları durduran, gezegenleri döndüren, insanları gezdiren, balıkları yüzdüren hep o ilim ve kudret, hep o irade ve hikmet sahibi...

İşte bunlar, Allah'ın kulu oldukların1 bilen, ruhlar aleminden bu dünyaya “rıza ve cennet” sınavını kazanmak üzere gönderildiklerinin bilincine varan ve ömürlerini doğru yolda geçirip Mutluluk Yurduna doğru yol alan gözü aydın konuklardır. (Zafer Dergisi)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:24 am

Düşünce Pınarı

“Felsefeyi vahye tercih edenler, aklı, aklı yaratana tercih etmiş oluyorlar...” Nail Papatya

“Akılsız, aklın içinde kalandır!..” N.F.Kısakürek

“Ölçülere tutsak akıllar, “ölçülemeyeni” nasıl anlar? Akıl bir anahtardır, ama her kapıyı açmaz!..” Ömer Sevinçgül

“Dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır” Nureddin Pala

“Hiçbir akıl ahiret bilgilerini doğru olarak bulamaz, çözemez; vahiy gerekir” Hekimoğlu İsmail

“Felsefe; bulmanın değil, boyuna aramanın yolu!..” Necip Fazıl

“Söndü cılız ışığı onların... Güneş, yine güneş olarak kaldı...” Selahaddin Şimşek

“İslam, akıl ve mantık dinidir ancak, akıl ve mantıktan doğmamıştır...” Emine Şenlikoğlu

“Aklımız görebildiğimiz eşyanın arkasında göremediğimiz gizli bir ilah bulunduğunu, ona inanmamız gerektiğini normal sayar. Allah'ın varlığının akılla çelişmesi düşünülemez. Aksine yokluğunu düşünme anında çelişki başlar” Kant

“Hakikate eriş akıllıların işidir, ama akıl işi değildir; sürat bacaklarda olsaydı, en hızlı koşanlar kırkayaklar olurdu...” S. Şimşek

“Vicdana ters düşen bir akılla amel edilmez” Alaaddin Başar

“Akıl, nimetlerin en büyüğü, dünya ve ahiret şereflerinin en yücesidir” Hz.Ali

“Akıl maddeyi, kalp manayı fetih içindir” Muhammed İkbal

“Akıllı olmak da bir şey değil; önemli olan o aklı yerinde kullanabilmektir” Descartes

“Akıl, insanı helak edici yerlerden uzak tutan şeydir” Cafer-i Huldi

“Zulme, ancak paslı vicdanlar razı olur”, “İnsan, vicdanı yaşadıkça insanca yaşar” Ali Suad

“Kötü bir işin en güçlü şahidi, vicdanımızdır” Hz.Ömer

“Vicdan aklın nabzıdır” Atasözü

“Namusluluk, insanın vicdanı ile başbaşa kaldığı zaman ona verecek utandırıcı bir hesabı olmaması demektir” Ali Fuat Başgil

“Hiçbir insanın kalbindeki vicdan kadar korkunç bir tanık ya da onu bu kadar dehşetle itham eden bir yargıç yoktur” Polybios

Hz.Muhammed, Bütün Yönleriyle Allah'ın Elçisi Olduğunu Kanıtlamaktadır

* İlk kez vahiy geldiğinde eşi Hz.Hatice Onu şöyle teselli ediyordu; “Allah seni kesinlikle utandırmaz. Çünkü sen akraba hakkını gözetirsin. Çaresizlerin yardımına koşarsın. Yoksulun ve mazlumun elinden tutarsın. Misafirlere ikram eder, başı dertte olanların imdadına koşarsın.” O hep haksızlığın karşısında, doğrunun ve haklının yanında olmuştur... Elçilik görevini yüklenmeden önce haksızlıkları önlemek amacıyla kurulan Hilful Füdul derneğinin üyeleri arasında idi...

* Çevresindeki olağanüstü bozuk ortama karşın kendisinde hiçbir dengesizlik gözlenmemiştir; bütün davranışlarında büyük bir ölçü vardı... Ortalama 15 yaşında evlenilen bir bölgede 25 yaşına kadar iffetli bir biçimde yaşamış, bu çağında da kendisinden 15 yaş büyük olan dul bir hanımla evlenmiştir... Bu gerçeği hiç kimse yalanlayamamakta ve Ona dil uzatamamaktadır...

* O, Elçilik görevini yüklenmeden önce bile “Muhammed'ül Emin = Güvenilir Muhammed” idi.. Yalanı-dolanı olmayan, sözünden dönmeyen, buluşma yerinde söz verdiği kişiyi üç gün bekleyen Güvenilir Muhammed “sav”... Onun bu eşsiz niteliğini hiçbir kimse yalanlayamamıştır ve yalanlayamayacaktır da... Öyle ki, Ona inanmayan kişiler bile değerli varlıklarını Onun korumasına vermekten çekinmiyorlardı; çünkü Onu tanıyorlardı, güvenilir olduğunu biliyorlardı, hiçbir dengesizliğini görmemişlerdi... Bütün bunlara karşın, ne yazık ki düşünme yetenekleri gerçeğe ulaşabilecek düzeyde değildi, çıkarları gerçeğe yönelmelerini engelliyordu...

* Elçiliğinin öncesinde ve sonrasında hiç kimseden bilgi almayan birisinin bütün alanlarda örnek olabilmesi de hiç kuşkusuz Onun elçiliğini kanıtlamaktadır; evet O, okuma yazma öğrenmemişti, savaşın inceliklerini bilmiyordu, hiç kitap okumamıştı, bilim dallarıyla ilgilenmiş değildi... Dinlenmek, düşünmek, kulluk etmek için gittiği bir mağarada bütün bunları öğrenebileceğini sanmak ne büyük yanlıştır!..

* Bütün yönlerden çevresindekilerden üstün birisinin birdenbire değişmesi düşünülebilir mi? O elçilik görevini düşünerek ortaya çıkmış birisi değildi, böyle bir beklentisi kesinlikle yoktu, ilk vahiy geldiğinde çok korkmuş, şaşırmış ve evine koşarak üstünün örtülmesini istemişti... Hiç yeni bir dinle ortaya çıkmayı tasarlayan birisi böyle davranır mı?..

* Evet, karşılaştığı bu durum Onu sevindirmemiş, tersine korkutmuştu... Vahyin tekrarlanması ile kendisine büyük bir görev yüklendiğini anlamış ve tek başına yola çıkmıştı... Bu durumun ise ona hiçbir artı getirisi olmamıştır, sayısız düşman edinmiştir... Demek ki, Onun böyle bir düşüncesi yoktu, yetiştiği ve bulunduğu ortam da böyle bir durum için elverişli değildi...

* Karşıtları bile Onun doğruluğuna tanıktırlar; evet, Onu yalanlayanlar bile ne yapacaklarını şaşırmışlardı; kırk yıl aralarında yaşayan bu Yüce Elçiyi tanıyorlardı, ona karşı takındıkları tavır ise kendileriyle çelişmekten başka bir anlam taşımıyordu... Ebu Cehil bile “Biz sana yalancı demiyoruz ancak getirdiğine de inanmıyoruz” diyordu; bu bile başlı başına Onun elçiliğini kanıtlayabilecek bir belgedir... Evet, yalancı olmadığını biliyordu, yalanlıyamıyordu ama söyledikleri de işine gelmiyordu, bu nedenle yüz çevirmeyi yeğliyordu... Onun görevi, kendisine bildirileni iletmekti... Karşısındakilerin düzeysizlikleri Onu hiç etkilemedi, O hep gerçeği söyleyip onları doğru yola çağırdı... Bu da başlı başına Onun elçiliğini kanıtlamaktadır...

* Kimileri de Onun doğru söylediğini onaylıyor fakat “neden elçilik bu yetime verildi de şu kentten şu kişiye verilmedi?” gibi saçma sapan sözlerin arkasına saklanarak imana gelmiyordu...

* Söz söyleme alanında çok üstün bir konuma gelmiş olan toplumu Onun getirdiği Kuran’a karşı çıkamadığı, bir benzerini ortaya koyamadığı için kılıca sarılmıştır; evet, onlar okuma-yazma bilmeyen birisine karşı koyamıyorlardı... Bu durum da başlı baş1na Onun elçiliğini kanıtlamaktadır... En kolay yol (sözlü karşılık verme) dururken en çetin yolu (savaşmayı) seçmeleri Kuran’ın üstünlüğünü ve mucizeviliğini açıkça ortaya koymaktadır...

* O her açıdan üstün birisi olduğu için karşıtları Onu kötüleyebilecek tek bir nokta bile bulamıyorlardı, eğer böyle bir nokta olsaydı hiç kuşkusuz ki bunu kullanacaklardı... Aslında bunu yapma olasılıkları da vardı, yüce Allah Kuran-ı Kerim’de Elçisine gelecekle ilgili bilgiler veriyor ve bu bilgiler olduğu gibi çıkıyordu... Oysa kendileri üzerine konuşulan kişiler Kuran’ı yalanlamak düşüncesi ile farklı davranabilirlerdi, ancak onlar bunu ne düşündüler, ne de yaptılar; evet, Kuran böylesine görünür bir mucize...

* En büyük düşmanlarını bile bağışlaması da Onun elçiliğinin belgelerindendir... Bu durum hem Onun doğruluğunu karşıtları açısından, hem de kendisi açısından gözler önüne sermektedir; eğer doğru sözlü birisi olmasaydı, onları hoş görmesi düşünülemezdi...

* Yine doğrucu olmasaydı taş gibi katı yürekli kişiler imana gelemezdi... Örnek mi; kendisini öldürmeye kalkan Hz.Ömer, Safvan ve Umer, en büyük düşmanlarından Ebu Süfyan, Halid bin Velid, Ebu Cehil’in oğlu İkrime, amcası Hz.Hamza’yı şehid eden Hind ve Vahşi gibi önceleri ona düşman olan kişiler ve daha birçokları hem Ona inanmış, hem de Onun yolunun en büyük savunucuları olmuşlardır...

* Mekke’nin alınmasından sonra amcasını şehit eden Vahşi çekinerek ve utanarak, bağışlanmak üzere yanına gelmişti... Hz.Muhammed “sav” onu görünce çok duygulandı, gözlerinin önüne kanlar içindeki amcasının o yürek yakıcı durumu geldi. Gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Olup bitenleri düşündü ancak bütün bunlara karşın Vahşi’yi bağışladı ve ona; “Ne olur benim gözüme bir daha görünme, seni görünce amcamı ve onun şehid düşmesini hatırlıyorum; içim yanıyor” diyerek bir istekte bulundu... Evet, ancak Onun kadar doğrucu ve emin birisi böyle bir davranış içine girebilirdi...

* Hepimiz duygu ve düşüncelerimizi başkalarıyla paylaşmak isteriz... Eğer düşünce boyutumuz çok genişse bunu yaymaya ve taraftar toplamaya çalışırız... Hz.Muhammed bir elçi olmasaydı, hiç davasını yaymak için 40 yıl bekler miydi? Onun davası bu kadar önemsiz bir dava mıydı? O, davasını ilk üç yıl gizlice duyurmuş ve buna kendisini en iyi tanıyan yakınlarından başlamıştır... Onu gerçekten tanıyan ve doğru düşünebilen herkes çağrısına uymuştur... Bu noktada olmadık sıkıntılara Onunla birlikte katlanmışlardır...

Siz olsanız bir yalan uğruna şunlara katlanabilir misiniz? Karşınızdakiler;
Yanınızdan geçerken yüzünüze tükürük atsalar,
Siz secdedeyken başınıza işkembe koysalar,
Tartaklasalar,
Yollarınıza dikenler koyup taşlar dökseler,
Köşe başlarında ellerinde kılıçlarla sizi bekleseler, öldürmek için fırsat kollasalar, taşlasalar,
Herkesin içinde sizinle alay etseler, küçük düşürseler, hakaretlerde bulunsalar,
Eşinize en büyük iftirayı atsalar,
En sevdiklerinizi, en yakınlarınızı paramparça doğrasalar, ciğerlerini çiğneseler,
Üzerinize asker gönderip arkadaşlarınızı öldürseler, çeşitli yerlerinizden yaralasalar,
Sizi yurdunuzdan çıkarsalar... ne yaparsınız? Hiç çekinmeden yolunuza devam edebilir misiniz?..

* Yüz, tavır ve kişilik, bilen kimseler için gerçeğin aynasıdırlar; O bütün özellikleriyle “Ben Allah’ın Resulü’yüm” diyordu... Bu yüzdendir ki dönemin en büyük bilginlerinden birisi olan Abdullah bin Selam (Allah ondan razı olsun) Hz.Muhammed’i ilk kez gördüğünde “Bu yüzde yalan yoktur” diyerek iman etmişti...

* Özgürlüğüne kavuşturduğu Hz.Zeyd ile birlikte Taiflileri İslam’a çağırmak için gittiğinde taşlamaya varacak kadar ağır hakaretlerle karşılaştılar... Üzgün ve bitkin bir durumda o bölgede bulunan bir bağın kenarına oturdu; Onu gören bağ sahiplerinin acıma duyguları harekete geçti ve köleleri ile ona üzüm gönderdiler... Addas adlı köle daha önce Hz.İsa’ya inanmış birisiydi...

Hz.Muhammed’in üzümü besmele ile yemesi üzerine çok şaşırarak “Yıllardır buralardayım, kimseden böyle bir söz duymadım” dedi. Resulullah “Sen neredensin?” diye sordu. O “Nineveliyim” (Musul dolaylarında bir yer) dedi. Resulullah “Yunus’un ülkesinden imişsin” buyurdu. Addas bu söze de şaşırarak “Sen Yunus’u nerden tanıyorsun? Onu buralarda kimse bilmez” dedi. Bunun üzerine Hz.Muhammed “O benim kardeşimdir. O da benim gibi elçi idi” buyurdu. Addas bu durum karşısında apaçık gerçeği dile getirerek müslüman oldu; “Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sahibi yalancı olamaz. Ben inandım ki, sen Allah’ın Resulüsün”

* Küçük bir yalanı küçük bir toplulukta söylemek bile kişiler için çok zor bir durumdur; buna karşılık, Hz.Muhammed’in davası uğruna, kendine bütünüyle düşman bir ortamda, doğru bildiklerini hiç tedirgin olmadan söyleyebilmesi getirdiklerinin yalan olmadığını ve davasının hak olduğunu açıkça göstermektedir... Bunun tersi hiç düşünülebilir mi?..

Evet O, tek başına, bütün düşmanlarına, ölüm tehditlerine, hakaretlerine, mevki, makam, mal ve kadın gibi tekliflerine karşın davasından dönmediği gibi, ümitsizliğe de hiç kapılmadı... Bütün bu durumlar Onun elçiliğini kanıtlayan unsurlardır...

O, bütün karşıtlarının kendisini yoketmek için toplandığı bir ortamda, hendek kazarken yanındakilere İran, Yemen ve Bizans gibi yerlerin elegeçirileceğini bildiriyordu, bunu gören ikiyüzlüler ise “bu durumda nasıl böyle söyleyebiliyor?” diye alay ediyorlardı... Oysa söyledikleri sonradan birer birer gerçekleşmiştir... Onun davası hak olmasaydı, her yerde doğruları olduğu gibi söylemekten çekinmez miydi? Evet, böylesi açıklamalar ancak Allah Resulü’nden gelebilir... Bu konuda Ondan daha güzel bir örnek bulabilmek mümkün değildir...

* Bir düşünün; okuma yazma bilmeyen birisi olarak uzay araştırmaları yapan sayılı bilimadamlarıyla boy ölçüşmeye kalkabilir misiniz? Oysa Onun getirdiği Kuran bütün varlığa sesleniyordu, “bir benzerini getirin getirebilirseniz” diyordu... Hiç kimse boy ölçüşemedi ve hem Onun, hem de Kuran’ın doğruluğu ortaya çıktı; bu durum Onun elçiliğini kanıtlamaz da neyi kanıtlar?..

* O getirdiklerini aynı zamanda en güzel uygulayan birisi idi, her açıdan insanlara örnekti... Hepimiz rahat yaşamayı isteriz, kim istemez ki? Oysa O elçilik sonrasında nice çilelerle karşılaştı, sonuç getirip getirmeyeceği belli olmayan bir yolda yürüdü, ölümle yanyana yaşadı... Kim bütün bunları uydurma bir dava için yapabilir? Bunu hangi akıl kabul edebilir?..

Evet O, insanlardan ne istemişse, onlara neleri duyurmuşsa en güzelini yapmış ve örnek olmuştur... Bu nedenle “Yaşayan Kuran” olarak nitelendirilmiştir... İnsanlardan ilk önce Allah’a inanmalarını ve O’na kulluk etmelerini istiyordu... Kendisi ise Allah’ın sevgisiyle dolup taşan birisiydi... Her an Allah’ı anan birisiydi... Namazda, oruçta, zekatta, cömertlikte herkesten önde idi...

* Bireyler yirmi yaşına kadar gelişimlerini tamamlarlar, hele kırk yaşına kadar artık bütün huyları belirginleşir ve değişmemek üzere kesinleşmiş bir nitelik taşır; bu durumda kırkına gelmiş birisinin huylarının birden bire değişmesi düşünülemez...

Hz.Muhammed, kırk yaşından önce de Emin idi, kırk yaşından sonra da; bu durumda davası nasıl yalan olabilir? Evet, kırk yaşına kadar hiç yalan söylemeyen birisinin, kırk yaşında birdenbire, hem de bir hiç uğruna yalan söylemeye başlaması düşünülebilir mi?..

* Diğer yandan, doğrucu olmayan birisi kendisine arkadaş bulabilir mi? Bırakın başkalarını eşini bile inandırması olanaksızdır... Oysa Hz.Hatice “Sen ancak doğruyu söylersin” derken, Hz.Ebu Bekir “O ne dediyse doğrudur” diyordu... Çevresindekiler hep doğrulukta birer önder olan kişilerdi... O dönemde ve sonrasında Onun yolundan giden sayısız kişi ne diye bunu yapıyorlar?..

* Onun gösterdiği bine yakın mucize ve en büyük mucizesi olan Kuran-ı Kerim de Onun elçiliğini kanıtlamaktadır... Evet, iman bir bütündür ve Kuran’ı doğrulayan bütün bilgiler Onun elçiliğini de doğrulamak durumundadırlar...

Elçiliğini kanıtlayan mucizelerin varlığını düşmanları bile kabul etmek zorunda kalmıştır; Kuran’ın bize aktardığı olaylara baktığımızda bu gerçek açıkça ortaya çıkmaktadır... Onların Hz.Muhammed’e “kahin, şair, büyücü” gibi sözleri söylemeleri ve bu tür nitelemelerde bir türlü karar kılamamaları Hz.Muhammed’in mucizeler gösteren bir elçi olduğunu kanıtlamaktadır...

* Bütün varlığa meydan okuyup başarılı olan ve hiçbir yalanı görülmemiş birisi hiç Allah’a karşı yalan uydurabilir mi? Ki, buna ne gerek vardır? Bir tek ayet bile o eşsiz özellikleri ve güzellikleriyle Onu bulunduğu bölgede önder yapabilirdi... Ayrıca kendi sözleri ile Kuran arasındaki fark da ortadadır; evet, hiçbir insanın sözü -Hz.Muhammed “sav” söylemiş olsa bile- Allah Kelamı ile boy ölçüşemez; bundan daha büyük kanıt olur mu?..

* Eşsiz ahlakı da Onun elçiliğini kanıtlamaktadır; evet, ona bu ahlakı veren kimdir? Yetiştiği ortam herkesin malumu... Babası diyemeyiz; O doğmadan ölmüştü... Annesi diyemeyiz; altı yaşında onu da yitirdi... Dedesi ya da amcaları da diyemeyiz; içinde bulundukları toplumda Ona böyle bir ahlak kazandırmaları olanaksızdı... Kuran-ı Kerim ile bu konuyu özetleyelim; « Şüphesiz sen büyük bir ahlaka sahipsindir » Kalem, 4

* Evet, o yetiştiği olumsuz ortama karşın bütün herkesten daha ahlaklı birisi idi; hem de her açıdan böyleydi... Oysa diğer insanlar böyle değildir; örneğin birisi cömert ancak merhametsiz, cesur ama cimri olabilir... O bütün yönlerden en güzel örnek idi... “Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti” Hz.Muhammed

* Bütün elçiler gibi Hz.Muhammed de elçiliğin temel özelliklerini (doğruluk, güven, masumiyet, zeka gibi) üzerinde taşıyordu, hem de hepsinden daha üstün olarak... Bu durum da Onun Resulullah olduğunu kanıtlayan belgelerden birisidir...

Kendisine elçilikten vazgeçmesi için olmadık tekliflerde bulunanların tekliflerini geri çevirmekte hiç tereddüt göstermemiştir... Evet, Ona; “Sana ne istersen verelim” diyenlere, “Bir elime ayı, diğer elime güneşi koysanız davamdan dönmem” kar_ılığını vermiştir... Bu durum Onun kararlılığının ve imanının sağlamlığının en belirgin kanıtıdır; O Allah’a bütün varlığıyla inanıyordu ve davasının hak olduğunu bilerek yalnızca Allah’a güveniyordu...

* Hiç kimse bütün alanlarda uzman olamaz... Bu, günümüzün gelişmiş ortamında bile olanaksız bir durumdur... Oysa Hz.Muhammed’in getirdiği Kuran her asırda herkesle boy ölçüşebilecek üstünlüktedir... Benzer biçimde Hz.Muhammed de her açıdan uzman birisidir; eğitim, terbiye, askerlik, bilim, tıb gibi...

Şunu da unutmayalım ki, bu kişi hem okuma-yazma bilmiyordu, hem de (Allah’tan başka) hiç kimseden bilgi almamıştı... Evet, 23 yılda son derece bozuk bir topluluğu her açıdan üstün bir konuma getirebilmek ancak Resulullah’ın işi olabilir...

* Kuran’la birlikte Arapça çok büyük bir gelişim göstermiştir, bunun da başka hiçbir örneği yoktur... Böyle bir durumu sağlamaları yüzlerce dil bilgininden bile beklenemezken, okuma-yazma bilmeyen birisinden hiç beklenebilir mi?..

* Yukarıda anlatmaya çalıştığım fakat bunu becerebilmem olanaksız olan bu üstün özelliklerle donatılmış birisi hiç yalan söyler mi, yalana-dolana başvurur mu, bunlara tenezzül eder mi? Onun eşsiz kişiliğidir ki, adı durmaksızın yeryüzünde anılan tek kişi olmasını sağlamıştır...

Evet, bütün yeryüzünde Allah’la birlikte Onun adının anılmadığı zaman yoktur... Gerek namazlarda gerekse ezan okunurken, zaman farkı nedeniyle her an yeryüzünde Onun adı anılmaktadır; bu konuda da tek örnek Odur... « Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir » Ahzab, 21

Örnek Elçi’den Çağlarüstü Mesajlar
(Hz.Muhammed’in Hadislerinden Bir Derleme)

“Mümin, kötülüğünden emin olunan kimsedir”

“Allah’ın nimetlerine hamd etmek, insanı o nimetin yokluğundan emin kılar”

“Mümin eliyle, diliyle kimseye zarar vermeyen kimse demektir. Muhacir ise; Hak Teala’nın haram kıldığ1nı terk edene denir”

“Ölen herkes pişman olacak. Kötülük yapanlar, kötülüklerinden dolayı, iyilik yapanlar da daha fazla yapmadıkları için”

“Kadere iman eden, kederden emin olur”

“Halıka isyan olan işte, mahluka itaat olmaz”

“Kötülüğü terketmek sadakadır”

“Hayra yol açan, yapan gibidir”

“Sahibini fenalıktan alıkoymayan namaz, Allah’tan uzak olmaktan başka birşeyi arttırmaz”

“Seni fenalıktan menettiği müddetçe Kuran’ı oku; kötülükten alıkoymuyorsa Kuran okumuş sayılmazsın”

“Müminin niyeti amelinden hayırlıdır”

“Her haslet müminde bulunabilir. Yalnız hıyanet ve yalan bulunamaz”

“Bizimle alakası olmayan bir iş yapıldığında, bu iş failine reddedilir”

“Allah şüphelerin gelişi anında ileri görüşlü gözü, şehvetin ağır bastığı zamanda da aklı sever”

“İlmi beşikten mezara kadar tahsil ediniz”

“İlim tahsil ederken ölen şehid olur”

“İmanlarınızı 'La ilahe illallah' ile yenileyiniz”

“Bildiğin herşeyi başkasına da öğret”

“Kafirlerin iktidarı bile eğer adil ise sürebilir. Ama müminlerin iktidarı eğer adaletsiz ise mutlaka yok olur”

“Ödeme niyeti olmadan borçlanan kişi hırsızdır”

“İki günü bir olan, her gün ilerlemeyen, yeni bir şey öğrenmeyen aldandı, ziyan etti”

“Sana gelmeyene sen git, sana vermeyene sen ver, sana zulmedeni sen affet”

“Makamları talip olanlara değil, layık olanlara veriniz”

“Bütün müslümanlara selam söyleyiniz. Kıyamete kadar müslüman olacak herkese benden selam söyleyiniz”

“Her iyi olan şey sadakadır”

“İnsanların en iyisi başkalarına iyilik yapandır”

“Allah kulu üzerinde ona verdiği nimetlerin eserini görmek ister”

“Arkanızda, yakın akrabalarınızı dilenmeye muhtaç bırakmaktansa zengin bırakmanız daha iyidir”

“Orta yol işlerin en iyisidir”

“İlim hazinedir; anahtarı ise sorup öğrenmektir”

“Bir kötülük yaptığında hemen iyilik yap”

“Dosdoğru ol, ahlakın güzelleşsin”

“Büyüklerimize saygı duymayan, küçüklerimizi sevmeyen bizden değildir”

“Başkalarının kendisinden öğüt aldığı kimse mutludur”

“İnsanlara acımayana Allah da acımaz”

“Yiyip içmekten sakınmak, asıl oruç değildir. Oruç, ancak kötü sözlerden, fena ve nefsani arzulardan vazgeçmektir”

“En üstün miras; babanın evladına verdiği terbiye ve edeptir”

“Sizden biri, kendi için sevdiğini kardeşi için sevmedikçe gerçek imana eremez”

“Aldatan bizden değildir”

“Din, güzel ahlaktır”

“Yapacağın işin sonunu düşün, iyiyse yap, zararlıysa terket”

“İnsanların en üstünü, dinlerini iyice anlayıp bilerek yaşayanlardır”

“Müminin konuşması zikir, susması fikir, bakı_ı ibrettir”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:24 am

Elçiler Neden Gönderildi?

Dinin gerekliliğini dile getirmiştik; işte elçiler bu dinin getiricisi olan örnek kişiliklerdir... İnsanlara elçi gönderilmesi sonsuz bir rahmet örneğidir... Yüce Allah insanları başıboş bırakmamış, suç işledikleri anlarda bile onlara yardımını göndermiş ve doğru yolunu göstermiştir... Kuşkusuz, “şöyle şöyle olun” demekle “bakın, bu kişiyi örnek alın” demek birbirinden çok farklı olup elçilerin gerekliliğini gösterir...

Elçiler gerçeği bizlere ulaştıran hak erleridir; kişilere sonsuz mutluluğun yolunu bildiren, davranışlarıyla en güzel örnek olan, en doğru hükümleri getiren, hikmeti öğreten, zincirlerden kurtaran, sömürüye tavır alan, ahlakı, fazileti, doğruluk ve dürüstlüğü, güvenilirliği, yöneticiliği, eğitmenliği; kısacası gerçek insanlığı öğreten yüce kullardır...

Böyle örnek insanların olmamasını kim isteyebilir, hangi akıl sahibi? Kişilerin gelişiminde başarılı örneklerin ne kadar etkili olabileceği açık bir gerçektir; biz bütün sıfatlarımızdan öte öncelikle insanız ve insan-ı kamil olmayı da onlardan öğreneceğiz; onlar birer insan olmaları yönüyle bizim için eksiksiz birer örnektirler, ne büyük bir hikmet!.. Gelişimin teşvik edici örnekleri olan mucizeleri de onların hak belgeleri!..

Nasıl bir kitabın okutulup öğretilmesi için öğretmenlerin varlığı gerekliyse kutsal kitapların ve kainat kitabının okutulması için de elçiler gerekmektedir... Onlar özellikle maneviyat sahasının öğretmenleridir... Duygusallıktan uzak nesnel bir akıl ve vicdan Allah’ın varlığına kuşkusuz inanacaktır... Evet, toprağa atılan tohum gerekli koşullar sağlandığında her zaman yeşerdiği gibi, nesnel düşünen insan da Allah’ın varlığını kavrayacaktır...

Daha önce akıl ve vicdanın tek başına gerçeğe ulaşmakta ve onu kavramakta yeterli olmadığını, bu konuda yol göstericilere gereksinim duyulduğunu görmüştük... Evet, Allah, yarattığı bireyi başıboş bırakmamış, onu kendisine gereken bütün özelliklerle donatmış, ayrıca en doğruyu ve güzeli de göstermiştir...

Bunun karşılığında bireye düşen ise doğruya yönelmek ve sorumluluğunun bilincinde davranmaktır... Evreni ayağımızın altına seren yüce Allah bizden doğru yoluna uymamızı istemektedir... Bu doğru yolunu ise gönderdiği Elçilerle ve Kitaplarla bizlere göstermektedir... Yetkinlik vermediği hiç kimseyi de sorumlu tutmamaktadır...

Düşünelim; evrende başıboş bir varlık bulunuyor mu? Evrenin kendisi, yeryüzü, güneş, ay, yıldızlar.. hep kendileri için belirlenmiş bir yolda ve yönde davranış sergiliyorlar... Peki evrenin gözbebeği olan insana neden doğru yol gösterilmemiş olsun? Kuşkusuz bütün bireyler belli bir amaç için yaratılmışlardır...

Allah evreni ve insanı neden yarattı? Neden insana bu kadar değer verdi? Neden onu sorumlu tuttu? Neden Elçiler gönderip doğru yolunu gösterdi ve onlara uymamızı istedi?.. Şimdi de bu tür sorularımıza bir yanıt arayalım...

Allah’ın evreni yaratma nedeni temelde sevgidir... Evet, varlığın nedeni kutsal sevgidir... Her sanatkar kendi sanatının görülmesini istediği gibi yüce Allah da eşsiz sanatını gizlilikten çıkarıp canlıların önüne sermiştir... Bize düşen ise önümüze serilen bu güzelliklerin ardındaki Sanatkar’a ulaşabilmektir...

Allah’ın bilgisi sonsuzdur... Bu bilginin kapsadığı kavramların bir bölümünü belirli bir düzen içinde ortaya koymuştur... Resim çizen ya da beste yapan kişinin sevdiği için üretimde bulunması gibi Allah da sonsuz bilgisinin barındırdığı varlıkları sevdiği için yaratmıştır...

Şu Hadisi Kudsi bu noktada bize yön göstermektedir: “Ben bir gizli hazineydim, bilinmeyi diledim, onun için varlıkları yarattım...” Evet, yüce Allah bilinmeyi dilemiş, bilecek ve bilinmesini sağlayacak varlıkları yaratmıştır...

Kuşkusuz Allah’ın evreni yaratması bir gereksinimden dolayı değildir; O’nun gereksinim duyması düşünülemez... O’nun adlarından birisi de Samed’dir; açıkçası hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ancak her ihtiyaç sahibinin kendisinden istediği yüce varlık...

Bu nedenle Allah ile yaratıklarını karşılaştırmaya kalkmak büyük bir yanlış olur ve kişiyi yanlış sonuçlara götürür... Allah’ın nitelikleri sonsuz olduğu için evrenin varlığı ya da yokluğu O’nun için önemli değildir, niteliklerinde değişme olması düşünülemez...

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; evren, içindeki varlıklarla birlikte Allah’ın sonsuz niteliklerinin sergilenmesi ve bilinmesi amacıyla yaratılmıştır... Evren yaratılmadan önce, yukarıda belirtildiği üzere bütün bunlar gizli birer hazineydiler, evrenin yaratılmasıyla birlikte hepsi görünür bir biçimde ortaya çıktılar... Sonrasında Allah bütün bu özelliklerini göstermek ve bildirmek için bilinçli ve akıllı varlıkları yarattı... Gözlerinin önüne serdiği bunca güzelliği değerlendirerek kendisini tanımalarını istedi... Bu varlıkların içinde de en çok insana değer verdi...

Her varlık bir mucize niteliğinde olduğu için Allah’ı bilmek kolaydır... Peki Allah’ı bilecek olan varlıklar kimlerdir? İşte bunlar bilinçli ve sorumlu olan varlıklardır ki, bunların da en üstünü kuşkusuz insandır... Evet, insan evrenin özetidir... Nitelikleri evren kadar eşsizdir... Sayısız özelliklerle donatılmış, tüm evren hizmetine sunulmuştur... Taşıdığı özellikler, hep yüce Allah’ı tanımak için birer araçtırlar... Bütün bunlardan dolayı da sorumlu kılınmıştır...

Bu noktada insana sorumluluklarını bildirecek, doğruyu ve yanlışı gösterecek varlıklara gereksinim duyulmaktadır... İnsana sonsuzluğun yolu, “nereden geldim, nereye gidiyorum?” gibi bitmek bilmeyen sorularının yanıtı bildirilmelidir... Bu da ancak her şeyi bilen yüce Allah’ın gönderdiği Elçiler ve Kitaplar aracılığıyla olabilir... Evet, Allah insanlara Elçiler ve Kitaplar göndermiştir... Gözü ağrıyan birisi göz uzmanına başvurduğu gibi, insanlar da manevi sorunlarına bu konuda uzman olan elçiler aracılığıyla çözüm bulacaklardır...

Elçilerin Konumu Üzerine

Allah var, kitaplarında da emirlerini anlatmış; bu durumda elçilere ne gerek var? Onların gönderilmesinin nedeni nedir?

Madem okullarda kitaplar var. Bütün ilimler o kitaplarda yazılıdır. O halde öğretmenlere ne gerek var?

Öğretmenler olmasa öğrenciler kitapları nasıl anlayacaklar? Matematik öğretmeni olmadan matematik öğrenilir mi? Fizik hocası olmadan fizik anlaşılır mı? Okula ilk giden öğrencinin okumayı öğrenmesi için de bir öğretmene ihtiyacı yok mu? Evet, elçilerin gönderilmesindeki hikmete bu açıdan bakınca gerekli görülüyor...

Elçiler gerekli. Çünkü madem ki öğretmensiz bir ders öğrenilmiyor. Bir kitabın sırları çözülmüyor. Öyleyse elçi denilen öğretmen olmadan da kutsal kitapların sırrı çözülemez. Elçiler insanları dünyada başıboş yaşamaktan kurtaran ve onlara gerçek hayatı anlatan en büyük öğreticiler, örnek önderlerdir.

Şu konuya dikkatinizi çekmek isterim: Yüce Allah her şeyi bilerek yapıyor. Her mevcudu görerek idare ediyor. Ne bir sinek O’nun nazarından kaçar. Ne de bir böcek O’nun rahmetinden uzak kalır. Her varlığı, insanlığın faydası için yaratır. Her işin sonundaki iyiliği bilerek yapar.

Madem ki yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak elbette varlıklar içinde en bilinçli ve en mükemmel olan insan türü ile konuşacak ve insan içinde en yetenekli ve ahlakı en yüksek zatlarla konuşacak. Bunlar da elbette elçiler olacaktır.

Işıksız güneş olmadığı gibi, Allah da kendini akıllara gösterecek açık işaretler göndermeksizin olmaz. O’nun varlığını gösterecek en açık delil ise kuşkusuz elçilerdir.

Nasıl ki her saltanat sahibi saltanatını gösterip ilan edecek bir memur tayin eder. Ta ki o saltanattaki güzellikler halka teşhir edilsin. Saltanat sahibinin güzelliği ve zenginliği herkes tarafından takdir edilsin.

İşte Yüce Allah, saltanatının büyüklüğünü ve zenginliğini insanlara anlatacak elçiler tayin etmiştir. Her güzel, hem güzelliğini görmek hem göstermek ister. O güzelliği gösterecek ve güzelliğini tarif edeceklerin olmasını arzu eder. Elçiler de kulluklarıyla o güzelliğe ayna olmuş, elçilikleriyle de Allah’ın güzelliğini ve istediklerini halka tebliğ etmişlerdir.

Bir sarayın içindeki gizli sırlar, antika nakışlar kendi kendini anlatmaz. Mutlaka o sırları anlatan, tercüme eden birine ihtiyaç vardır.

Şu kainat kitabının sırlarını da bize elçiler anlatmaktadırlar. “Anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa anlaşılmaz. Manasız bir kağıttan ibaret kalır” Şu kainat kitabının muallimi olan elçiler olmazsa kainat kitabı anlaşılmaz ve manasız olurdu.

İnsan nereden gelip nereye gittiğini, dünyaya niçin gönderildiğini, mahiyetinin ne olduğunu idrak edemez. Dünyanın, ölümün ve ölüm ötesinin ne olduğunu nereden bilecek? Sırrı anlaşılmadan yaşanılan bir hayatın ne önemi kalır?

Öyleyse insan niçin yaratıldığını bilecek. Bunu da pek doğaldır ki, Allah’ın elçisi olan peygamberler anlatacaktır. (Gülay Atasoy)

Elçiler ve Kitaplar Neden Gönderildiler?

Öncelikle şu soruyu düşünelim; neden gönderilmesinler? Evet, insana doğru yolun gösterilmemesi için hiçbir neden yok; bu noktada yolgöstericilerin gerekliliğini de hiç kimse yadsıyamaz... Daha önce anlatılanlar ile akıl ve vicdanın insanın bütün sorularına yanıt vermede tek başına yeterli olmadığı ortaya konulmuştu...

Yukarıdaki soru “Bizim ders kitaplarımız her yerde satılırken okula, derslere, öğretmenlere ne gerek var?” demeye benziyor... Kuşkusuz, insan aklının belli bir kavrayış yeteneği bulunuyor ancak bu yetenek her şeye yetmiyor... İnsanın maddi ve manevi bütün sorunlar1nın çözümünde öncüler Elçiler ve Kitaplar olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır... Kitaplar birer yol gösterici ve öğüt, elçiler ise birer örnektirler; bize düşen ise onları örnek alarak doğruya yönelmektir... Bir ilkokul öğrencisinin, yüksekokul öğrencisinin derslerine uzak kalması gibi akıl da Elçilerin ve Kitapların getirdiği vahye bazan uzak kalabilmektedir; bu durum vahyin yanlışlığından değil aklın yetersizliğindendir...

Allah bizi kulluk edelim, kendisini bilelim ve sonsuzluğa ulaşalım diye yarattı... Evet, insandan istenen kulluk etmesidir ve bu noktada ona en doğru yol gösterilmiştir... İnsanın kulluk etmemesi için hiçbir neden yoktur; donatıldığı bunca özellik nedeniyle Yaratan’ına şükretmesi gerekmez mi? Akıl imana, iman şükre, şükür ise ibadete götürür; evet, akıl imanı, iman şükrü, şükür de ibadeti gerektirir... Ve hiç kuşkusuz ki ibadet edilecek tek varlık Allah’tır... Bu nokta Kuran-ı Kerim’de çok güzel anlatılmaktadır;

« İşte Rabbiniz, Allah budur. O'ndan başka tanrı yoktur, her şeyin yaratanıdır. Öyleyse O'na kulluk edin; O herşeye de vekildir. » Enam, 102

« Geceyle gündüz, güneş ile ay Allah'ın varlığının belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin. » Fussilet, 37

Evet, insan Allah’ın yarattıklarına değil, onları yaratana kulluk etmelidir... Güneş, Ay, yıldızlar, akıl, vicdan, madde, put, hayvanlar, doğa, insan; bunlar hep Allah’ın yarattığı varlıklardır... Evrende sorumlu tutulmuş olan bilinçli madde insan ve bilinçli enerji de diyebileceğimiz cin dışında Allah’a kulluk etmekten çekinen, O’nun buyruğuna karşı gelen varlık yoktur... Ki, karnımız yemek istediği gibi, ruhumuz da kulluk yapmak ister; ruhun gıdası ise iman ve kulluktur...

Kimi insanlar Allah’a kul olmayı kendilerine yediremeyip büyüklük taslarlar, oysa böyle bir davranış bütünüyle nankörlüktür, utanılacak bir durumdur... İnsan kendisini yaratan varlığın kendisini yaratış nedenine bağlı olarak sorumluluğunun bilincinde davranmayacak da nankörlük edecek, sonra da bu davranışıyla övünecek! Böyle birisi gerçekten acınacak bir yapıdadır... Evet, « Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? » (Yasin, 22)

Unutmayalım ki, hepimiz birer kuluz... Bireyi yaratan Allah olduğuna göre birey Allah’ın kulu olacaktır... Kimileri “Tanrı’ya bile kul olma” diyerek en azından kendi yetersiz aklına kul olmaktadır... Bunun ister farkında olsun isterse olmasın herkes birer kuldur; bu yüzden kime kulluk edeceğimizi doğru seçmeliyiz... Peki kulluk yapmamız gerekiyor mu?

Evet, gerekiyor... Bizi bütünüyle özel olarak yaratan yüce Allah’a yönelmemek en büyük düşüncesizliktir... Herkesin sesi, yüzü ve parmak izi birbirinden farklıdır, dolayısı ile özeldir... Bireye bu özelliği veren ise ancak yüce Allah’tır... Allah bize değer verip özel tutar da biz ne diye O’nun yoluna uymayız? Bunun için geçerli bir neden olabilir mi? Allah bizden gücümüzün yetmeyeceğini mi istiyor? Bize kötüyü, yanlışı, çirkini, yaratılışımıza uygun olmayanı mı gösteriyor, yoksa iyiyi, güzeli, doğruyu ve yaratılışımıza uygun olanı mı? Öyleyse ne diye O’na kulluk etmeyelim?..

Hemen belirtmek gerekir ki kulluk, Allah’ın buyruklarına uymak ve O’nun yasakladıklarından sakınmak olup bizler Allah’ın en çok değer verdiği varlıklarız... Öyle ki yüce Allah “kul hakkı” denen bir kavramı bizlere sunmuştur... Herkes bir kul olduğu için kul olarak hakkı vardır ve bu hak en kutsal hakların başında gelir... Böyle bir düzende kul olan birey nasıl küçümsenmiş olur? Hangi düzen böyle bir hak kavramıyla ortaya çıkmıştır ya da çıkabilecektir? İslam’da kulun hakkını ancak kul bağışlayabilir...

Evet, Allah’ın bağışlamasını kula bıraktığı ve böylece kullarına verdiği değerin büyüklüğünü gösteren bir hak kul hakkı... Bu durum kul hakkını hiçe sayanların Allah’ın mülküne saldırdığını belleklere kazıyarak onları sorumluluklarının bilincinde olmaya iter... Yaptığının kesinlikle yanına kalmayacağını belirtir...

Bireye bir başkasının zarar vermesi gibi kendisinin zarar vermesi de yasaklanmıştır, bir kişiyi öldürmek bütün insanları öldürmek gibi sayılmıştır; bu da Allah’ın kullarına verdiği değeri açıkça göstermektedir... Özgürlük diye diye hayvanlaşmaya doğru gidenlerin “özgürlük” ve “birey” anlayışı nerede, bu eşsiz uygulama nerede?! İnsanı basitleştiren, küçülten, amacından alıkoyan, konumundan alaşağı eden davranışlar özgürlük müdür?..

Allah kullarına böylesine değer verirken onların Allah’a yönelmemeleri kendileri için üzünülmesi gereken bir durumdur... Bireye kul olduğunu söyleyip gücünün yettiğini ondan istemenin neresi yanlıştır? Akılsız oldukları halde bedenimizdeki organlar sorumluluklarını, daha doğrusu görevlerini eksiksiz bir biçimde, şaşırmadan yerine getiriyorlar...

Biz akıllı olduğumuz halde onlar kadar başarılı ve seçici değiliz... Bedenimize de bu kusursuz yapıyı bağışlayan yüce Allah’tır... Evet, bedenimiz Allah’ın yasalarına bağlı olarak görevini yerine getiriyor; bir de düşüncesizliğimiz olmasa!..

“Ben kul olmam” diyeni kendi bedeni yalanlarken biz ne diye kulluk görevimizden, bu yüce sorumluluğumuzdan, yaratılış amacımızdan kaçalım? Çok güvendiğimiz aklımız ve vicdanımız, duygusallıktan uzak, nesnel bir yaklaşımla olaya baktığında böyle bir davranışı onaylar mı? Yaratılışımızdan gelen inanç olgusuna nasıl çözüm getireceğiz? Gerçeklerden kaçarak mı, onları yalanlayarak mı, yoksa onlara yönelerek mi?.. Evet, herkes sorumluluğunun bilincinde olmalıdır, gerçeğe ulaşmanın tek yolu budur...

Son olarak şunu belirteyim; Allah bizleri bu dünyaya temiz olarak gönderdi, ona temiz olarak dönelim!.. Hem kendimizi bozup kirleterek, hem de bilgiçlik taslayarak kimseyi kandıramayız... Unutmayalım ki, Allah güzeldir ve güzel olanı sever... Bizler için seçtiği en güzel yol İslam olduğu gibi en güzel davranış biçimi de kulluktur; kulluk ise inançsızların saptırdığı gibi belirli kalıplarla ibadet etmek yani bir yatıp kalkmak işi değil Allah’ın buyruklarına uymak ve O’nun yasakladıklarından uzak durmaktır; yani nimete karşı şükretmektir, bize verilenleri yerli yerince, gereğince kullanmaktır...

Kulluğa Kimin Gereksinimi Var?

En güzel şey karşılıksız kerem ve ihsanda bulunmaktır. Bunu anlayamayan kimseler, bazı gerçekleri kendi bozuk terazilerinde tartmakta ve gerçeğe ters sonuçlar çıkarmaktadırlar. Bunlardan bir kısmı “Allah'ın (haşa) ne ihtiyacı var ki, -kendisini tanıttırmak ve sevdirmek için- bu evreni yaratsın ve bize kulluğu emretsin?” şeklinde soru sormaktadırlar.

Bu kimseler bu soruyu sorarken, zahmet edip çevrelerinde bulunan yaratıklara bir baksalar, sorularının yanıtını alacaklardır. Örneğin, güneş insanlara ışık vermekle beraber, insanlardan karşılık olarak ne beklemektedir? Yer küresi insanları sırtında gezdirmekle onlardan nasıl bir yardım ümit etmektedir? Veya limon ağacı, kendisinin hiç ihtiyacı olmadığı halde C vitaminiyle yüklü limonları verirken, bu iyiliğin karşılığında insanlardan neyi istemektedir? Örnekler çoğaltılabilir...

İşte, insanların emrinde bulunan yaratıklar bile insanın hiç bir şeyine muhtaç değilken, tersine insan onlara muhtaç iken, bir insan hangi akılla herşeyi yaratan Allah hakkında o soruyu sorabiliyor?

Bir doktor, lütuf ve merhametiyle fakir kimseleri bedava tedavi etse, “Bu doktorun ne ihtiyacı var ki böyle yapıyor?” denilmez; denilse divanece bir soru olur. Zira, doktor zaten ihtiyacı olmadığı için bu iyiliği yapıyor. Veya bir doktorun verdiği ilacı içen bir adam “Doktorun ne ihtiyacı var ki, bu ilacı bana içiriyor?” şeklinde bir soru soramaz.

İşte Allahü Teala da bu evreni lütfuyla bize hizmetkar yaptığı gibi, ibadeti de yine lütfuyla bizlere emrediyor, ta ki onlarla sonsuz mutluluğa kavuşalım.

Örneğin; ana karnındaki bir çocuğu bilinçli varsayınız. O çocuk, gözüyle o alemde bir şey göremediği için, “Yahu şu gözler bana niçin takılmış?” diye itirazda bulunacaktır.

Ona, “Bu gözler sana başka bir dünyada gerekecek. Oraya gittiğin zaman bu gözlerle yer ve gökteki harika sanatları gözleyeceksin” denilse, “ben görmediğim şeye inanmam” diye bu gerçeğin karşısına çıkacaktır. Daha sonra itirazlarına devamla, burnunun neye yaradığını ve ne için yüzünde kalabalık ettiğini soracak ve kendisine bu aletle başka bir alemde güzel kokular alacağı söylendiğinde bu gerçeği de inkara gidecektir. Aynı şekilde kollarının kalabalık ettiğinden, ayaklarının gereksizliğinden bahisle sadece göbeğinden beslenmesine bakarak, ağzını bile gereksiz bulacaktır.

İşte, Yüce Allah, ana rahminde rahmetiyle bizim elimizden tutmuş, bizi kendi fikrimizle başbaşa bırakmamış ve bu dünyada gerekecek bütün organları takarak bizleri bu dünyaya göndermiştir... O bu dünyada bizi bir sınamaya tutmuş ve bu alemden sonra gideceğimiz ahiret aleminden hakkıyla yararlanabilmek için nasıl hareket etmemiz gerektiğini Hz.Muhammed “sav” ve Kuran-ı Kerim'iyle bizlere bildirmiştir.

Bu sınavda, anasının karnındaki çocuğun düştüğü aptallığa düşmeyip; namaza, oruca, zekata ve benzeri emir-yasaklara uyduğumuzda, ahirette bu ibadetlerimizden sonsuza kadar yararlanacağız. Tersi durumunda, bu dünyaya gözsüz, elsiz, ayaksız, ağızsız, kulaksız... gelen bir çocuk gibi ahirete gittiğimizde, Cennette bize hayat hakkı tanınmayacağı açıktır...

Bu durumda akıllı bir insanın yapacağı iş, buraya kadar olan yolculuğunu Allah'ın bağışıyla sürdürdüğünü göze alıp, ölümden sonraki yolculuğunda da bağışlarıyla karşılaşmak için O'nun emirlerine uymak ve yasaklarından titizlikle kaçınmak olacaktır. (Zafer Dergisi)

Kul Hakkı Nedir?

Günümüzde insan haklarından çokça söz edilir. Ama bu sözler her nedense uygulamaya bir türlü konulamaz. Sadece beyannamelerde, bildirilerde, makalelerde mahpus kalır.

“İnsan hakları” tabiri aslında caydırıcı bir ifade değil. Hak ve hukukun korunması sadece insanoğlunun insafına ve vicdanına bırakılmış. Belli bir müeyyidesi yok. En kötü ihtimalle bir “kınama” cezası alıyorsunuz ve yaptığınız yanınıza kar kalıyor.

Ama, “kul hakkı” ifadesi böyle değil. Bu ifadeyle insanın başıboş bir varlık olmadığı, Allah'ın kulu, O'nun mülkü, O'nun mahluku olduğu zihinlerde iyice tesbit edilir ve nefisler, 'kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı' tehdidiyle karşı karşıya kalır.

Gel gör ki, bugünün madde, menfaat ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kul olduğunu unutanlar, haliyle kul hakkını da hatırlamaz oldular. Kul hakkının bu ilk basamağında tökezleyenler insaf, merhamet, adalet duygularını da kaybettiler.

“Ben kulum” diyen insan, bunun gereğini yerine getirecektir. “Ben falan devletin raiyetiyim (vatandaşıyım)” dediniz mi, sizden o beldenin bütün kanunlarına harfiyen uymanız istenir...

Allah'ın kul üzerindeki en büyük hukuku: İman...

Kul, kendisini yoktan vareden Rabbine imanla mükellef (sorumlu). Bunu “tevhid” takib ediyor. Allah'ı bir bilmek de kul üzerinde İlahi bir hak. Nitekim, Allah'a şirk (ortak) koşmak affa girmiyor (Bakınız: Nisa Suresi, 48.Ayet).

Hukukullahın üç mühim şubesi: Tesbih, hamd ve tekbir. Yani, Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih (uzak tutma), bütün medih ve senanın (övgülerin) ancak O'na layık olduğunu ilan ve O'nun sonsuz kemalinin, kulun idrak sahasına girmekten münezzeh olduğunu itiraf etmek.

İlahi san'at ve hikmetleri tefekkür etmek (düşünmek), nimetleri şükürle karşılamak da hukukullah cümlesinden.

Salih Amelin Ölçüsü

İmanı salih amel takib ediyor. Salih amel, kulun kendi iradesiyle tercih edip işlediği bütün güzellikler.

Yaptığımız ticaret dürüst ise salihtir. Ettiğimiz ibadet ihlaslı (içten) ise salihtir. Gördüğümüz eşyayı, İlahi birer eser olarak tefekkür edebiliyorsak bakışımız salihtir. Dinlediğimiz sözler, düşündüğümüz fikirler, kurduğumuz hayaller, sevdiğimiz mahbuplar (sevgililer) meşru (yasal) ise, helal dairesi içinde ve rıza çizgisinde ise salihtir.

Bunlar içerisinde, “maddi ve manevi hukuk-u ibada tecavüz etmemek” çok önemli olmalı ki, salih amelin tarif cümlesine dahil olmuş.

Hukuk-u ibad, yani “kul hakkı” geniş bir mefhum (kavram) Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddi hukuk, kalb ve ruhuna verilen zararlar ise manevi hukuk olarak değerlendirilmeli...

Hakkın Büyüğü Küçüğü Olur Mu?

Allah'ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, O'nun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli (öldürülmesi) ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur. (Bakınız: Maide, 32)

İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah'ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah'ın bir kuluna zulmedersem O'nun kahrına hedef olurum” diye düşünemiyor.

Aslında bu hakikat, “herkesçe kolay anlaşılabilmeli” diye geliyor insanın aklına. Çünkü kime sorsak kendisini de diğer insanları da Allah'ın yarattığını söyleyecektir. Ama iş münakaşaya (tartışmaya) döküldü de nefis kalbe, hissiyat akla hakim oldu mu, artık kulluk unutuluyor, adalet unutuluyor, ahiret unutuluyor. İşte bu unutmanın kula pahalıya mal olması için İlahi ikazlar geliyor.

Çiğnenen Haklar Nasıl Ödenecek?

Bu Rahmani ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü (a.s.m) de ümmetini defalarca ve değişik şekillerde uyarmıştır...

Allah yolunda canını veren bir mü'min bunun büyük mükafatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenab-ı Hak kula bırakmış.

Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir mü'minin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.

Mesela, gıybet eden (kişileri çekiştiren, arkadan konuşan) bir insan gıybet ettiği kimseden helallik almadıkça bu cürmün ağır cezasından kendini kurtaramaz.

Kulun Hakkını Allah Koruyor

Kuran-ı Hakim'de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok ayetlerden sonra, “işte bu Allah'ın hudududur (koyduğu sınırdır), ona tecavüz etmeyin (onu aşmayın)” mealindeki (anlamındaki) İlahi ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah'ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek (sığınacak), kimden yardım dileyecektir.

İnsan, Allah'ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlahi azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor.

Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza niye kasdedemeyiz? Çünkü, ne beden bizim, ne de ruh. Haneyi harab etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah'ın mahlukatında O'nun rızası dışında tasarrufa kalkmış oluruz. Bu ise hem hukukullaha karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlal. Demek ki aynı fiil (eylem) ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor.

Allah bütün mülkün maliki. Her varlığına müstakil (özel) bir şahsiyet lutfetmiş. Bir insana zarar vermek, onun nefsine baktığı cihetle kul hakkına tecavüz, Allah'ın eseri olması cihetiyle de hukukullaha riayetsizlik.

Bir kalbi kırmak, yahut bir dalı koparmak da öyle.

Allah'a kulluk yapmayan bir insan kendi nefsini cehenneme atması sebebiyle kul hakkına da en büyük bir tecavüzü yapmış oluyor.

Cenab-ı Hakk'ın, asi insanları birçok ayet-i kerimesinde “zalim” olarak vasıflandırmasındaki ince sırrı yakalamak mümkün.

Kul hakkı içerisinde en büyük pay bizzat insanın nefsine düşüyor. Çünkü her hareketi, her sözü, her hali o nefse ya fayda yahut zarar veriyor. Dolayısıyle, zulmün en büyüğünü, asi insan bizzat kendi nefsine yapmış oluyor.

Bazılarıyla karşılaşırsınız; “Benim Allah'ın hiçbir kuluna bir zararım dokunmamıştır” diye övünür ve ilave eder; “Günah işliyorsam onun sorumluluğu bana ait”

Bu zavallılar kendilerinin de Allah'ın kulu olduklarından gafildirler...

Kuran-ı Kerim'den ibretli bir işaretle bahse son verelim:

En'am Suresi’nde, “ölü etinin”, “dökülen kanın”, “hınzır (domuz) etinin” ve “Allah'tan gayrısının (başkasının) ismiyle kesilen hayvan etinin” haram olduğu zikredildikten sonra “bunlarda da her kim muzdar olursa ve diğer bir muzdara tecavüz etmediği ve zaruret miktarını aşmadığı takdirde hiç şüphe yok ki, Allah Gafur ve Rahim'dir” buyurulur.

Müfessirlerimiz ayetteki bir inceliğe dikkatimizi çekerler; zaruret halinde bulunan, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir insanın, sözü edilen murdar gıdalardan ölmeyecek kadar yemesine müsade edilirken, enteresan bir şart daha ileri sürüyor: Diğer bir muzdara tecavüz etmemek; onun o murdar gıdadan faydalanmasına engel olmamak.

Bu şart, Cenab-ı Hakk'ın kul hakkına verdiği azim (büyük) ehemmiyetin en berrak bir göstergesidir. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

Düşünce Pınarı

“Önce kulum, çünkü ilk görevim varlığımın borcunu ödemek. Sonra bireyim, Allah'tan başka kimseye boyun eğmemek için” Mustafa Güçlü

“Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir” İmam Şibli

“Hiç bekletilmemesi gereken birşey varsa, o da Allah'a olan kulluk borcumuzdur” Andre Gide

“Herkes seçtiği yolda yürür; kendi sonuna ya da kendi sonsuzluğuna doğru...” Sedat Turan

“Şükür, Allah'ın nimetlerini ona karşı günah işlemeye sarfetmemektir” Cüneyd-i Bağdadi

“Seni unutmayanı unutma” Abdülkadir Geylani

“Rabbinin sana ihsanı nerede, senin ona ettiğin kulluk nerede?” Ataullah İskenderi

“Allah'ı sevmek O'nun emirlerini tutmakla olur...” Emine Şenlikoğlu

“İnanıyorum” diyoruz. Acaba, günümüzün ne kadarını “inandığımızı yaşayarak” geçiriyoruz?.. Ali Suad

“İbadet” diyorum, “sonra” diyorsun, ey nefsim, yarınla randevun mu var?.. Ömer Sevinçgül

“Şükretmek surat ekşitmekse, sirkeden çok şükreden yok” Mevlana

“Ya Rabbi, sana hamdedebildiğim için de hamdederim..” Necip Fazıl Kısakürek

“Amaçsız bir yaşamın, anlamsız bir sözcükten ne farkı var?” Ali Suad

“İnsan ne için yaşıyorsa onun büyüklüğü ve önemi kadar yükselir” Walpoole

“İnanca hayat veren eylemdir” Osman Bayraktar

“Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir” Hz.Ebubekir

“Yaşamı yitirmekten daha acı birşey vardır; yaşamın anlamını yitirmek!” Burhan Toprak

“Hayatını yaşayan” hayat hakkını kullanmıştır!.. Ali Suad

“Sonsuz da olsa O'nsuz hayat hiçtir” Akif Cemil

“İslam'a davet hayattan uzaklaşmaya değil, hayatı yaşanır hale getirme davetidir” Ahmed Selim

“İki türlü hürriyet vardır: yalancı hürriyet, bir insan istediği herşeyi yapabilir; ve gerçek hürriyet, bir insan ancak yapması gerekeni yapar” Kinsley

“Ruhun da vücut gibi ihtiyaçları vardır” Rousseau

“İman bir hükümdür, inkar ise hükümden kaçınmaktır. İman edenler delile dayanır, inkar edenler ise delillere karşı gözünü kapar” Ümit Şimşek

“İlimler Allah’ın yaratışının ifadeleridir” Prof.Abdüsselam

“Yarasa güneşten hoşlanmadı diye, güneş kıymetini kaybetmez” Sadi

“Derin düşündüğünüzde, ilimler sizi Allah’ın varlığını kabule mecbur edecektir” Lord Cliffen

“İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder... İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir” Bediüzzaman

“Özgürüm, diyenler zevklerinin kölesi olmuş...” Hekimoğlu İsmail

“Dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır” Nureddin Pala

“Suç müslümanlıkta değil, bizim müslümanlığımızdadır” M. İkbal

“İleriyi görme yarışında inanan hep öndedir...” Ali Suad

“Tek kelime ile İslam bağımsızlıktır. Yine İslam, yeryüzünde beşeriyetin gidişini kayıtlayan, iyilik yolunda devamlı ilerlemeden alıkoyan her türlü kayıtlardan kurtulmaktır” Seyyid Kutub

“Fikir ona derler ki, bir yol açsın; Yol ona derler ki, bir gerçeğe ulaşsın” Hz.Mevlana

“İki cihanın güneşi olmasaydı; insanları aydınlatmaya yıldızlar yetmezdi” Ali Suad

Elçilerin Temel Özellikleri ve Görevleri

Elçiler insanın yaratılıştan gelen dini duygularına çözüm bulmasında aracılık eden insanlardır... Bütün davranışlarıyla insanlar için en güzel örnektirler... İnsanlara neden yaratıldıkları, nereden gelip nereye gidecekleri, neyin doğru neyin yanlış olduğu gibi karşılaşabileceği bütün sorunların çözümünü sunarlar... Eğer onlar olmasaydı insanlar doğru yolu tek başına bulamazlar, bugünkü gelişmişlik düzeyine de ulaşamaz, büyük olasılıklı oldukları yerde sayarlardı...

Elçilerin gönderilme nedeni insanlara doğru yolu göstermeleri ve bu konuda örnek olmalarıdır... Bir toplum kendisini bozmadıkça, açıkçası bir Elçiye gereksinim olmadıkça Allah toplumlara Elçi göndermemiştir... Toplumların doğru yoldan sapmaları üzerine ise ortaya çıkan gereksinimi karşılamak üzere Elçileri göndermiş ve insanları sorumlu tutmuştur...

Biz de Elçilerin ve Kitapların varlığını işiten bireyler olduğumuz için sorumlu durumdayız; aklımızı kullanıp en doğruya ulaşma sorumluluğumuz vardır... Gerçeklerden kaçmak ise hiçbir zaman çözüm değildir...

Elçiler yol göstericilik görevini üstlendikleri için her noktada diğer insanlardan ileri ve meleklerle iletişim kurabilecek kadar saf olmalıdırlar... Bunun dışında en belirgin özellikleri ise şunlardır; Elçiler bütün sözlerinde ve işlerinde doğru ve dürüst kişilerdir. Hiçbir zaman yalan söylemezler, ne söylemişlerse doğrudur... Onlar Elçi olmadan önce de, sonra da her açıdan güvenilir kimselerdir, büyük ya da küçük hiç günah işlemezler... Kısacası onlar, her yönden örnek ve önder insanlardır...

Elçiler Allah'tan aldıklarını olduğu gibi diğer insanlara iletirler; kendilerinin bunlara ekleme yapması veya çıkarımda bulunması söz konusu olamaz... Elçileri seçen Allah'tır ve kuşkusuz bu seçim doğru olacaktır... Bundan dolayı onların görevden alınması düşünülemez... Yine elçilik çalışmakla kazanılan bir nitelik değildir... Doğrudan Allah'ın seçmesi ile olur ve bu görev ona en layık olan kişiye verilir...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:24 am

Kitapların Temel Özellikleri ve İşlevleri

Kitaplar da Elçiler gibi insanlara doğru yolu gösterirler... İslam inancında Elçilere toplam 100 sahife (kitapçık) ve 4 kitap gönderildiği görüşü yaygındır... Elçilerin bir bölümü yeni bir kitap ve şeriat ile görevlendirildiği gibi, bir bölümü de önceki kitaba ve yasalara göre davranmakla yükümlü tutulmuştur...

Kitaplar doğrudan Allah kelamı oldukları için bütün çağlara seslenirler ve insanlar için yol göstericilik görevlerini sürdürürler... Dört kitap ve gönderildikleri elçiler şunlardır; Tevrat Hz.Musa'ya, Zebur Hz.Davud'a, İncil Hz.İsa'ya, Kuran Hz.Muhammed'e “sav” indirilmiştir...

Bunlardan Kuran dışındakiler bozulmaya uğradıkları için güvenilir değillerdir ve yol göstericilik özelliğini yitirmişlerdir... Bunun nedeni ise onlara insan elinin bulaşmasıdır... Allah önceki kitapları gönderildiği toplumun bilginlerine emanet etmiş, onlar emanete sadık kaldıkları sürece de kitap işlevini yerine getirmiştir...

Çok üzücüdür ki adı geçen bilginler bu konuda yeterince titiz davranmamış ve tahrifat gerçekleşmiştir... Kuran ise bütün insanlığa seslendiği ve son kitap olduğu için doğrudan Allah'ın koruması altındadır;

« Doğrusu Kuran'ı Biz indirdik. Kuşkusuz, onun koruyucusu da Biziz. » Hicr, 9

Kuran'a geçmeden önce Tevrat, Zebur ve İncil hakkında birkaç açıklama yapmak istiyorum, böylece okuyucu söylenenlerin yerli yerinde olduğunu görecek ve adı geçen kitapların Kuran'la kıyaslanamayacağını kavrayabilecektir...

Günümüzdeki Kitabı Mukaddes katıksız Allah kelamı değildir; yüzyılların birikimi sonucunda birçok değişikliklere uğramıştır... Barındırdığı kitapların tarihsel gelişimi üzerinde durmak bence gereksizdir... Allah kelamı çelişki barındıramayacağına göre değişikliğe uğramış bu kitaplarda yer alan tek bir çelişkiyi göstermek bile gerçeğe ulaşmak için yeterlidir... Ben bu noktada yaklaşık 25 tutarsızlığı yazmak istiyorum, ancak çelişkilerin bunlarla sınırlı olduğu sanılmamalıdır... Bununla birlikte bu kitaplar vahiy barındırdıkları için saygısızca davranışlara da yönelinilmemelidir...

Unutulmaması gereken şudur ki yanlış veya çelişkili olan Hz.Musa, İsa, Davud veya diğer elçilerin getirdiği çağrı değil bu çağrıyı sonradan yozlaştıranların ortaya koyduğu şeylerdir, yoksa bütün elçiler aynı dini yani hak din olan İslam’ı uygulamadaki küçük farklılıklar dışında kendi toplumlarına tebliğ etmişlerdir... Yani biz müslümanlar Hz.Muhammed’e ve Kuran’a inandığımız gibi diğer elçilere ve kitaplara da hak biçimiyle inanırız ve bu inanç bizim iman esaslarımızdan birisidir...

Maalesef diğer din sahipleri ortak paydada buluşmak yerine, hiçbir biçimde yalanlayamayacakları, kendi elçilerinde olup da Hz.Muhammed’de olmayan bir elçilik özelliği gösteremedikleri halde sürekli inancımızın elçisine ve kitabına hakaret edegelmişlerdir; oysa müslümanların diğer dinlere olan eleştirilerinin en hafifinde bile ne Hz.İsa’ya, ne Hz.Musa’ya, ne kutsal kitaplarına vb. hakaret edilmiş değil, tersine büyük bir saygı gösterilmiştir...

Yine bunun en açık bir kanıtı olarak müslümanlar diğer elçilere doğrudan adlarıyla değil onları yücelten “Hazreti”, “aleyhisselam=selam üzerine olsun” gibi sıfatlarla seslenirler... Yani hiçbir müslüman onların sandığı gibi -onlar açısından- kafir değildir; her müslüman önceki elçilere ve kitaplara inanır ancak son elçi olarak Hz.Muhammed ve vahiy olarak da Kuran-ı Kerim’e de inanırlar ki en doğrusu da budur...

Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki Kilise’nin aslında hıristiyanlığın özüne de aykırı yanlış tutumu nedeniyle batıda dine karşı yoğun bir saldırı olmuştur ve bu durum ifrat noktasına vardırılarak bütün dinler birbirinin aynı gibi değerlendirilmiş ve bu bağlamda İslam’a da din olması nedeniyle diğer dinler gibi muamele edilip aynı kategoriye sokulmuştur, oysa gerçekte İslam hak din olduğundan her tür eksiklikten uzaktır ve hiçbir başka inanca eşit değildir...

Kitabı Mukaddes'teki Tutarsızlıklardan “Birkaç” Örnek

1. “Ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu, ve yüreğinde acı duydu” (Tekvin, 6:6) Oysa O'nun pişman olmayacağı aynı kitapta yazılıdır (I. Samuel, 15:11, 29)

2. “Ve İbrahim o yerin adını Yehova-yire (Rab tedarik edecek) koydu;...” (Tekvin, 22:14) Oysa Hz.Musa'ya, daha önce kendisini “Yehova” olarak tanıtmadığını söylediği yazılıdır (Çıkış, 6:2-3)

3. “... ve yedinci günde rahat etti, ve dinlendi” (Çıkı_, 31:17) Bu Yüce Allah'a büyük bir iftiradır... Kuşkusuz O yorulmaz ve dinlenme gereği duymaz, Kuran-ı Kerim de onların bu tür bütün yanlış inanç ve iftiralarını düzeltmiştir...

4. Tekvin 32:28 ve Hoşea 12:3'de (haşa) Hz.Yakub'un Allah'la güreşip O'nu yendiği yazmaktadır...

5. İncillerde Oniki Havari'nin adları bile farklı farklı yazılmıştır (Bak; Matta 10, Luka 6, Markos 3, Yuhanna 21)

6. Matta İncili'ne göre Hz.İsa Mısır'a gitmişken, Luka İncili'ne göre böyle bir yolculuk kesinlikle olmamıştır (Bak; Matta 2:14; Luka 2:39)

7. Tekvin 1:11 ve sonrasında, bitkilerin insandan önce yaratıldığı söylenirken, 2:5-9'da önce insanın yaratıldıgı, o zaman yeryüzünde hiçbir bitkinin bulunmadığı, bitkilerin sonradan yaratıldığı yazılıdır; diğer anlatılanlar da kesinlikle bilimsel değildir...

8. İkinci Tarihler 36:5'de “Yehoyakim melik olduğu zaman 25 yaşında idi ve Yeruşalim'de on bir sene meliklik etti” diye yazılıdır; oysa, İkinci Melikler 24:8'de “Yehoyakin melik olduğu zaman 18 yaşında idi” biçiminde aktarılmaktadır...

9. Eldeki Tevrat'a göre Hz.Musa babasının ölümünden “en az” 80 yıl sonra doğmuştur; buna kim inanır? ( 430 yıl # 350 (133+137+80) yıl, bakınız; Çıkış, 6:18-20, 7:7, 12:40 )

10. Matta 1:17'ye göre Hz.İbrahim'den Yusuf'a kadar Hz.İsa'nın dedelerinin sayısı 42 batındır. Oysa yazılı adları saydığımızda toplam 40 kişi çıkmaktadır...

11. “Ve Pedayanın oğulları: Zerubbabel, ve Şimei” (I.Tarihler, 3:19) Haggay 2:23'e göre (ki, Matta ile Luka da aynı görüştedir) Zerubbabel Şealtiel'in oğludur...

12. “...Yeremyanın sözleri buraya kadardır” (Yeremya, 51:64) Demek ki, (Son bölüm olan) 52. bölüm sonradan eklenmiştir, bu da Yeremya'nın tahrif edildiğini (Yeremya, 36:32) doğrulamaktadır...

13. “Zerubbabel Abiudun babası idi” (Matta, 1:13); “Zerubbabel oğlu Risa” (Luka, 3:27) Oysa I.Tarihler 3:19'a göre onun bu adları taşıyan oğlu yoktur; “Ve Zerubbabelin oğulları: Meşullam ve Hananya”

14. I.Kırallar, 16:5; “Ve Baaşanın işlerinin geri kalanı, ve yaptığı şeyleri ve onun gücü, İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

Kuşkusuz bu ayet ve ileriki ayetlerden anlaşılacağı üzere daha önce bunlar yazılıydı ancak sonradan değişikliğe uğramıştır; benzer biçimde Hz.Muhammed'i anlatan ayetlerin de büyük oranda ortadan kaldırıldığı düşünülebilir...

15. I.Kırallar, 16:4; “Ve Elanın işlerinin geri kalanı ve yaptığı her şey İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

16. I.Kırallar, 16:20; “Ve Zimrinin işlerinin geri kalanı, ve ettiği hainlik, İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

17. I.Kırallar, 16:27; “Ve Omrinin yaptığı işlerin geri kalanı, ve gösterdiği gücü İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

18. I.Kırallar, 22:39; “Ve Ahabın işlerinin geri kalanı, ve yaptığı her şey, ve fil dişi evi, ve yaptığı bütün şehirler, bunlar İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

19. II.Kırallar, 10:34; “Ve Yehunun işlerinin geri kalanı, ve yaptığı her şeyi, bütün gücü,onlar İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil mi?” Değil...

20. “Ve Zekeryanın işlerinin geri kalanı, işte, onlar İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılıdır” (15:11) Hayır, yazılı değildir...

21. “Ve Yeremya Yoşiya için mersiye okudu; ...ve işte, onlar Mersiyelerde yazılıdır” (II.Tarihler, 35:25) Hayır, yazılı değildir...

22. Matta, 20:30; “Ve işte, yol kenarında oturan iki kör, İsanIn geçtiğini işitince: Ya Rab, bize merhamet eyle, sen, ey Davud oğlu! diye bağırdılar” Markos 10:46-52'ye göre orada iki değil tek kör varmış...

23. Markos, 8:12; “O da ruhunda derin ah edip dedi: Niçin bu nesil bir alamet istiyor? Doğrusu size derim: Bu nesle bir alamet verilmeyecekti”

Oysa Matta 16:4'e göre onlara Yunus'un alameti verilecektir ki, bu da Hz.İsa'nın öldükten 3 gün sonra dirilmesidir ve inciller bu konuda da kendi içlerinde olduğu gibi, birbirleriyle de çelişirler...

24. Ezra 2 ile Nehemya 7 arasında tam 55 (elli beş) farklılık bulunmaktadır... Yakın dönemlerde yazılan bu kitapların böylesine büyük bir değişime uğramış olması; hem güvenilirlikleri konusunda, hem de geçirdikleri değişiklikler konusunda örnek olması açısından oldukça önemlidir...

25. Luka'nın yazdığına inanılan Luka İncili'ne göre Hz.İsa “as”, dirilişinden (!) “1 gün” sonra göğe yükselmişken, Resullerin İşleri kitabında bu olayın “40 gün” sonra gerçekleştiği yazılıdır (Bakınız; Resullerin İşleri, 1:3; Luka, 24:51)

Hz.Muhammed “sav” İle İlgili Bir Önbildirim

Bunca değişikliğe uğramış olmasına karşın Kitabı Mukaddes’te Hz.Muhammed’e ilişkin verilere rastlanabilmektedir... Ben bunlardan yalnızca birisi üzerinde kısaca duracağım, eğer Kitabı Mukaddes bağlıları inançlarında samimi iseler Hz.Muhammed’in elçiliğine inanacaklardır... Yok içten değillerse bu onların sorunudur... Kişilerin, benimsedikleri inançlardan, yanlış olsalar bile ayrılmaları oldukça güçtür; bu yüzden, onların, yazdıklarımı iyice gözden geçirerek doğruya yönelmelerini diliyorum...

* Hz.Musa “as” ile Hz.Muhammed “sav” *

“Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir elçi çıkaracağım; ve sözlerimi onun ağzına koyacağım, ve emredeceğim her şeyi onlara söyliyecek” (Tesniye, 18:18)

* Hz.Muhammed, Hz.Musa “as” gibi yeni bir şeriat ile gelmiştir...

* Hz.Muhammed, kendi sözlerini karıştırmadan “Allah Kelamı” olan Kuran-ı Kerim’i insanlara ulaştırmıştır...

* Hz.Muhammed, İsrailoğullarının “kardeşleri olan” İsmailoğulları’ndandır ve İsmailoğulları içinde elçilik söyleminde bulunan, dahası bunu ispatlayan tek kişidir...

* Sözü edilen kişi Hz.İsa “as” değildir; kendisinin özellikleri ile adı geçen elçinin özellikleri bütünüyle farklıdır...

Burada karşı çıkılabilecek tek konu “kardeşleri” sözcüğü ile İsmailoğulları’ndan sözedildiği savıdır... Bakalım bu doğru mu?

“...Kardeşlerine efendi ol, ...” Tekvin, 27:29

“...Esava dedi: İşte, onu sana efendi ettim, ve bütün kardeşlerini ona kul olarak verdim” Tekvin, 27:37

“Seirde oturan kardeşleriniz Esav oğullarının sınırını geçeceksiniz” Tesniye, 2:4

Anlaşılacağı üzere; Hz.Yakub’un (İsrail) oğulları ile Esav oğulları birbirinin kardeşleri sayılmaktadır...

Benzer biçimde İbraniler ile İsrail oğulları da kardeştirler; “Eğer kardeşin, İbrani bir erkek, yahut ibrani bir kadın...” Tesniye, 15:12

Daha da önemlisi Hz.İbrahim ile Hz.Lut arasında kurulan bağdır... Hz.İbrahim, Hz.Lut’un amcasıdır fakat Tevrat onlardan “kardeş” olarak sözetmektedir;

“...Terah Abramın (Hz.İbrahim’in), Nahorun ve Haranın babası oldu; ve Haran Lut’un babası oldu” Tekvin, 11:27

“Abram Luta dedi: Rica ederim, benimle senin aranda ve benim çobanlarımla senin çobanların arasında çekişme olmasın; ÇÜNKÜ BİZ KARDEŞİZ” Tekvin, 13:8

Hz.İsmail de Hz.Yakub’un amcasıdır ve böylece kardeş sayılmaktadırlar; bu durumda Hz.Yakub’un soyundan olan Hz.Musa ile Hz.İsmail’in soyundan olan Hz.Muhammed kardeş toplulukların bireyleridirler ve Hz.Musa, Hz.Muhammed’in geleceğini kendi toplumuna bildirmiştir...

Hz.Muhammed’in de diğer elçilerden “kardeşim” biçiminde sözettiği bilinen bir gerçektir... Öte yandan, Yuhanna İncili’nin I. bölümünde, 21. ve 24. ayetlerde “O Elçi” biçiminde adı geçen kişi de Hz.Muhammed’dir... (Kardeş sözcüğü için ayrıca bakınız: Tekvin, 25:18)

Kuran Hakkında

Şimdi de gönderilen son kitap olan Kuran-ı Kerim’i ve neden Allah kelamı (sözü) olarak nitelendirildiğini bir inceleyelim, eğer bu söylenen doğru ise Allah’ın Kitabı’na uymamak için hiçbir neden öne sürülemez... Daha önce Allah'ın varlığı, Elçi gönderip göndermeyeceği gibi konular incelenerek sonuca bağlanmıştı... Kuran’ın gerçekliğinin kanıtlanması hem İslam inancını, hem Hz.Muhammed’in elçiliğini, hem de Allah’ın varlığını kanıtlar...

Kuran; varlığın özeti... Eşsiz, kusursuz, yüce, değişmez, çağlarüstü bir kitap... O Allah’ın Kelamı, bizim için seçtiği yol gösterici, gerçeğin şaşmaz ölçüsü... Kuran için “varlığın özeti” dedim, evet bu çok doğru, varlığın özeti olan Kuran-ı Kerim konusunda ne kadar söz söylense az olduğu gibi “yaşayan Kuran” olan Hz.Muhammed’i bütün yönleriyle anlatabilmek de o kadar güçtür...

Benim de karşılaştığım öyle kimseler vardır ki, “son derece inkarcı olmalarına karşın” Hz.Muhammed’in samimiyetine inanırlar; onlara göre Hz.Muhammed kendi kendini olmayan bir gerçeğe inandırmıştı, bir başka deyişle kendi kendine vahiy indirmişti!.. Kuşkusuz o yüce elçi böyle bir eksiklikten uzaktır, Kuran-ı Kerim apaçık bir gerçektir fakat bu durum biz inananlara Onun doğruluğunu değişik bir boyutuyla gösterdiği gibi, inançsızların düşünce, daha doğrusu düşüncesizlik boyutunu da açıkça göstermektedir...

“Tarihçi bir İngiliz, Kainatın Efendisi hakkında “samimilikte, olduğu gibi olmakta, bir eşi gelmemiş insan” der de “Allah Resulü” diyemez. Allah’ın Resulü, memuriyetine öyle inanmıştı ki, bu inanışa öyle olmaktan başka çare yoktu. Öyle olmak ve öyle olduğuna inanmış bulunmak, birarada...” Necib Fazıl

Evet, hiç kuşkusuz ki o bir elçidir; bizden istenen ise Onun peşinden gitmemiz ve Allah’ın doğru yoluna girmemizdir... Ne diye girmeyelim? Daha iyisini kim sunabilmiş ya da sunabilecektir? Sakın kim olduğunuzu unutup büyüklük taslayarak gerçeklerden kaçma yanlışına düşmeyiniz... Kuran’ın mucize oluşunu ve ayrıca barındırdığı mucizelerden birkaçını sunmadan önce “mucize” kavramına bir açıklık getirmek yerinde olacaktır;

Mucize Nedir?

Elçiler, doğruluklarını gönderildikleri toplumlara anlatabilmek için, bir kanıt olmak üzere mucizelerle, görünür belgelerle donatılmışlardır, gösterdikleri mucizeler ile Allah’ın Elçisi olduklarını kanıtlamaktadırlar... Allah, onları doğrulamak için doğa yasalarını istediği biçimde değişikliğe uğratmakta ve insanlara gerçeği göstermektedir...

Mucize doğaüstü bir olay olduğundan bunları doğa yasalarıyla açıklamaya kalkmak gereksiz bir davranıştır... Sonuçları, sonucu ortaya koyabilme yeteneği bulunmayan çeşitli nedenler aracılığıyla yaratan yüce Allah, bu nedenler olmadan da yaratabilir...

Mucizeleri kavram olarak iç ve dış olmak üzere ikiye ayırabiliriz... İç mucizeler, elçilerin doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik, yalan söylememek, üstün zeka gibi özellikleridir... Bu noktada herkesten üstündürler... Ve aklı olan herkes bu nitelikleri taşıyan kişilerin yalan söylemeyeceklerini bilerek onlara iman eder... İnanmak için ayrıca mucize aramazlar... Örneğin Hz. Ebu Bekir gibi birçok kişi, Hz.Muhammed’in bu tür üstün niteliklerine bakarak hiç kuşku duymadan iman etmişlerdir...

Dış mucizeler ise, önlerindeki apaçık gerçeği çeşitli nedenlerle kabul etmeyenleri doğruya yönlendirmek için gösterilen doğaüstü olaylardır; kişiler bu olaylara bakarak seçim haklarını kullanır ve müslüman olurlar... Kuran karşısında dönemin en büyük söz sanatkarlarının boyun eğmesi, Firavun’un büyücülerinin Hz.Musa’nın elçiliğini kabul etmeleri gibi...

Elçilerle ilgili mucizelerin Kuran’da anlatılmasının nedeni ise, hem Allah’ın gücünü göstermek, hem insanların ibret almalarını sağlamak, hem de insanlara örnek göstererek onları ilerlemeye teşvik etmektir... Örneğin Hz.İbrahim’in ateşte yanmaması, ateşte yanmayan giysilerin araştırılması için bir teşviktir ki, günümüzde bu tür maddeler bulunmuştur...

Evet, elçiler yalnız manevi alanda değil, maddi alanlarda da insanların öncüleridirler... Bu noktada mucizeler yalnızca onların elçiliğini kanıtlamakla kalmaz, insanlara maddi gelişimin son noktalarını da gösterirler; Hz.Davud’un demiri istediği gibi kullanabilmesi, Hz.Süleyman’ın rüzgara söz geçirmesi, hayvanlarla konuşması, çok uzaklardaki bir tahtı göz açıp kapayıncaya kadar getirtmesi, Hz.Musa’nın değneği ile su çıkarması, Hz.İsa’nın ölüleri diriltmesi ve hastalıkları iyileştirmesi hep insanlar için birer örnektirler...

Günümüzde demirin kullanılmadığı alan kalmamıştır, çok çeşitli hava araçlarıyla yolculuklar yapılabilmektedir, yerin derinliklerinden su ya da petrol gibi sıvılar çıkarılabilmektedir, yapay organlar ya da organ değiştirme ile yaşama olanakları artırılmaktadır, ses ya da görüntü aktarımı yapılabilmektedir... Evet, Kuran’da yer alan bütün bilgilerin, öğüt ve buyrukların belli bir amacı vardır, boşu boşuna içine konmuş değildir... Peki biz ders alabiliyor muyuz? İşte gerçek sorun budur... Yeniden Kuran'a dönersek, doğrudan Kuran'ın da bildirdiği üzere Hz.Muhammed'in en büyük mucizesi Kuran-ı Kerim'dir;

« “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım” »

« Kendilerine okunan bir Kitap'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır. » Ankebut, 50-51

Herşey Kuran'da Var Mı?

Birisi hoca efendiye sorar: Hocam, herşey Kuran'da var mı? Hoca efendi “Evet, herşey vardır” der. Ardından En'am 59'u okur; « Yaş ve kuru ne varsa herşey Kitab-ı Mübin'dedir. »

Bunun üzerine adam merakla sorar: Peki hocam, nasıl helva yapılır... O da Kuran'da var mı?

Hoca efendi: “Evet var” der; « Bilmiyorsanız bilgi sahiplerine sorun. » (16/43) ayeti sorunu halleder, bu ayete göre sen bir helvacıya git, ondan öğren...

Ayette yer alan “Kitab-ı Mübin” değişik biçimlerde açıklanmıştır. Bunlardan biri “Allah'ın ilmi” manasıdır. Olmuş ve olacak herşey elbette Allah'ın ilminde mevcuttur.

Bir başka manası “Kainat kitabıdır” Çünkü kainat kitabı yaş-kuru herşeyi içine almıştır. Örneğin insanlar yerçekiminden habersizken yerçekimi kanunu yine işliyordu. Suyun kaldırma kuvvetini bilmezlerken su yine kaldırıyordu. İnsanlar elektriği bulmadan önce evrende elektrik vardı. İnsanlar zamanla bunların farkına vardılar ve bu kanunlardan yararlanmaya çalıştılar.

Kitab-ı Mübin'in bir başka meşhur manası Kuran-ı Kerim'dir. Evet, Allah'ın ilminden gelen ve kainat kitabının manalarını ders veren Kuran-ı Kerim'de herşey vard1r. Fakat herkes herşeyi açık bir biçimde göremez.

Örneğin Neml, 38-40'da anlatılan Hz.Süleyman'ın Yemen'den Belkıs'ın tahtını, göz açıp kapatıncaya kadar kısa bir zamanda getirtmesi olayı bugün bile hala ulaşılamamış bir olaydır. Gerçi insanlar ses ve görüntüyü nakledebilmişlerdir. Fakat eşyanın naklini henüz gerçekleştirememişlerdir.

Bu konuda şu noktayı unutmamak gerek; Kuran tarih, coğrafya ya da fizik kitabı değildir. Kuran'da herşey değeri oranında ele alınmıştır. Kuran'da insanların dünya ve ahiret mutluluğu için temel esaslar zikredilmiştir. Helva tarifini de Kuran'da aramak Kuran'ın gönderiliş hikmetini bilmemektir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:24 am

Yaş - Kuru Herşey

Nasıl oluyor da bütün Kuran Fatiha Suresinde toplanabiliyor? sorusuna soruyla yanıt verelim: Nasıl oluyor da kocaman bir ağaç, bir çekirdekte toplanıyor?

Kuran'da ayrıntılarıyla açıklanan konuların Fatiha'da bulunduğu ortadadır; Kuran Allah'tan sözediyor, adlarını, niteliklerini öğretiyor ki, Fatiha da öyle.

Gök, yer ve aralarındaki her şeyden sözediyor; hepsi “alemin” de dahil!

Ahiretten sözediyor; “Yevmiddin” bunların çekirdeği. Kulluktan, duadan sözediyor; bunlar da Fatiha'da.

Allah'ın sevgili kullarından ve onların kıssalarından sözediyor; hepsi “sırat-ı müstakim”de.

Hak yoldan sapanları, küfre düşenleri anlatıyor; bunlar, “mağdub ve dallin”

Bir başka soru: Yaş-kuru her şey nasıl oluyor da Kuran’da bulunuyor? Yanıt yine bir soru: Denizler, karalar ve onlardaki herşey nasıl oluyor da bir dünya haritasına yerleşebiliyor?

Her meal bir harita, tefsirler büyük ölçekli. İlim arttıkça ölçek büyümekte, ayrıntıya girilmekte, incelikler görülmekte. Değil bütün Kuran, bir sure, bir ayet, hatta Cenab-ı Hakk'ın Kuran'da geçen, Rabbüssemavati velard (göklerin ve yerin Rabbi) adında bile bu gerçek rahatlıkla görülmüyor mu? Bu ismin tecelli sahası yaş ve kuru herşeyi içine almıyor mu? (Zafer Dergisi)

Kuran Mucizelerinden “Birkaç” Kesit

Kuran bizlere çok öncesinden bilimsel verileri ve benzeri gerçekleri sunmak bakımından eşsiz bir mucizedir... Bu yönüyle hem kendi mucizeliğini, hem de Hz.Muhammed'in elçiliğini kanıtlamaktadır; bir deli bile o dönemde Hz.Muhammed'in bu bilgileri kendi başına bilmesinin veya bir başkasından öğrenmesinin olanaksız olduğunu kavrayabilir... Ayetlerin geniş açıklamasını yapacak değilim, dileyenler bu konuda yazılmış onlarca çalışmadan yararlanabilirler... Öncelikle kısa bir değerlendirmede bulunmak istiyorum;

Kuran varlıkla ilgili bilgiler verirken bunların ayrıntısına girmez; onun amacı kişinin okuduklarından ders çıkarması ve ibret almasıdır... O insanlara ışık tutarak, belli gerçeklere işaret ederek araştırma yapmalarını ve düşünmelerini ister... Onun asıl amacı kişileri hidayete erdirmek olduğundan örneğin Bediüzzaman'ın dediği gibi, “güneşten güneş için değil, belki güneşi yaratan Zat için” sözeder...

Ancak anlatım biçimi o kadar mükemmeldir ki bütün çağlara seslenebilmektedir; her çağın insanı kendi bilgisine göre Kuran'dan ilham alabilmektedir... Kuran'ın bu bilgilere yer vermesinin bir diğer nedeni de kendi doğruluğunu kanıtlayarak sağlam düşünebilen beyinlere Kitabullah olduğunu hissettirebilmektir...

Kimileri din ile bilimi karşıt kavramlar olarak göstermeye çalışsa da bu doğru değildir; doğa yasaları olarak adlandırılan kurallar Kuran'da “Sünnetullah” olarak geçer ve bilimin yaptığı da Sünnetullah'ı kavramaya çalışmaktır... Kuran bu konuda değişmez gerçeği önümüze koyar, bilim ise bu gerçeği yakalamaya çalışır... Evrene “Kainat Kitabı” adı da verilmektedir; evet o Allah'ın yazılı olmayan kitabıdır, bilimin yaptığı da bu kitabı okuyup anlamaya çalışmaktır...

Allah'ın yazılı kitabı olan Kuran-ı Kerim ise evrendeki varlıklara ve egemen olan kurallara değinir; açıktır ki -aşağıda da örneklerini okuyacağınız üzere- Sünnetullah ile Kitabullah birbiriyle çelişmez; bilim ilerledikçe Kuran'ın doğruluğu ortaya çıkmaktadır, bu da bize “Dünya yaşlandıkça Kuran gençleşiyor” sözünün ne kadar doğru olduğunu açıkça göstermektedir...

Evet, Kuran için önemli olan varlıkların nasıl yaratıldıkları değil “niçin” yaratıldıklarıdır ancak, nasıl yaratıldıklarına değinilmesi, onları yaratan varlığı (Allah'ı) bizlere tanıtması amacına dayandığı için üzerinde durulması gereken bir konudur... Ayrıca insanları araştırmaya teşvik ederek gelişimlere açık olmalarını sağlar... Evet, insanlardan istenen düşünerek Allah'a ulaşmalarıdır; nasıl azametine hayran olduğumuz gökdelenler ustasız olamazsa, şu göğün kendisi de, kainatın bütünü de hiç kuşkusuz ki, bir yaratıcısız olamaz...

Kuran insanlara doğru yolu göstermek için gelmiştir; onun doğruluğu bunca kanıtla ortada iken bunu kabul etmeyenler yalnızca kendi tutarsız mantıklarına veya zanlarına dayanarak görüş belirtmektedirler ki, bunların da hakkın karşısında hiçbir önemi yoktur...

« De ki: “Koştuğunuz ortaklardan gerçeğe eriştiren var mıdır?” De ki: “Ama Allah gerçeğe eriştirir. Gerçeğe eriştiren mi, yoksa, birisi götürmezse gidemeyen mi uyulmaya daha layıktır? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?”

Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah, yaptıklarını şüphesiz bilir.

Bu Kuran, Allah'tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğrular ve O Kitap'ı açıklar. Alemlerin Rabbinden geldiğinden şüphe yoktur. » Yunus, 35-37

* Başlangıçta Yer ile Göğün Bitişik Olması

« İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi? İnanmıyorlar mı? » Enbiya, 30

Burada, gökler ile yerin yapışıkken ayrıldıkları belirtilmektedir; günümüz bilimi de bunu doğrulamaktadır... Evren en başta tek bir parça olduğu gibi, dünya da ilk oluşumunda bir ateş topuydu, zamanla soğuyarak yer ve gök olmak üzere ikiye ayrıldı; bu ikisi arasındaki eşsiz denge de yaşamın ortaya çıkmasını sağladı...

* Kıtaların Döşenmesi ve Dağlar

« O, yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi; artık Allah'a, bile bile eş koşmayın. » Bakara, 22

« Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da onun için birer direk kılmadık mı? » Nebe, 6-7

« Dağları yerleştirmiştir. » Naziat, 32

Evet, yeryüzündeki kıtalar birbirinden ayrılarak döşendiği gibi, mağma üzerindeki konumları da “döşek” nitelemesiyle çok güzel uyum sağlıyor... Dağlar ise yeri sağlamlaştıran bir etken; görünmeyen bölümleri, kökleri ile yeri mağma üzerinde sağlam bir biçimde tutuyor...

Dağlar yalnızca büyük bir toprak yığını değil, gerçek yücelikleri altlarında gizli ve kökleri ile yerkabuğunu yeryüzünün merkezine bağlıyorlar... Yanardağlar ise mağma tabakası için bir başka denge unsuru...

* Deniz ve Irmak Sularının Karışmaması

« Acı ve tatlı sulu iki denizi (su kütlesini) birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar. » Rahman, 19-20

Artık birçok kişinin bildiği üzere nitelikleri farklı iki sıvı birbirine karışmamaktadır... Kuran-ı Kerim bizlere bu konuda çok güzel örnekler veriyor... İşte bu örneklere uygun yerler ve özellikleri;

İstanbul Boğazı: Ters yönden akan iki akıntı bulunmaktadır ve tuz durumlarına göre karışmadan akıp giderler...

Doğu Pakistan, Erkan Kenti: Burada bulunan iki ırmak birbirine karışmadan yanyana akmaktadır; birisinde tuzlu su, diğerinde tatlı su bulunmaktadır...

Allah-abad Kenti: Burada da iki ırmağın birleştiği yerde suları birbirine karışmamaktadır...

Basra Körfezi: Dicle ve Fırat ırmaklarının Basra Körfezi'ne döküldüğü yerde ırmaklar deniz içinde suları karışmadan akmaktadırlar...

Cebelitarık Boğazı: Atlas Okyanusu ile Akdeniz'in suları birbirine karışmamaktadır, arada sudan bir engel vardır...

Mendeb Boğazı: Burada da Kızıldeniz ile Hint Okyanusu'nun suları birbirine karışmamaktadır. (Ayrıca bakınız; Fatır 12, Neml 61, Furkan 53)

* Gökyüzünün Başlangıçta Buhar Durumunda Oluşu

« Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemiyerek buyruğuma gelin” dedi. İkisi de: “İsteyerek geldik” dediler. » Fussilet, 11

Yukarıda da açıklandığı üzere, yer ile gök başlangıçta bitişik idi, sonrasında gökyüzü buhar durumuna gelmiştir... Belirli dengelerin sağlanması ile uçuculuğu önlenmiş ve yeryüzüne bağlı kılınmıştır... Bu dengelerde oluşabilecek en küçük bir değişiklik durumunda yeryüzünün aydan hiçbir farkı kalmazdı, dolayısı ile yaşamın ortaya çıkması da söz konusu olamazdı...

* Evrenin Genişlemesi

« Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz. » Zariyat, 47

Yalnızca bu ayet bile Kuran'ın Allah kelamı olduğunu kanıtlamaya yeter; evet, evren hem yaratılmıştır, hem de genişlemektedir... Büyük Patlama öncesinde evren yoktu; “Ol” buyruğuyla birlikte şu eşsiz yapısına kavuşarak en güzel meyvesi olan yaşamla tanıştı... Bilindiği üzere evren Büyük Patlama'dan bu yana sürekli genişlemektedir; bu durum birçok kanıtla belgelenmiştir...

* Kömür

« O, yeşillikler bitirmiştir. Sonra da onları siyah çerçöpe çevirmiştir. » Ala, 4-5

Evet, kömür bitkilerin toprak altında başkalaşmasıyla oluşan bir yakıttır... Bu durum yukarıdaki ayetlerde açıkça belirtilmektedir... Çok eski dönemlerde bitkiler yeryüzünün tabakaları arasına sıkışmış ve başkalaşmaya uğramıştır...

* Yörüngeler

« Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Herbiri bir yörüngede yüzer. » Enbiya, 33

« Yörüngelerle donatılmış göğe andolsun ki » Zariyat, 7

« Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve bilgin olan Allah'ın kanunudur. Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir. Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yüzerler. » Yasin, 38-40

Bu ayetler açıkça güneşin, ayın ve dünyanın belli bir yörüngesi olduğunu belirtmektedir... Evet, uzaydaki gezegenler, uydular, yıldızlar, kuyruklu yıldızlar, gökadalar.. hep bir yörüngede birbirine çarpmadan dönmektedirler... Böylesine eşsiz bir düzenin rastlantı ile oluşabileceğini sanmak ne büyük hatadır!..

* Yükseldikçe Basınç Azalır

« Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyet'e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları küfür bataklığında bırakır. » Enam, 125

Yukarı doğru çıkıldıkça basınç azalmaktadır; böylece kişinin içindeki kan basıncı damarlarını ve yüreğini sıkıntılı bir duruma sokmaktadır; öyle ki çok yüksek dağlarda soluk alabilmek olanaksızdır... Burada Allah kişinin davranışına göre onun yönünü belirlemektedir; örneğin İslam'ı bilmek isteyen kişiye ve içten olanlara kolaylık sağlandığı gibi, sürekli gerçeklere gözlerini kapayanların da gerçeğe ulaşmaları doğal olarak engellenmektedir...

* Gökyüzünün (Atmosferin) Koruyuculuğu

« Göğü korunmuş bir tavan kıldık; oysa onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar. » Enbiya, 32

Evet, gökyüzü bizim için koruyucu bir tabakadır; zararlı güneş ışınlarından, ve göktaşı yağmurlarından bizi korumaktadır... Eğer gökyüzü olmasaydı yaşamdan sözedilemezdi... Gökyüzündeki ozon tabakası da ayrı bir kanıttır; bütün maddelerin tersine güçlü ışığı değil, güçsüz ışığı geçirerek güneşin zararlı ışınlarından korumaktadır...

Gökyüzünün bir diğer özelliği de döndürücü olmasıdır; örneğin buharlaşan su yağmur olarak yeryüzüne dönmektedir... Uçucu gazları tutarak uzaya dağılmalarını önlemektedir... Bundan başka çeşitli dalgaların ulaşımını da sağlamaktadır...

* Ay'ın Soğuması

« Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. » Naziat, 29

« Gece ve gündüzü varlığımıza birer delil kıldık. Bir delil olan geceyi kaldırıp yine bir delil olan gündüzü Rabbiniz'in bol nimetini aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aydınlık kıldık. Her şeyi uzun uzadıya açıkladık. » İsra, 12

Bu ayetlerde Ay'ın soğuması anlatılmaktadır... Bilindiği üzere Ay da başlangıçta bir ateş topuydu ve Güneş gibi ışık kaynağı olduğu için gece kavramından sözedilemezdi... Sonradan Ayın soğumasıyla birlikte ışık kaynağı olarak yalnız Güneş kalmış, gece ve gündüz ortaya çıkmış, Ay yansıtıcı durumuna gelmiştir ve yılın aylarını belirleyebilmek için kullanılagelmiştir...

* Güneş ile Ay Arasındaki Fark

« Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan; yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için, aya konak yerleri düzenleyen O'dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen millete ayetleri uzun uzadıya açıklıyor. » Yunus, 5

Bilindiği üzere yıldızlar ışık kaynağı iken gezegenler ve uydular yansıtıcı durumundadırlar... Dolayısı ile Güneş bir ışık kaynağı iken Ay ondan aldığı ışığı yansıtmaktadır, kendisi ışık kaynağı değildir... Bundan dolayı Kuran, Güneş ve Ay'dan sözederken farklı kavramları kullanmıştır... (Bakınız; Nuh, 16)

* Çift Yaratma (Varlıkların Çift Oluşu)

« Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah münezzehtir. » Yasin, 36

Artık evrende “çift”liğin egemen olduğu bilinmektedir... Bütün varlıklar çift olarak yaratılmıştır; artı-eksi, kız-erkek, madde-antimadde, yer-gök, dağ-ova, yaşam-ölüm, aydınlık-karanlık gibi... Ayrıca burada bitkilerin de erkekli dişili olduğu bildirilerek bir başka gerçek dile getirilmektedir... (Bakınız: Zariyat, 49)

* Rüzgarların Aşılayıcılığı

« Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu toplayamazdınız. » Hicr, 22

Bilindiği üzere rüzgarlar birer çift olan bitkilerin çiçek tozlarını taşıyarak aşılayıcılık yapmaktadırlar; evet, bitkilerin erkekli-dişili olduğu ortaya çıktıktan sonra rüzgarların da aşılayıcılık yaptığı anlaşılmıştır...

* Atomdan Daha Küçük

« Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden gizli kalamaz. Bundan daha küçük veya daha büyük hiçbir şey yoktur ki, açıkça bir kitapta yazılı olmasın. » Yunus, 61

« İnkar edenler: “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil; görülmeyeni bilen Rabbim'e and olsun ki, o saat size muhakkak gelecektir. Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile O'nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitap'tadır” » Sebe, 3

Bu ayetlerle Kuran atomdan (zerreden) daha küçük parçaların bulunduğunu belirttiği gibi, atomun ağırlığından da sözetmektedir... Bundan yüzyıllar önce Cabir bin Hayyan adlı Türk bilgini atomun parçalanabileceğini ve çok güçlü bir enerjinin ortaya çıkacağını belirtmiştir... (Müslümanlığın ilme karşı olmadığını ve müslümanların ilim konusundaki başarılarını “Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi” (Şaban Döğen, Yeni Asya) adlı çalışmadan okumanızı öneririm...)

* İnsan topraktan

« O'nun delillerinden birisi de sizi topraktan yaratmasıdır. » Rum, 20

« “Biz kemik ve ufalanmış toprak olduğumuz zaman, yeniden mutlaka dirilecek miyiz?” derler. De ki: “İster taş veya demir ya da kalbinizde büyüttüğünüz başka bir yaratık olun, yine de dirileceksiniz” » İsra, 49-51

İnsanın bedeninin toprak unsurlarından (karbon, oksijen, hidrojen, fosfor, kükürt, azot, kalsiyum, magnezyum, bakır, iyot, flor, kobalt, çinko, silisyum, alüminyum...) oluştuğu günümüzde kanıtlanmıştır... Kanımızın kırmızı rengi de demirden ileri gelmektedir... Bu arada insanın gelişim evreleri de Kuran'da kusursuz bir biçimde anlatılmaktadır...

* Erkeklik ve Dişilik Etkeni

« İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? O, katılan bir meni damlası değil miydi? Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu yaratıp şekil vermişti. Ondan, erkek, dişi iki cins yaratmıştı. Bunları yapan Allah'ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter. » Kıyamet, 36-40

Bu ayetler erkeklik ve dişiliği belirleyen etkenlerin erkek dölünde bulunduğunu belirtmektedir... Bu da ancak yakın geçmişte ortaya çıkarılabilmiş bir gerçek olarak Kuran'ın mucizeviliğini kanıtlamaktadır... (Ayrıca kadınların ve özellikle kız çocuklarının çok küçümsendiği ve hor görüldüğü bir ortamda cinsiyeti belirleyen etkenin erkek dölü olduğunun belirtilmesi ne kadar güzeldir...)

* Ana Karnında Üç Karanlık

« Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz? » Zümer, 6

Ayette belirtilen üç karanlık; su, ışık ve ısı geçirmeyen muhbar, amnion ve corion zarlarıdır... Bu bilgi de günümüzün buluşlarından birisidir...

* Parmak İzleri

« İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayız mı sanıyor? Evet, Biz onu, parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapmaya gücü yeteniz. » Kıyamet, 3-4

Parmak uçlarımızın niteliği artık herkesçe bilinir olmuştur; evet, hepimizin parmak izi birbirinden farklıdır ve bunun ayırıcı bir özelliği vardır; özellikle suçluların belirlenmesinde kullanılmaktadır...

* Dağların Hareketi, Dünyanın Dönüşü ve Yuvarlak Oluşu

« Dağları yerinde donmuş gibi durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler. Bu her şeyi sağlam tutan Allah'ın işidir. Doğrusu O, yaptıklarınızdan haberdardır. » Neml, 88

Dağların ve yerin mağma üzerinde hareket ettiği artık bilinmektedir, ayrıca dağların geçip gitmesi için dünyanın dönüyor olması gerekmektedir; bu gerçek yüzyıllar öncesinden Kuran-ı Kerim’le bizlere bildirilmektedir... Evet, artık gözlerimizi açabilecek miyiz?..

« Ey cin ve insan topluluğu, göklerin ve yerin çaplarından geçmeye gücünüz yetiyorsa geçiniz. » Rahman, 33

Bilindiği üzere “çap”, yuvarlak, küre, elips gibi cisimlerde olur; demek ki dünya da yuvarlak bir cisimdir... Bu ve benzeri ayetlere dayanarak müslüman bilginler, Batı’dan yüzyıllar önce dünyanın döndüğünü dile getirmişlerdir...

« Geceyi gündüzün üstüne sarıp doluyor, gündüzü de gecenin üstüne dolayıp sarıyor. » Zümer, 5

* Örümcek Yuvası

« Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise kuşkusuz örümceğin yuvasıdır. Eğer bilmiş olsalardı. » Ankebut, 41

Bu ayet, hem yuvayı yapanın dişi örümcek olduğunu bildirmek, hem “aile” anlamına gelen “beyt” sözcüğünü kullanarak örümcek ailesinin birbirine bağlı olmamasını dile getirmek, hem örümcek ipinin değil, örümcek yuvasının çürüklüğünü belirtmek, hem “eğer bilmiş olsalardı” diyerek bu gerçeklerin ileride öğrenileceğini duyurmak, hem de müşriklerin Hz.Muhammed'i “sav” öldürmek isteyip de bir örümceğe yenileceklerini bildirmek açısından mucizedir... Evet, örümcek kadar da becerimiz yok mu?

Bunun gibi örnekler çoktur ancak bu çalışmanın amacı Kuran mucizelerini bütünüyle sunmak olmadığı için onları geçiyorum... Ayrıca Kuran'da geçmiş ve gelecekle ilgili verilen bütün bilgiler de doğrudur; gün geçtikçe bu gerçek gün yüzüne çıkmaktadır... Şu apaçık bir gerçektir ki, bütün bunları Hz.Muhammed'in kendiliğinden bilmesi olanaksızdır...

« Onun (Kuran’ın) hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? » Fussilet, 53

« Bu Kuran, ancak dünyalar için bir öğüttür. Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra öğreneceksiniz. » Sad, 87-88

Şimdi, bu anlatılanlar karşısında kim “Kuran Allah katından değildir” diyebilir? Bunu diyen çıksa bile kimi kandırabilir? Evet, böyle bir görüşü savunan kişi söylediğini kanıtlamak durumundadır, bunun da olanaksız olduğunu herkes bilmelidir... Bu noktada bireylere düşen görev, Kuran'ın üstünlüğünü ve öncülüğünü onaylayarak ondan öğüt almak ve doğruya yönelmektir... (Ayrıca bakınız: Kuran Mucizeleri)

Evet; “görenedir görene; köre nedir, köre ne?”

Öte yandan, müslüman ilim adamları özellikle bu ayetlere dayanarak ve dinin bilime teşvik edici tutumundan etkilenerek yüzyıllar öncesinden birçok buluşa imza atmışlardır, ne yazık ki sonradan bu buluşlar batılılara maledilmiştir; oysa ortaçağ yalnızca Batı için karanlıktır, o dönemde İslam ülkelerinde bilime ve bilimadamlarına çok büyük bir değer verilmekteydi... “Ortaçağ, bazıları için ne kadar karanlık ise, bizim için de o kadar aydınlık bir çağdır” Ahmed Yüksel Özemre
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:25 am

Yeryüzünü Dolaşmak

“Yeryüzünü gezip dolaşın!” Amerikan Jeoloji Derneğinden Allison R. Palmer, Kuran’daki bu emri yerine getirenler arasında. Mesleği, yeryüzünü gezip dolaşmak... Tebliğine, “Evet, bütün jeologlar yeryüzünü dolaşıp durmakta” diye başladı Palmer! Niye? Cevaben, baştaki ayetin devamını okudu; “ta ki Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir görün” (Ankebut, 20)

Allison Palmer, hemen ardı sıra, jeologların son iki asır boyunca gezip gördüğünü sıraladı. Mesela, volkan gazlarından söz açtı. “Bilindiği gibi volkan gazları, içlerinde büyük miktarlarda su buharı ve karbondioksit taşırlar. Dünyanın ilk zamanlarında da volkanların birbiri peşisıra patladıklarını biliyoruz” dedi.

Akabinde, son yıllarda jeologların buradan yola çıkarak okyanuslar ile atmosferin volkanlarla kurulduğuna kanaat getirdiklerini söyledi. Okyanuslar ve atmosfer, adeta volkanlardan fışkırmıştı. Nitekim, “Kuran’da « Ve yerden sular çıkardı. » (Naziat, 31) buyurur” diyordu Palmer.

Aynı ayetin hemen ardından, söz dağa getiriliyordu. Ki bu ayet, dağlara alışılmadık bir bakış açısı sunmaktaydı: “..Ve O dağları sıkıca çaktı” Allison Palmer, ayeti okuduktan sonra “dağlar” dedi, “sanıldığı gibi, yalnızca yüksekçe bir toprak yığını değil. Artık dağların birer “kök”leri olduğunu biliyoruz. Dağların gerçek yüceliği altlarında gizlidir.

Her biri, yerkabuğunun derinliklerine doğru görünür yüksekliklerden çok daha derin bir kök salarlar. Bu kökler, ince yerkabuğunu da aşarak, onu bir raptiye gibi, bir kazık gibi yerkürenin merkezine bağlar” Zaten, Palmer’in işaretlediği gibi, Nebe Suresinde Allah soruyor: « Biz dağları birer kazık yapmadık mı? » (Nebe, 7)

Bir diğer ABD’li ilim adamının, Stanford Ü.’den Prof.Robert Coleman’ın dikkatini ise, bir başka ayet çekmiş: « O Rab ki, yeri sizin için döşek yaptı » (Bakara, 22) Niye “döşek” diyordu ayet?

Coleman ve arkadaşları bundan şu sonucu çıkartmışlar: “Yerkabuğunun hemen altında tıpkı döşeklerde olduğu gibi, yumuşatıcı elastik bir madde olmalı. Ki bu, sıvı durumdaki mağma tabakasına işaret eder. Arabalardaki yaylı amortisörler gibi, bu elastik tabaka yeryüzünü ani sarsıntılardan alıkoyuyor olmalıdır” Ayetin tasvirine göre, kıtalar sanki birer gemi gibi, sıvı bir tabaka üzerinde yüzüyordu. Keza bu tasvir, bir başka ayette de çizilmişti: « O yeri döşedi... »

Coleman’a göre, bu, halihazır kıtaların oluşma teorisinin aynısı! Bu teoriye göre de, önce yekpare olan kıtalar zamanla birbirinden yüzerek ayrılmış ve yerküre üzerine “döşenmiş”ti. Peki, aynı sıvı tabaka hala var olduğuna göre, kıtalar nasıl olup da şimdi yerlerinde duruyorlar?

Aynı ayetin devamında “Buna cevap var” diyor Coleman. « Dağları oturaklı kılan da O’dur » Coleman’ın belirttiği üzere, aslında kıtalar hala hareket ediyor; oturdukları bir sıvı zemin üzerinde milim milim kayıyorlar. Ama dağlarla oturaklı kılınmışlar: “Nasıl gemilerin tabanındaki ağırlıklar gemiyi suya daha derinlemesine gömüp tehlikeli yalpalanmaları ve sallantıları önlüyorsa, dağlar da kıtaları elastik sıvı (magma) içinde oturtuyor, sabitleştiriyor”

“Kuran ve ilim”i ele alan bir başka gayrimüslim konuşmacı ise, dinleyicileri okyanusların dipsiz derinliklerine doğru götürdü. Colorado Üniversitesi’nden W. W. Hay’e göre, Kuran bizi okyanusun esrarlı kıpırtılarını dinlemeye çağırıyor ve şöyle diyor; “(Öyle bir okyanus ki) dalga üstüne dalga sarmalıyor; üstünde de bulut.. birbiri üstüne sarılı karanlıklar...” (Nur, 40)

Hay’e göre, bu ayette “en son gözlem tekniklerimizin gelişmesine kadar hepimize gizli kalmış bir alemin tasviri var. Okyanus diplerinde devamlı kıpırdanışlar, iç dalgalanmalar vardır. En alttaki dalgalanmaların üzerinde bir başka su tabakası başka bir dalgalanma gösterir. Onun üzerinde bir başkası... Böylece, okyanusun yüzeyine ve alışık olduğumuz dalgalara kadar çıkarız. Bütün bu tabakalar, üzerlerindeki bulutlarla beraber, aşağılara indikçe koyulaşan içiçe karanlık tabakalarını oluştururlar” Kısacası, bir başka konuşmacının ifadesiyle, “Kuran’da okyanuslar vahyedilmiş”

Kuran’da neler vahyedilmemiş ki? Konferansa katılan tebliğlerin başlıkları fikir vermeye yeterli. Kuran, mesela denizlerin ve nehir sularının birbirine karışmamasından; ağır elementlerin yıldızlarda pişirilişine kadar bütün fiziki ilimleri kavrıyor. Oradan suyun bulutlardan indiriliş şekline, gezegenlerin düzenleniş tarzına, tohumların topraktan başlarını uzatmalarına kadar uzanıyor. Ve Kanada’lı embriyolog Keith Moore’un tebliğinde ortaya koyduğu gibi, hücrenin en ince ayrıntılarına kadar giriyor; yavruların ana rahminde nasıl büyüdüklerini dakika dakika anlatıyor...

Çünkü Kuran, kainatı yaratan Rabbin kelamı... (Senai Demirci)

***

“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki bakıp geçerler” Yusuf, 12/105

***

“Hiçbir peygamber yoktur ki, insanlığın iman etmesine yetecek delil ve mucize verilmiş olmasın. Bana verilen de Allah’ın bana vahyettiği Kuran’dır” Hz.Muhammed “sav”

Kitap Farkı

Herşey Hira Nur Dağında başladı. Bir anda, en zengin gönüle, en son İlahi hitap indi ve herşey değişti. Ortaçağ karanlığı delindi. Kurumuş toprağın suya hasreti gibi, insanlığa, ahlaka, fazilete susamış gönüller, nicedir beklenen rahmete erdi...

Bu gelen Kuran'dı. Yaratıcı’nın en üstün yaratılmışa sunduğu kurtuluş rehberiydi. Bir muazzam ve muhteşem medeniyetin tohumu idi. Kainat kitabını harf harf okuyan, sırlarını aydınlatan, insanı insana tanıtan hitapti...

Kitap’tı. Fakat hiçbir kitaba benzemezdi. Arabcaydı. Ancak öylesine farklıydı ki, o Rabcadır denildi.

Şiire benziyordu. Fakat devrin en erişilmez şairlerini gölgelemiş, kendi elleriyle Kabe duvarlarından şiirlerini indirtecek bir güzellik sergilemişti.

O’nu nesir olarak kabullenenler, söz sanatındaki ulaşılmaz yerini idrak edince önünde secdeye vardılar.

Oysa ki ne şiirdi, ne de nesir... Söz sanatında kendine has bir çığır açmıştı. İnsan sözü olmadığını gururlu ustalara isbatlamak için meydan okumuştu. Hem de herkese, bütün çağlara, akıllara, ilimlere... O’nun bir suresine bile benzer yapamayanlar, hırs ve hınçlarını yenemeyerek kaba kuvvete başvurmuşlar, ilim ve edebiyat yarışını bırakmışlardı... Bu sebeple Kuran, tarih boyunca, karşısında hep kılıç, top, tüfek, yalan, hile ve entrika bulmuştu.

İnsanı insana tanıtan, insanı içinde yaşadığı çevrenin bütün unsurlarına dost eden ve insana Rabbiyle haberleşme kurduran bir Kitap...

Sözü mucize... Her devre ayrı bir mana, başka bir ilim sunuyor.

Sesi mucize... Gönüllere huzur iklimlerinin tatlı meltemlerini estiriyor. En çok sevdiği kişinin sesini bile duymak istemeyen en ağır hastalar bile onun sesini duymakla rahatlıyorlar.

Yazısı mucize... Göz zevkini emsalsiz doruklara ulaştiran bir kaligrafi harikası...

Muhtevası mucize... “Yaş ve kuru ne varsa, hepsini” onda bulmak mümkün...

Ve Kuran’ın adaleti, herşeye hakkını vermek... Olaylar, insanlar ve eşya, cirmi, cismi ve önemi kadar yer buluyor onda...

İnsanlığın hayrına ve faydasına ne varsa hepsi de en mükemmel biçimde onda bulmuş izahını... Medeniyet adına yapılanlara o ışık tutmuş ilk defa.

Evet, Kuran, anlaşılması için aklı devreye sokuyor, düşünmeye çağırıyor, ilmi teşvik ediyor...

Şimdilerde, batının zeka tarlası olan çocukları Kuran’a daha dikkatle ve objektif yaklaşmakta, Ona sempati duymakta, zaman zaman da tasdik bahtına ermektedirler...

İnsanlığın Kuran Çağı’nı yaşamasına az kaldı. Yeni çağın çağrısına kulak verelim. Yeniden ve bir daha hep birlikte Kuran’a dönelim... Vakit Kuran vaktidir... (Vehbi Vakkasoğlu, Zafer Dergisi)

Çağdaş Ebu Cehil(ler)!

« Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Onun surelerine benzer bir sure meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah’tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın!” » Yunus, 10/38

Hayatını İslam’la savaşmaya adamış bir zavallı oturup da bir kitap yazmış, adı da “Şeriat’tan Kıssalar”!.. En başta bu ad yanlıştır!.. İkincisi, şeriat tanımı yanlıştır, şöyle diyor; masallar ve hikayeler yığını!.. Bilmiyor ki bu sözüyle ancak kendi kitabının tanımını yapmış!.. İşin aslına gelirsek; şeriat hukuktur, anlattığı kıssalar ise Kuran’da yer alan kıssalardır ve dikkat edilsin “kıssa” deniyor, kıssa ise gerçek ve yaşanmış olaylar için kullanılır, dolayısı ile bir olay hem kıssa hem de uydurma, masal ve hikaye olamaz!.. Ve ne yazıktır ki bazı insanlar o kıssalardan gereken hisseleri çıkarmak yerine onları eleştirmekle meşguller; hadi kendilerine yazık ediyorlar, başkalarının da şeytanı olmaya ne lüzum vardır?!..

Artık böyle cahillerin hezeyanlarla dolu kitaplarını çürütmeye -ki zaten hepsi çüpçürüktür!- ne gerek vardır? Hem, Mevlana’nın dediği gibi “köpeğin dili değdi diye deniz kirlenmez” ki!.. Benzer biçimde “Din Bu” diyerek birilerinin aktarımlarını, uydurmalarını veya yorumlarını “din” olarak niteleyemezsiniz!.. En güzelini Bediüzzaman söylemiş; “İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar”

Düşünce Pınarı

“Önce kulum. Çünkü ilk görevim varlığımın borcunu ödemek. Sonra bireyim. Allah’tan başka kimseye boyun eğmemek için” Mustafa Güçlü

“Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir” İmam Şibli

“Hiç bekletilmemesi gereken birşey varsa, o da Allah’a olan kulluk borcumuzdur” Andre Gide

“Herkes seçtiği yolda yürür; kendi sonuna ya da kendi sonsuzluğuna doğru...” Sedat Turan

“Şükür, Allah’ın nimetlerini ona karş1 günah işlemeye sarfetmemektir” Cüneyd-i Bağdadi

“Seni unutmayanı unutma” Abdülkadir Geylani

“Rabbinin sana ihsanı nerede, senin ona ettiğin kulluk nerede?” Ataullah İskenderi

“Allah’ı sevmek O’nun emirlerini tutmakla olur...” Emine Şenlikoğlu

“İnanıyorum” diyoruz. Acaba, günümüzün ne kadarını “inandığımızı yaşayarak” geçiriyoruz?.. Ali Suad

“İbadet” diyorum, “sonra” diyorsun, ey nefsim, yarınla randevun mu var?.. Ömer Sevinçgül

“Şükretmek surat ekşitmekse sirkeden çok şükreden yok!” Mevlana

“Ya Rabbi, sana hamdedebildiğim için de hamdederim..” Necib Fazıl

“Amaçsız bir yaşamın, anlamsız bir sözcükten ne farkı var?” Ali Suad

“İnanca hayat veren eylemdir” Osman Bayraktar

“Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir” Hz.Ebubekir

“Yaşamı yitirmekten daha acı birşey vardır; yaşamın anlamını yitirmek!” Burhan Toprak

“Hayatını yaşayan” hayat hakkını kullanmıştır!.. Ali Suad

“Sonsuz da olsa O’nsuz hayat hiçtir” Akif Cemil

“İslamiyeti öyle diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin!” Sezai Karakoç

“Muhtaç olduğun kadar ibadet et; Yaşayacağın kadar rızık topla; Azabına katlanacağın kadar günah işle!..” Şakik Belhi

“En büyük dua İslam’ı yaşamaktır” Vehbi Karakaş

“Yürüdüğüm yolun bedeli “hayatım” olmalı!” Ayşenur Menekşe

“Kuran okuyanını bırakmaz, okuyan Kuran’ı bırakmadıkça” Ahmed Şahin

“Ölçüleri yanlış olanların bütün ölçümleri yanlıştır...” Selahaddin Şimşek

“Hakikate ulaşmak isteyenlere, bu dünyada yeterince işaretler vardır” Ali Suad

“Akıl bir anahtardır, ama her kapıyı açmaz!..” Ömer Sevinçgül

“Yeniler vardır ki sağlam, eskiler vardır ki çürük değildir...” S. Şimşek

“İnsanlığın şerefi aklıyla, asaleti diniyle, şahsiyeti ahlakıyladır” Hz.Ömer

“İki cihanın güneşi olmasaydı; insanları aydınlatmaya yıldızlar yetmezdi” Ali Suad

“Her izm bir mezardır” S. Şimşek

“Filozof öyle bir pilottur ki, cennete götürmek isterken cehenneme sürükler” Bernard Shaw

“Aklı başında bir insan dinsiz yaşayamaz” Tolstoy

“İslamiyet, insaniyetin miracıdır” Ergun Göze

“Yenilerden daha yeni, yeniliğinden hiçbir şey yitirmeyenlerdir” Ali Suad

“Akılsız, aklın içinde kalandır!..” Necib Fazıl

“Allah’ın davetinden uzak kalan kimse sultan da olsa, açgözlüdür” Hz.Mevlana

“Kötü bir işin en güçlü şahidi, vicdanımızdır” Hz.Ömer

“Batı’nın hürriyet anlayışında şöyle bir illet var: insanı önce nefsine köle eder, sonra hürriyetini verir!..” Ahmed Selim

“Hakikatler asla eskimez!” S. Şimşek

“Gerçek değişmez, zaten değişene gerçek denmez” Alaaddin Başar

“Kulun aklı, rızkına dahildir” Hz.Ali

“Elinde bir kitapla ortaya çıkıp “Bunu Allah gönderdi” diyen kimse ya mahlukatın en yüksek derecesindedir, ya da en altında” Ümit Şimşek

“Yol kesenler, Kuran’ı okuyup öğrenince yol gösterici oldular!” M. İkbal

“Ne dersek diyelim, vicdanımız O’nun öğrettiğini söylüyor...” Ali Suad

“Kapanmayan tek yara vicdan yarasıdır” Publilius Cyrus

“Hakiki demokrasinin ideali İslam’dır. İslamiyet madde ile ruhu; ahlakla ilmi birleştiren tek dindir. Avrupalıların aradığı din, Muhammed’in (sav) dinidir” Bernard Shaw

“Göklere giden yolu bulmak isteyenler, Allah’ın elçisinin yerdeki ayak izlerini takip etsin...” S. Şimşek

“Deliye mantık dersi verilmez” Ali Suad
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:25 am

Din Özgürlüğü

« Ey inananlar! Siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez. » Maide, 105

İslam’dan ayrılan kişinin (mürtedin) öldürülmesini gerektiren bir buyruk Kuran-ı Kerim’de yer almaz... Tersine Kuran böyle bir davranışın yaptırımının ahirette, öldükten sonra dirilince verileceğini belirtir... Dinden ayrılan kişi ancak müslümanlarla savaşması durumunda öldürülebilir, açıkçası öldürülme nedeni dinden çıkması değil, müslümanlarla savaşmasıdır... Yoksa dinde ve dinin uygulamasında zorlama kesinlikle yoktur (Bakınız; Bakara, 256)

Hz.Ebu Bekir’in mürtedlerle savaşmasının nedeni ise dinden dönmeleri değil, ülke ve toplum birliğini parçalamaya ve düzenlerini bozmaya yönelmeleri idi... Doğaldır ki, böyle bir durumda hiç kimse kayıtsız kalamazdı...

Diğer yandan bu konuda kanıt olarak gösterilen “Dinini değiştireni öldürünüz” aktarımı (eğer doğruysa!) o dönemin koşullarıyla ve Kuran ayetleri hiçe sayılmadan değerlendirilirse şu sonuç ortaya çıkar;

Böyle bir uygulama o dönem için gerekliydi; çünkü dinden çıkan kişiler müslümanlarla savaşma koşulunu sağlamış oluyorlardı... Evet, dininden dönen kişiler doğrudan müslümanlarla savaş durumuna geçiyorlardı; açıkçası yalnızca dinden dönmekle kalmıyorlardı...

Burada Hz.Ömer’in durumunu değerlendirirsek çok daha gerçekçi düşünebiliriz; kendisi müslüman olmadan önce Hz.Muhammed’i öldürmeye karar vermişti, müslüman olduktan sonra ise gözünü kırpmadan Onun yolunda ölüme atılabilecek birisi durumuna geldi... Diğerleri de böyle idi... Açıkçası, taraf değiştiren düşman konumuna geçiyordu... Bu tür savaş durumlarının dışında ve çatışmaya girmedikçe dinden çıkan kişiye dokunulmaz...

Bu buyruğun çok önemli gerekçelerinden birisi de dönemin yahudileridir; bunların bir bölümü insanların müslüman olmalarını engellemek için önce müslüman olduklarını söylüyor, bir süre sonra da dinden çıkıyorlardı... Böylece İslam Dini’ni kötülüyor ve arayış içindeki insanların yanlış düşünmelerine yol açıyorlardı...

« Kitab ehlinden bir takımı şöyle dedi: “İnananlara indirilene günün başında inanın, sonunda inkar edin ki, belki dönerler” » Ali İmran, 72

Sözü edilen buyruk bu iki olumsuz durumu da ortadan kaldırmaya yönelik bir uygulamadır ve çok yerinde bir davranıştır... Konu üzerinde değerlendirme yapanlar şu belgeleri göz önünde bulundurmalıdırlar; başkalarına tanınan özgürlüklerin müslümanlardan esirgenmesi düşünülemez...

« Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın? » Yunus, 99

« De ki; “Gerçek Rabbinizdendir” Dileyen inansın, dileyen inkar etsin. » Kehf, 29

« Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen, onlara zor kullanacak değilsin. » Gaşiye, 21-22

« Bu (Kuran) yalnızca bir öğüttür; dileyen Rabbine giden yolu tutar. » İnsan, 29

« De ki: “Ey insanlar! Rabbinizden size gerçek gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapıtmıştır. Ben sizin bekçiniz değilim” » Yunus, 108

« Ey inananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki O onları sever, onlar da O’nu severler... » Maide, 54

Sözünü Etmek Gereksiz Miydi?

Gerçeğe karşı gönlü kapalı olanlar Tebbet Suresi’nin Kuran-ı Kerim’de yer almasını bir türlü anlayamazlar veya anlamak istemezler... Oysa yalnız bu ikisini düşünmemek gerekir; bunlar birer simgedir!.. Ebu Leheb bir künyedir; “ateş babası” demek, ona gerçek adıyla seslenilmeyerek bütün çağların Ebu Lehebleri ayetin kapsamına alınmıştır... Peki kimdi Ebu Leheb ve eşi?..

Hakkın temsilcisi Hz.Muhammed’e, amcası olmasına karşın en büyük düşmanlığı yapan, Allah ve Elçisiyle savaşan, karısıyla birlikte (yenge!) yoluna dikenler seren, düşmanlarıyla birlik eden, her türlü hakareti Ona reva gören; evet, ne ararsanız bu ikilide var... Bunlar hakkın karşısındaki batılın temsilcileridir, bütün kötü ikililer; nefs-şeytan, Firavun-Karun, kapitalizm-komünizm vb. gibi... Elbette sonları da Ebu Leheb ile eşinin sonu gibi olacaktır!.. Hakka karşı çıkanın sonu hüsrandır...

Gelelim konunun diğer boyutuna; Kuran, Hz.İbrahim ile babasından, Hz.Nuh ile eşi ve oğlundan, Hz.Lut ile eşinden vb. sözederek elçilerin en yakınlarından bile düşmanlık görebildiklerini anlatır, insanlara bu konuda ders vererek dikkatli olmaları gerektiğini söyler; karşı çıkan kim olursa olsun hak yolundan dönmemek gerekir, batılın savunucuları önünde-sonunda yaptıklarının karşılığını alacaklardır...

Nasıl ki, Kuran-ı Kerim’de Hz.Musa ile Firavun arasında geçen olaylardan sözediliyorsa, Hz.Muhammed ile Onun karşıtları arasında geçen olaylardan da sözedilmesi çok doğald1r... Ayrıca bu sure Ebu Leheb’in sonunu, önceden bildirmesi bakımından da bir mucize olarak değerlendirilebilir...

Yine bazı düşüncesizler de Hz.Muhammed’e indirilen ve dolayısıyla öncelikle Onun, sonra da bütün insanlığın yaşamını düzenleyecek olan Kuran-ı Kerim’in neden Hz.Muhammed’in yaşamıyla ilgili buyruklar içerdiğini sormaktadırlar; bundan daha doğal ne olabilir?! Mesela, “en güzel örnek” olan birisinin “ev yaşamı”ndan ne diye sözedilmesin?!.. Şu unutulmamalıdır ki Kuran Hz.Muhammed’e indirilen vahiydir ve öncelikle Onun hayatını, sonra Onun örnekliğiyle bütün insanlığın hayatını en güzel bir biçimde düzeltmek ve olgunlaştırmak içindir...

Allah Yemin veya Beddua Eder Mi?

Kimileri de Kuran-ı Kerim’deki yerme (beddua) veya yemin etme ifadelerini anlayamazlar; oysa azıcık dil mantığını bilen birisi bunların çok derin anlamları bulunduğunu hemen kavrar... Yemin, birşeyin doğruluğunu, önemini, büyüklüğünü vb. dile getirmek için, beddua ise tersine kötülüğünü, alçaklığını, düşüklüğünü, hakettiği karşılığı vb. dile getirmek içindir; hele ki bunları yüceler yücesi olan Allah, hem de sınırlı bir sayıda kullanıyorsa!.. Herşey, başlı başına büyük birşeydir; dolayısıyla yüce Allah, bütün yaratıkları üzerine yemin edebilir; « Yemin ederim gördüklerinize ve görmediklerinize!.. Ki O, şerefli bir elçinin getirdiği sözdür... » Hakka, 38-40

Cihad Ne Demektir?

Cihad, zulme başkaldırmak demektir, her türlü haksızlığa elden geldiğince karşı koymak; beden, mal veya söz ile!.. Yoksa kuru bir “din uğruna savaş” değildir; dinde zorlama yoktur ki din uğruna savaş olabilsin!.. Evet, "dinde zorlama yoktur" (Bakara, 2/256) denmiştir; artık bundan sonra kim “cihad, İslam’ı yaymak için yapılan savaştır” diyebilir?! Savaş en son seçenek olup haksızlığı önlemek içindir... Kişinin, nefsinin aşırı isteklerine karşı koyması bir cihaddır, hem de Hz.Muhammed’in deyimiyle "en büyük cihad", öyle ki savaşmaktan daha büyük!..

Temel amaç barış olmakla birlikte zulmü önlemek için savaş gündeme gelirse bunda da müslümanlar bütünüyle insan haklarına saygılı bir davranış sergilerler; ancak kendileriyle savaşanlarla çarpışırlar, yakıp yıkmak, kadın-çocuk-yaşlı kişilere (savaşçı olmamaları durumunda) dokunmak, tapınaklara ve ibadet edenlere saldırmak, hayvan ve bitkileri telef etmek, düşmana işkence vb yasaktır, aman dileyene aman, barış isteğine olumlu yanıt vermek gerekir; günümüzdeki korkunç uygulamalar nerede, bu ve benzeri eşsiz kurallar nerede?..

Anlaşılacağı üzere, amaç İslam’ı yaymak değil zulme engel olmaktır; bir anlamda barışı sağlamak için savaşa mecbur kalmaktır ki, savaşmaya izin veren ayet-i kerimeler (Hacc, 22/39-40) okunursa bu konudaki eleştirilerin ne kadar cahilce ve gerçekdışı olduğu görülecektir... Zulme engel olmak yalnız savaşmakla yapılmaz; yüce Allah, Furkan suresinde Elçisi’ne Kuran ile cihad etmesini buyurmaktadır, demek ki cihad “savaş” olarak açıklanamaz, böyle bir yaklaşım son derece yanlıştır, savaş cihadın yalnızca bir çeşidi olup en son seçenektir...

Bunun tersini, hem de bunca gerçeğe karşın savunabilenler, haksızlığı müslümanların yapması durumunda onlarla savaşmayı emreden ayeti (Hucurat, 49/9) nasıl açıklayabilirler?! Evet, cihadın karşılığı kuru bir “savaş” sözcüğü değil, zulme, haksızlığa, sömürüye vb. tavır almaktır (örneğin, bizim Kurtuluş Savaşı’mız da bir cihaddı); ne mutlu gerçek cihad erlerine, o güzel mücahitlere!..

“Herşeyi öğrenmeden önce ve öğrendikten sonra birer cihad vardır. Birincisi, ilmi aramak, bulmak ve elde etmek için çalışmak cihaddır. İkincisi, ilmi elde ettikten sonra yerinde kullanabilmek için yapılan cihaddır” İmam-ı Rabbani

Kuran Yorumunda Öncelikler

* Kuran şifa, rahmet, hidayet, nur, furkan, ruh gibi nitelikleri taşımaktadır; yorumlar da bu özellikler gözönüne alınarak yapılmalıdır... Açıkçası, ondan günümüz sorunlarına çözümler, doğru ile yanlışı ayıracak ölçüler, yaşama yaşam katacak bilgiler, karanlıkları aydınlatacak ışıklar vb alınarak insanlığa ulaştırılmalıdır...

* Tefsir bilgi edebiyatı değildir, gereksiz bilgilerden kaçınmalıdır... Ayrıca, kesinliği belli olmayan bilgilerle tefsirleri doldurmak yanlıştır; özellikle ilk müfessirler “biz önümüzdeki malzemeyi sonrakilere aktaralım, ayırımı onlar yaparlar” anlayışı ile birçok yanlışı, özellikle de İsrailiyyat kaynaklı uydurmaları tefsirlerine almışlardır... Bu da din düşmanlarının bu alıntıları “din” diye göstererek dini baltalamaları için bir neden olmuştur, dolayısı ile “kaş yapayım derken göz çıkarmamak” gerek!..

* Kuran kendisini açıklayan bir kitaptır; dolayısı ile manası zor anlaşılan veya kapalı yerleri olan ayetlerin açıklamasını Kuran’ın bütününde aramak gerekir... Bir konuda yorum yapmadan önce o konuyla ilgili bütün ayetleri gözden geçirmek gerekir çünkü, ayetlerin birbirini sınırlaması, açıklaması vb. sözkonusudur... Yani, tefsirde öncelikle Kuran’a danışılmalıdır...

* Kuran’ın belli bir amacı olduğu gibi yapısını biçimlendirdiği ve en kötü örnekken en güzel örnek yaptığı bir topluluk vardır; dolayısı ile ayetler değerlendirilirken bu toplumun yapısı ve onlara iletilmek istenenler iyice düşünülmeli, günümüzle de bağlantı kurulmalıdır...

* Hz.Muhammed “Yaşayan Kuran” olarak en güzel örnek olduğundan Onun anlayışı ve uygulamaları hiç kuşkusuz ki bizim için yol gösterici olacaktır, bunlardan yararlanmak gerekir fakat Kuran ile Yaşayan Kuran’ın çelişemeyeceği bilinerek gerçekdışı söylemlere değer verilmemelidir... Aynı durum Hz.Muhammed’in ashabı, o yıldız kullar ve örnek yaşamlar için de geçerlidir...

* Kuran’ın dili Arapça olduğundan ve o Arapça’nın bütün inceliklerini taşıyıp bir benzeri getirilemeyecek kadar üstünlük taşıdığından bu konuda da yeterince bilgili olmak, en azından konuyla ilgili açıklamalardan yararlanmak gerekir...

* Bilgi düzeyi ne kadar yükselirse Kuran-ı Kerim’den anlaşılanlar da o kadar genişler, dolayısı ile her konuda bilgilenerek ayetlere farklı açılardan bakabilme alışkanlığı kazanılmalıdır... Kuran’ı eskimez bir ansiklopedi, varlığın bir özeti olarak düşünürsek; herkes ondan kendi bilgisi ölçüsünde yararlanabilir ve onun bu özelliği eşsizdir...

* Kuran sorunları çözmek içindir; kendi yetersiz düşüncelerimizi ilgisi olmadığı halde yorumun içine katarak tartışmaları Kuran’da varmış gibi bir duruma sokmak çok yanlış bir davranıştır ve bundan kaçınmak gerekir...

* Çeviriler özenle yapılmalıdır; asıl metne sadık kalınarak parantez içi ve dışı yorumlardan kaçınmalıdır, okuyucular da bu konuda son derece titiz davranarak gerektiğinde farklı çevirilerden yararlanmalıdırlar...

* Kuran önyargılardan uzak ve anlamak için okunmalıdır; kendi görüşümüzün bir dayanağını bulmak için değil!.. Böyle bir davranış Kuran’ı yorumlamak değil, kendi görüşümüzü Kuran’a yorumlatmak demektir ki, bu da son derece çirkin bir davranıştır... Yüce Allah, bizleri, Kuran’ın aydınlığından uzak bırakmasın... (Amin)

İslami Terör Olur Mu?

İslam barış, esenlik, hoşgörü, düzen, adalet demek... Terör ise; şiddet, zorlama, baskı, zulüm, korkutma... Anlaşılacağı üzere terörün İslamisi olamaz!.. “İslami terör” demek; akımsı kara, dirimsi ölü, yeşilimsi kırmızı, uçan kedi, yumurtlayan horoz vb demek kadar saçmadır!.. Evet, “haram” olana “helal” demek gibi bir cehalet, cehalet değilse en büyük bir iftira!.. Adı “Barış” (İslam) olan bir dini, bunun tersi ne kadar kavram varsa onunla nitelemek, gerçekdışı ve son derece gülünç bir söylem olup kandırmacadan başka birşey değildir!.. Bu yolda terör, kötülük, bağnazlık, azgınlık, sömürü, cinayet, baskı, zorlama, küçümseme.. yoktur; tersini hiç kimse savunamaz, yalnızca kendi önyargılarını dile getirebilir!.. Kitle iletişim araçları bu yönde kullanılarak çeşitli sömürü düzenleri sürdürülmeye çalışılmaktadır, bunun çözümünün İslam olduğu çok iyi bilindiğinden onun doğru bilinmesi, yayılması ve ya_anması engellenmeye çalışılmaktadır!.. Günahın İslamisi olur mu hiç?..

Kutuplarda Namaz ve Oruç

“Yeryüzünü uçlarından eksiltmekteyiz” ayeti kutupları da kapsamaktadır; dolayısı ile, kimi iftiracıların yaptığı gibi “Kuran’ın Tanrı’sı ve Elçisi kutupları bilmiyormuş” demek, bütünüyle önyargıların sonucu ortaya konabilecek bilgisizce bir yaklaşım olabilir!.. Kutuplarda namaz ve oruç ibadetinin vakitleri ise şöylece belirlenebilir;

* Günümüzde en kolay yöntem “saat” kullanmaktır, en yakın 24 saatlik bölgeye göre namaz ve oruç vakitleri ayarlanacaktır... Saatin bulunuşu bin yıllar öncesine dayanmaktadır, dolayısı ile bu konunun en basit çözümü kendiliğinden bellidir...

* Orada yaşayanlar nasıl yeme, içme ve yatma vakitlerini belli bir düzene bağlamışlarsa namaz ve oruç vakitlerini de böylece düzene koyabilirler; aklı başında bulunan hiçbir insan, onların yemek yemek veya uyumak için altı ay beklediklerini düşünmüyor olsa gerek!..

* Kutuplarda altı ay boyunca gündüz, altı ay boyunca gece yaşansa bile güneşin hareketleri takip edilebilmektedir... İslam bilginleri güneşin hareketine göre (örneğin gölgenin alacağı duruma göre) namaz vakitlerini belirlemişlerdir, bu yöntem orada da kullanılabilir...

* Bütün bu seçenekler bulunmasaydı bile “kişiler ancak güçlerinin yetebileceği işlerden sorumlu tutulmuşlardır”; dolayısı ile onlar örneğin oruç tutmak yerine Kuran-ı Kerim’de bildirilen “yoksulları doyurma” seçeneğini yerine getirebilirlerdi... Kaldı ki, Hz.Muhammed’in konumuza ışık tutabilecek bir hadisinde böyle çok uzun günlerde takdir ile ibadetlerin yerine getirilebileceği söylenmektedir...

Aynı durum uzaya gidenler için de geçerlidir... Anlaşılacağı üzere, düşünmesini ve araştırmasını bilen herkes için çözümü bulmak hiç de zor olmayacaktır; evet, İslam bütün soruların yanıtını barındırır... Hiç, gece ile gündüzü ve diğer bütün varlıkları yaratan, yarattığını bilmez mi?..

« Allah, gece ile gündüzü döndürüp duruyor... Doğrusu, görebilenler için bunda bir ders vardır » Nur, 44
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:25 am

İslam Nedir?

İslam; dünya ile ahireti, toplum ile bireyi, madde ile ruhu birleştiren tek düzen olduğundan bütün çağlar için kaçınılmaz çözüm yoludur, bundan başkasının sonu hüsrandır!.. Böylece o tam bir yaşam biçimidir, bölünüp parçalanamaz; ya bütünü alınmalı veya bütünü terkedilmelidir, kitabın bir bölümüne inanıp diğer bölümüne inanmamak olmaz... Başkalarının yaptığı yanlışlar yüzünden anlamsız savlar ileri sürmek, dayanaksız kuşkular ortaya atmak, gerçekdışı söylemlerde bulunmak ve karalamaya çalışmak; “çamur at izi kalsın” uygulamasından, gerçekleri ters-yüz etmekten başka bir davranış olmayıp bu kuruntuların da hak/gerçek karşısında hiçbir değeri yoktur, aldanmamalı!..

Cennet ve Cehennem Üzerine

Yüce Allah önce bizlere sımsıcacık iki güzel adı ile, Rahman (Esirgeyen) ve Rahim (Bağışlayan) adları ile sesleniyor...

Ardından kendisini bizlere tanıtıyor; ululuğunu, üstünlüğünü, gücünü, bilgisini ve diğer bütün niteliklerini örnekleriyle birlikte bizlere açıklıyor...

Hemen sonrasında bizi bize tanıtıyor... Kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gideceğimizi, bizden ne istendiğini açıkça ve ayrıntılarıyla birlikte bizlere anlatıyor...

Sonra bize doğru ile yanlışı gösteriyor, seçim özgürlüğü tanıyor, doğruya yönelmemizi, yanlıştan uzak durmamızı öğütlüyor...

Bizden önce geçenlerin örnek yaşamlarını bizlere aktararak gerçeğe yönelmemizde yardımcı oluyor...

Yanlış yapmamız durumunda da doğruya yönelmemezi, tevbe ederek kendisine, doğru yoluna dönmemizi istiyor... Bu yönde sürekli öğüt veriyor, teşvik ediyor, uyarıyor...

Örneğin ilk önce bize; “elinizi sobaya uzatmayın” diyor, ardından “bunu yaparsanız eliniz yanar” buyuruyor ve sonrasında özgür bırakarak kendi yolumuzu seçmemizi istiyor... Doğruya yönelene cennetini, yanlışa yönelene ise cehennemini vaadediyor...

Bu noktada cehennemin varlığı da bizim için doğruya yönelmede bir etken olarak “nimet” niteliğini taşımaktadır... Kuşkusuz inanan birey öncelikle Allah öyle buyurduğu için kulluk yapmalıdır; belli bir ödüle ulaşmak için değil, bu yüzden hiçbir zaman içtenlikten ayrılmayalım...

Evet, Allah bizden zor bir şey istemiyor, yalnızca doğru yoluna çağırıyor, büyüklenerek baş kaldıranı ise cezalandırıyor... Kimileri bunu kanıksayabilir oysa doğru düşünmek gerekiyor; evreni bizim hizmetimize veren Allah bunun karşılığında bizden kulluk yapmamızı istemiş ve bizim nankörlük yapmamız için hiçbir neden yok...

Suçun boyutuna değil, kime karşı çıkıldığına bakmak gerekiyor; Allah’ın bunca buyruğuna göz kapayan, O’na baş kaldıran, evreni hiçe sayan kişi en büyük yaptırımı hakediyordur, bu da cehennem olarak belirlenmiştir... Bunu kanıksamak çok anlamsızdır... Unutmayalım ki, uçurumun kıyısındaki bir kişi küçük bir adımla kendi sonunu hazırlayabilir...

Öyle Mi Sanıyorsunuz?

« Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğulun da babası için birşey ödeyemeyeceği günden korkun. Allah’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartmasın. » Lokman, 31/33

Evet, kimileri “Allah bizi yakmaz” diyerek şeytanın oyuncağı olmayı yeğlerler ve sorumsuzca davranırlar!.. Bunların bir bölümü inanmadığından ölüm sonrasını yalanlayan kişilerdir, dolayısı ile önce inanmalıdırlar, inanmadan bu konuda onlarla konuşmak anlamsız bir uğraştır...

İkinciler ise inanırlar fakat Allah’ın bağışlayıcılığına güvenip adaletini unuturlar; yargıca güvenip de suç işlemek gibi!.. Kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır ama; af, adaleti aşamaz!.. Böylelerine anlatmak gerekir ki yüce Allah koyduğu kurallara uymayanları elbette yakabilir...

Kanıt mı istiyorsunuz; sokun elinizi ateşe!.. Bakın nasıl yanacaksınız!.. Demek ki “elini ateşe uzatmama” kuralına uymayanın sonu burada ateş olduğu gibi orada da ateş olabilir; bu gerçeği, kim ve nasıl inkar edebilir? Gerçi yanmanın nasıl olduğunu bilemiyoruz ama olabileceği kesin!..

Öyleyse kendimizi kandırmaya hiç gerek yok; Allah Rahman olduğu kadar Rahim’dir de, herkese layığını verir... Yazarın biri, yeryüzünde bozgunculuk yapıp da insanları öldüren bir yönetici için “öldürdü, öldürdü ve öldü; ateşi bol olsun” diyordu; evet, bunca işler karşılıksız kalmamalı!.. Bediüzzaman’ın dediği gibi; “cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil”!..

Bu Kısa Yaşama Karşı Bu Ödül Veya Bu Yaptırım Çok Değil mi?

* Niyet yönünden olaya baktığımızda hiç de Cennet veya Cehennem’in çok olmadığını, ancak gereği kadar olduğunu görürüz... İnanmış kişi sonsuz yıl yaşasa da inancında kararlı olacağı gibi, inançsız kişi de kendisine sonsuz bir ömür verilse yine inkar etmeyi sürdürecektir...

« Hayır; daha önce gizledikleri (ahiret günü) onlara göründü. Eğer (dünyaya) geri döndürülseler yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Doğrusu onlar (inkarcılar) yalancıdırlar. » En’am, 28

* Günahın küçüklüğüne değil, kime karşı gelindiğine bakılmalıdır; burada yüce Allah’a başkaldırış vardır ki, bu da en büyük yaptırımı hak etmek demektir... İnançsız kişi, bir değil birçok buyruğuna karşı gelmektedir... İnanan kişiye verilen ödül ise ödülü verene yaraşır biçimde olacaktır hiç kuşkusuz...

* Yaptırım suçun gerçekleştiği zamana göre belirlenmez; örneğin birisini anında öldürebilirsiniz fakat suçunuzun bedeli ömür boyu tutuklu kalmak olabilir... Eğer sonsuz yaşayacak olsanız sonsuz olarak tutuklu kalmanız gerekecekti... İman etmeyen kişi ise hem Yüce Allah’ı, hem Hz.Muhammed’i, hem Kuran’ı, hem de bütün evreni ve varlıkları yalanlamaktadır ve hepsine zulmetmektedir ki bu da bağışlanabilir bir suç değildir... Yine bir düğmeye bir anlık basmak ile bütün bir ülke aydınlatılabilir veya karartılabilir, kocaman bir gemi küçük bir delik açılarak batırılabilir...

* Kişinin üstlendiği göreve göre alacağı karşılık, görevi verenle doğrudan ilgilidir; bize sorumluluk veren Allah’tır... Kendimize, ana-babamıza ve ülkemize karşı olan görevlerimiz gibi Allah’a karşı da görevlerimiz bulunmaktadır... Bunu yerine getiren ya da getirmeyen gereğince yanıt almalıdır... Kuşkusuz bir camı kıran çocukla, ülkesine ihanet eden birisi arasında fark vardır ve bu farka göre yaptırımla karşılaşırlar... Evet, insan kendisine verilen akıl, vicdan, bilinç, istenç, düşünce gibi özelliklerini doğru kullanmak durumundadır...

Kimileri Allah’ın esirgeyiciliğini ileri sürerek “O kullarını yakmaz” derler ki, bu büyük bir aldatmacadır... Evet, Allah sonsuz bağışlayıcıdır ancak “af, adaleti aşamaz”!.. Herkes yaptığının karşılığını doğal olarak alacaktır; bunun esirgemek ya da bağışlamakla hiçbir ilgisi yoktur...

« Ey insanlar! Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir; dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah'ın affina güvendirerek şeytan sizi ayartmasın. » Fatır Suresi, 5.Ayet

Düşünelim; yemeyen aç kalıyor, soğuğa aldırmayan üşütüyor, elini ateşe uzatan yanıyor, bıçak ekmek yerine adam da kesiyor, yüzme bilmeden denize giren boğuluyor; evet, Allah bunların gerçekleşmesine izin veriyor... Suç ya da kötü olan yakmak değil, yakılacak kadar alçalmaktır...

Öte yandan kimileri de “Allah yaratmasaydı” der; bu da elini sobaya uzatıp yakan çocuğun “Ne yapayım, beni annem doğurdu, doğurmasaydı!” demesine benzer bir kaçıştır... Yine “Neden insan küfre yatkın yaratıldı?” diyenler bulunmaktadır; bu durum da hırsızlık yapan kişinin “Böyle de kazanılıyor!” demesine benzemektedir...

Bütün bunlara karşın inanan bireyin amacı cennet ya da cehennem değil, doğrudan yüce Allah’ın rızası olmalıdır... Bir karşılık için yapılan işin değeri ne kadar olabilir? Evet, Allah’ın rızasına erebilmek; ne büyük mutluluk!.. « Hayır; doğrusu onlar (inançsızlar), o gün (ahiret günü) Rablerinden yoksun kalacaklardır. » Mutaffifin, 15

Düşünce Pınarı

“Birşey kazanmanın pazarlığında değildir inananlar!... Öyle olsa, “ihlas” denen cevher elden düşer, parça parça olur. Hem, ne sermayesi var ki pazarlık etsin?..” Selahaddin Şimşek

“İnanmamak ahirete gitmeye değil, cennete girmeye engel!..” Alaaddin Başar

“Cennet ve cehennemle ilgili ileri-geri sözler söylemek istemem, çünkü ikisinde de dostlarım var” Mark Twain

“Allah insanlara cehenneme gitme özgürlüğü de vermistir!” Ali Suad

“Evet Rabbimizi, rahmetiyle severken, celalinden, azabından ve adaletinden de korkarız, kulluk edebi bunu gerektirir...” F. Gülen

“Cehennemden kaçan, cennete koşar” Alaaddin Başar

“Zalimler için yaşasın Cehennem!” Bediüzzaman

“Bizim unuttuklarımız bile kaydediliyor!..” Ali Suad

“Midesinin hakkını hiç unutmayan insan, iradesinin de hakkını vermeli” F. Gülen

“Vermeyecek olsaydı, istetir miydi?” Hekimoğlu İsmail

“Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızların cezasız kalmasıdır” Platon

“İnsan ‘neyse o olmayı’ reddeden tek yaratıktır” Albert Camus

“Öldükten sonra yaşamak isterseniz, ölmez bir eser bırakınız” Hz.Ali

“Kuran’da her şeye ait ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmişse de, bizim ilmimiz ondaki her şeyi anlamaya yetmez” İbni Mes'ud

“Cehennemden kaçan, cennete koşar” Alaaddin Başar

“Bize değer kazandıran şeyler yaptığımız işlerdir” Bancroft

“Kabul edilen bir yanlışlık, kazanılmış bir zaferdir” Gascoigne

“Bir amaca bağlanmıyan ruh, yolunu kaybeder; çünkü her yerde olmak, hiçbir yerde olmamaktır” Martialis

“Başkalarını bilen kimse bilgili, kendini bilen kimse akıllıdır” Lao Tsze

“Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim” Montaigne

“Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hiçtir” Mevlana

“İnsanlık, dini doktrinden tamamen müstakil bir ahlak sistemi kurmaya muvaffak olamadı” Socrates

“Herkes seçtiği yolda yürür; kendi sonuna ya da kendi sonsuzluğuna doğru...” Sedat Turan

“Günahın küçüklüğüne bakma, kime karşı asi olduğuna bak” Bilal Bin Sa'd

“Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın doğmadı. Öyle ise şu anı değerlendirmek için amele sarıl” Bişr-i Hafi

“Hayatına, ileride sana acı çektirebilecek hiçbir şey katma” Emile Zola

“Her binanın bir temeli vardır. İslam binasının temeli de güzel ahlaktır” İbni Abbas

“İnsana sığabilene kainat, kainata sığamayana insan denir” Muhammed İkbal

“Nedir hürriyet? Doğru anlaşılırsa, iyi olmak için verilmiş bir evrensel ehliyet” Coleridge

“Kulun Allah’a şükretmesi, O’nun kuluna verdiği nimetlerle, O’na isyan etmemesidir. Çünkü kulun bütün uzuvları Allah’ın ona lütuf ve nimetleridir” Sehl B. Abdullah Tüsteri

“Eski başka, eskimiş başkadır. Nice eskiler vardır ki, hiç eskimez” P. Safa

“Kaderin ağı yoktur, kucağı vardır” Akif Cemil

“En iyi nasihat güzel örnek olmaktır” Malcolm-X

“Şayet insanlar Allahü Teala’nın büyüklüğünü düşünselerdi, O’na isyan etmezlerdi” Bişr-i Hafi

“Büyük ve üstün insan yalnız doğruluğu; küçük insan ise yalnız faydayı düşünür” Konfiçyus

“Gönül susuzluğu su damlasıyla giderilmez!” Sadi

“Kaza geliyorum demez, sözü kaderin bilinemeyeceğini ne güzel ispat ediyor...” Akif Cemil

“Kabir gibi daracık kozasından, kelebek olarak çıkan ipek böceği, kabirden sonraki hayatın müjdesini verir. Onun ipek kanatlarında ‘ölümün’ son olmadığı yazılıdır” S. Şimşek

“Dünyada emanete riayet etmeyen, ahirette de emniyette olamaz...”

“İslamiyet devlet yıkan değil; devlet kuran bir dindir” Hekimoğlu İsmail

“Demiri çürüten kendi pasıdır, insanı cehennemlik eden de kendi günahları...” Atasözü

Yeniden Diriliş Üzerine

« İşte onlara bir delil; ölü yeri diriltir, ve oradan taneler çıkarırız da ondan yerler. » Yasin, 33

Kimileri bu apaçık gerçeği onaylamaz, karşı çıkar... Oysa Kuran bu konuda sayısız örnek vermektedir... Hiç örnek vermese bile Allah’ın gücü neye yetmez ki bizi diriltemesin? Bütün bu varlığı “yok”tan “var”eden O değil midir? Evet, toprak gözümüzün önünde yeşerirken, topraktan gelen bizlerin yeşeremeyeceğimizi düşünmek olası mıdır?..

« “Biz kemik ve ufalanmış toprak olduğumuz zaman, yeniden mutlaka dirilecek miyiz?” derler. De ki: “İster taş veya demir ya da gönlünüzde büyüttüğünüz başka bir yaratık olun, yine de dirileceksiniz”. “Bizi yeniden kim diriltir?” derler; De ki: “Sizi ilk kez yaratan” Sana başlarını sallayarak: “Ne zamandır bu?” derler. “Umulur ki yakındır” de. » İsra, 49-51

Evet, bizi ilk kez yaratan yeniden yaratmaya, daha doğrusu diriltmeye güç yetiremez mi?.. « De ki: “Onları (çürümüş kemikleri) ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir” » Yasin, 79

Bedenimizde sayısız hücre ölüyor, sayısız hücre diriliyor... Ortalama altı ayda bir bedenimiz değişiyor; peki yiyeceklerimiz yaşamdan yoksun olmalarına karşın, hücrelerimizdeki dirilik özelliği nereden geliyor? Ölüden dirinin, diriden ölünün çıkmasını inkar edenleri kendi bedenleri bile yalanlarken başka kanıta ne gerek vardır?..

Kuşkusuz bir gün gelecek hepimiz öleceğiz ve diriltileceğiz; unutmayalım ki her son yeni bir başlangıçtır... Evrenin ölümlü olduğu bilimsel verilerle ortaya konmuştur; demek ki bir gün gelecek kıyamet, kaçınılmaz son gerçekleşecektir... Kuran-ı Kerim bunun olacağını bildirdiği gibi, nasıl olacağını da bildirmiştir...

Diğer yıldızlar gibi güneşin de belli bir ömrü vardır ve bu ömür bitmeye yüz tuttuğunda kıyamet kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir... Bu veri, bilimin ortaya koyabildiği kıyamet olasılıklarından yalnızca birisidir ve Kuran-ı Kerim’deki ayetlerle de bütünüyle uyum içerisindedir... Peki sonra? İşte o sonrası, yaptıklarımızdan sorguya çekilip sonsuzluğa ulaşacağımız zaman... Gelin hep birlikte ahireti gerektiren başlıca nedenleri okuyalım;

1. Biz boşuna yaratılmadık; içimizdeki sonsuzluk isteği bize başka bir evrenin varlığını kanıtlamaktadır... Bizi bunca özellikle donatan Yüce Allah yokluğa atacak değildir... « Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız? »

2. Yaptıklarımızın karşılığını görmeliyiz; yalnızca bu neden bile tek başına yeniden diriliş için yeterlidir, evet, ilahi adalet!.. « Kıyamet günü adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz. »

3. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi”; yüce Allah bizlere bu evrende gerekebilecek bütün varlıkları vermiş, yoksun bırakmamış... Bizim gereksinim duyduğumuz bir istek daha var; sonsuzluk!.. Onu da ancak sonsuzluğun bulunduğu yere ulaşarak elde edebiliriz... Eğer bunu bize vermeyecek olsaydı, böylesine çok istemek duygusunu da bizlere vermezdi... Sonsuzluk duygusunu bize sınırlı ve sonlu olan bu evren vermiş olamaz; kuşkusuz sonsuzluğun olduğu bir yer bizi bekliyor...

4. Ölüm sonrası olmasaydı yaşam bir hiç ve çekilmez olurdu; sürekli işleyen zaman ve sona yaklaşıyorsunuz... Ölüm bir son olsa buna kim dayanabilir... Sonsuzluğun peşindeki bireyi böyle bir durum yaşarken öldürür... Oysa diriliş inancıdır ki, kişiyi dayanıklı kılar... Duygularına çıkış yolu sağlar...

5. Kuran, Hz.Muhammed “sav” ve gelmiş geçmiş bunca birey; hepsi ortak bir noktada birleşiyorlar; öldükten sonra diriliş var!.. Bu durumda Kuran’ın Allah Sözü, Hz.Muhammed’in Allah’ın Elçisi olduğunu kanıtlayan bütün deliller, aynı zamanda ahireti de kanıtlar...

Bir Başka Doğuş

Muhteşem güzellikler ile süslenmiş bir kelebeğin ölmesine üzülüyor ve onun yok olduğunu sanıyorsanız, iyi bilin ki yanılıyorsunuz. Çünkü o, bir süre sonra toprağın hayat dolu sinesinden bir gül goncası olarak fışkıracak ve çürüyen kanadındaki desenler, moleküllerin değişmesiyle pembe bir gülün kadife tenine işlenecektir ve böylelikle kelebeğin kanadındaki ilahi zikir, kaldığı yerden gül kokusuyla, sonsuzluğa açılacaktır. İnsandaki ölüm olayını, işte bu tefekkür tarzı içinde ele almaya çalışacağız.

Şuna inanmalısınız ki, evrende herşey, insanın ölümsüzlüğü üzerine kurulmuştur. Bir elma veya bir buğday tanesi, insanın ölümsüzlüğünü adeta bilmekte ve bu yüzden insana erişebilmek ve insan hücrelerine dönüşmek için can atmaktadır.

Ölüm anı, çok değişik ve özel bir andır. Ben bu anı, hastalarımda çok ayrıntılı olarak inceledim. Kurtuluş ümidi olmayan bir hastalıkla, son ana kadar gelen hastalarda neler olur?

Eğer ölüm kesin bir son olsaydı, bu hastalar yavaş yavaş sönecek ve önce zihni yetenekler kaybedilerek sıra ile bütün sistemler duracaktı. Halbuki bugün tıp, “ölüm iyiliği”ni kesinlikle kabul ediyor.

Ölüm anında, önce zihinde akılalmaz bir gelişme olur. Kulaklar daha uzakları duyarken, gözler öteleri seyreder ve gözbebekleri, yeni bir gerçeğin seyrini ilan edercesine büyür. İnsan hafızası ise, olağanüstü bir netlikle, hayatın adeta hızlı bir band şeridini sunar. Ve iman sahipleri ölürlerken, o andaki bütün acılardan kurtulurlar. En güçlü ilaçlarla durduramadığımız acılar diner ve yüzler, bambaşka bir mutluluk havasıyla tebessüm eder.

Oysa insan sadece maddeden ibaret olsaydı, zihinler son anda tam manası ile iflas edecekti. Ölüm anındaki en hayret verici olaylardan biri de, ağır hastalarda dayanılmaz kokuların, birdenbire kaybolmasıdır. Bir hastam, yemek borusu kanserine yakalanmış ve daha sonra akciğerlerine yayılan kanserin kokusu, dayanılmaz hale gelmişti.

Bu hastanın kokusu, ölümüne bir saat kala tamamen kayboldu. Bu değişikliği hastanın yakınları ile birlikte ilmi bir zabıt halinde tesbit ettim. En önemli tesbitlerimden biri de, kemik kanserine yakalanan bir hastamla ilgilidir. Bu hastam aynı zamanda akciğer metastazları sebebiyle devamlı olarak oksijen almak zorunda olduğundan, içinde bulunduğu zor şartlardan ötürü, ölürken Kelimei Şahadet getirememe endişesi içindeydi. Bu hastam, ölümünden bir saat önce oksijen cihazını attı ve hiçbir nefes zorluğu çekmediğini söyledi. Ve daha sonra akılalmaz bir şekilde doğrularak ayağa kalktı. Ölümün yeni bir doğuş olduğunu açıkça dile getiren bu rahmetli hastamın durumunu da, ilmi bir zabıtla tesbit ettim.

Ölüm anında, acaba zihinler neden yeni bir sefere çıkma zevki içinde netleşerek açılmakta ve bedene neden yeni bir hayat tarzı gelmektedir? Bunun izahı, beyinde hücre faaliyetleri sona erer ve maddi hayat biterken, zihin dediğimiz bilgisayar programlarının, matematik bir gerçek olarak ruhun emrine girmesidir.

Ölümün insanlar için ebedi saadete açılan bir kapı olduunu gösteren milyonlarca iman sahiplerinden birisi de, Ulubatlı Hasan değil miydi? Gördüğünde Fatih'i ağlatan o mübarek şehidin yüzü, kızgın yağlarla haşlanmış bedenine saplanan oklara karşın, acaba neden tebessüm ediyordu? Ve eğer insan sadece maddeden ibaretse, Ulubatlı’nın yüzü neden ızdırap ile buruşmamıştı? Ulubatlı’nın ve milyonlarca iman sahibinin ölüm anındaki o zarif tebessümleri, bambaşka ve nurlu bir aleme geçişin bizlere verilmiş olan mesajından başka birşey değildir. Siz, hiç kafesi açılan bir kuşun ağladığını gördünüz mü? Ölüm, işte o kafesin açılışıdır (Haluk Nurbaki, Zafer Dergisi)

Yeniden Doğma - Reenkarnasyon - Tenasüh

Bu görüş temel olarak insan ruhunun olgunlaşana kadar canlılar arasında dolaştığını, birden çok doğum ve ölüm olaylarını yaşadığını varsayan ve kökeni eski Mısır’a kadar dayanan ilkel bir inançtır... Yeniden doğuş görüşü; suç-yaptırım, alınyazısı-sorumluluk, diriliş-sorgulanma, sınama-deneme, esirgeme-bağışlama, insan değer ve onuru, dünya ile ahiret dengesi gibi konular düşünüldüğünde İslam Dini ile açıkça çelişmektedir... Yeniden doğuş düşüncesi başlıca şu açılardan hem İslam’la, hem de bilimle çelişen mantıksız bir varsayımdır;

1. Bütün bireyler kendi yaşamlarından sorumlu olduklarına göre, birçok bedene girip çıkmış ruh hangi kimliğiyle diriltilecek ve hangi yaşantısına göre iyilikleri ve kötülükleri değerlendirilecektir?..

2. İyilik ve kötülüklerimizin karşılığını yeniden dirilince göreceğimize göre, ruhlar acı üzerine kurulu bir beden değiştirme yaşıyorsa, birey yaptığı iyiliklerin karşılığını ne zaman, nerede ve nasıl alacaktır?..

3. Yüce Allah bütün suçları bağışlayıp silebileceğine göre, bağışlanabilmek için bunca acıya ve yolculuğa ne gerek vardır?..

4. Geçmişte kendisini kötülüklerden arıtıp iyiliklerle donatan onca birey yaşadığına ve bu olaylar yinelenebileceğine göre, olgunlaşmak ya da cennete ulaşmak için ruhun gelip gitmesine ne gerek vardır?..

5. Eğer ruhlar gelip giderek ve gelişerek olgunluğa erişeceklerse, cehennem kimler için olacaktır ve işlevi nedir?..

6. İlk başta belli sayıda ruh varsa ve bunlar olgunlaşıyorlarsa, insan sayısının artması değil azalması gerekirdi; oysa sayımız sürekli artıyor!.. Yoksa ruhlar öldükçe çoğalıyorlar mı?!

7. Yeniden doğuşçuların kanıt olarak gösterdikleri kişilerin davranışları ve sözleri neden bütün bireyler için geçerli değildir?.. Bu noktada cinlerin etkisi neden gündeme getirilmemektedir?..

8. Kullanılan kişiler çeşitli hastalıkları bulunan ya da dışarıdan etkiye kapılmaya çok açık bireylerdir... Kişinin uyutulup bilincinin ele geçirilmesi durumunda kendisine öğretilmiş sözleri söylemesi olası olduğuna göre, üzerinde sayısız kuşku bulunan ve geneli kapsamayan bu gösteriler bilimsel midir?..

9. Benzer yöntemleri sayısız bilim adamı kullandığına göre, bu bilim adamlarının ortak bir noktada buluşmaları gerekmez mi? Oysa bilim adamlarının benzer durumlarla karşılaşmadıkları açıktır...

10. Yeniden doğuşçular hiç düşündüler mi bilemiyorum ancak bana oldukça gülünç gelen bir soru sorayım; geçmişine döndüğü söylenilen ya da gösterilen kişiler neden geçmi_lerinde hep “insan” olarak karşımıza çıkıyorlar? Eğer başka varlıklara dönüşmeleri olası ise neden bu konuda tek bir örnek yok?..

İşin gülünç olduğu kadar aşağılık olarak nitelendirilebilecek bir diğer yanı da Kuran’ın bütünüyle karşı olduğu bu görüşe Kuran’dan kanıtlar (!) getirilmeye çalışılmasıdır... Bu noktada kullanılan ayetler genel olarak ölüm ve ahiretten sözederler ancak hiçbir biçimde yeniden doğuşa kanıt olarak sunulamazlar. Yapılmak istenen bütünüyle aldatmacadır ki, Müminun Suresi’nin 99. ve 100. ayetleri bu görüşü bütünüyle ortadan kaldırıcı niteliktedir;

« Onlardan birine ölüm gelince: “Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim” der. Hayır; bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır. »

İlgili ayetlerden yanlış anlaşılabilmesi olası olan ve yeniden doğuşçular tarafından sıkça kullanılan yalnızca Bakara Suresi’nin 28. ayetidir; « Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O’na döneceksiniz; öyleyken Allah’ı nasıl inkar edersiniz? »

Buradaki ilk “ölü” sözcüğü insanın insan olmadan önceki cansız durumunu dile getirmektedir... Örneğin günümüzden yüzyıllar sonra yaşayacak olan insanlar diri değil, ölüdürler... Benzer biçimde hepimiz ölüler idik ve diriltildik... Yeniden ölecek, diriltilecek ve Yaradan’ımıza döneceğiz...

« İnsan: “Ben öldüğümde mi diriltileceğim?” der. Bir insan kendisi önceden bir şey değilken onu yaratmış olduğumuzu hatırlamaz mı? » Meryem, 66-67

Açıkça anlaşılacağı üzere Yüce Allah insanın yaratılmadan önceki durumunu “ölü” olarak nitelemektedir... Benzer biçimde yağmur ile yeşertilmemiş toprak da “ölü yer” olarak nitelendirilmektedir ve bu örnek ahiretin varlığı için getirilen çok güzel bir kanıttır ANCAK; « Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, (insanların birçoğu) yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler » Yusuf, 105

Öte yandan, Bakara 28. ayet öldükten sonra dirilişe bir kanıt olmak üzere indirilmiştir; ayette “cansızlardınız” değil, “ölülerdiniz” buyurulmaktadır; amaç öldükten sonra dirilişe bir kanıt sunmaktır... Düşünebilenler için ne güzel bir kanıt!..

Son olarak olayın “rüya/düş” boyutuna değinmek istiyorum; bazı kişilerin hiç gitmedikleri yerleri sonradan gördüklerinde tanımaları da yeniden doğuşa kanıt olarak öne sürülmektedir... Oysa bu durumun nedeni kişinin önceden gördüğü rüyalardır...

Hepimiz çok sayıda rüya görürüz ancak bunların çounu unuturuz... Rüyamızda gördüklerimizle gerçek yaşamda karşılaştığımızda ise onları anımsadığımız zaman daha önce gördüğümüzü sanıyoruz... Evet, bu durum, unutulan rüyaların anımsanması olayıdır...

Kişiler uyuduklarında ruhları bedenlerinden çıkabilir; birçok yerleri gezip görebilirler... Bunların bir bölümü rüya olarak görülür; sonradan rüyasında gördüğü yerlere giden kişi “Ben bu yerleri gördüm ama ne zaman?” diye sorabilmektedir... Bunun da yeniden doğuş ile hiçbir ilgisi yoktur... Öte yandan alt beynimizde atalarımızla ilgili bilgiler bulunmaktadır, kişinin bunları söylüyor olması da olasıdır... Dahası, bu olayda özellikle cinlerin de payı bulunmaktadır...

Ahiretin Varlığı

* Hikmetsiz, amaçsız, gereksiz hiçbir varlık yoktur... Kişinin içinde ise sonsuzluk duygusu ve arzusu vardır... Bu duygunun varlık hikmeti ancak ahiretin varlığıyla bir anlam kazanabilir...

* İçimizdeki duyguların mutlaka bir kaynağı vardır; sonsuzluk duygusu da sonsuzluğun bulunduğu bir yerin varlığını gösterir, susamak duygusunun suyun varlığına, acıkmak duygusunun yemeğin varlığına tanıklık etmesi gibi...

* İnsan varlığıyla evrenin özeti gibidir, bu üstün niteliklerinin boşa atılması, ona verilenlerin hesabının sorulmaması düşünülemez...

* Hiçbir neden olmasa bile kişilerin yaptıklarının gerçek karşılığını alabilmeleri için ahiret mutlaka gereklidir... Kötüler kötülüklerinin, iyiler iyiliklerinin; kısacası herkes, her yaptığının karşılığını alacaktır; adalet bunu gerektirir... İyilerle kötüleri bir tutmak adalete nasıl yakışabilir?..

* Ölüm ve ruh birer varlık olduğuna göre, ölen kişi nasıl yokluğa gidebilir?!

* Sonsuzluğun karşısındaki bir yokluk yerine cehennem ateşi bile bir rahmettir...

* Kaldı ki Allah Kerim bir yaratıcıdır, hazinesinden yarattıklarına vermesi neden yadırgansın?..

* “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” demişler; yüce Allah bize sonsuzluğu verecek ki sonsuzluk duygusunu vermiş!.. Evet, o Rahim, o _efkatli Yaratıcı, bizi sonsuzluğa ulaştıracaktır...

* Toprağın birçok kez yeniden dirilişi bize öldükten sonra dirilmenin eşsiz bir örneğini sergilemektedir...

* “Her son yeni bir başlangıçtır”; doğumdan gençliğe, kıştan bahara, yazdan kışa, öldükten sonra da dirilişe; “karla kaplı yollar bahara gider”

* Yüce Allah, Elçisi, Kitabı, diğer elçiler ve kitaplar hep bunu haber veriyor...

Bireyde Sonsuzluk Özlemi

Bilim adamları tarafından da doğrulanan ve bütün insanlarda yaratılıştan varolan sonsuzluk arzusu, sonsuz alemlerin varlığını bildiren güçlü bir ruhsal delil olarak kabul edilmektedir. Tıpkı açlık ve susuzluk gibi... İnsanın susaması, suya tanıklık eder ve onun varlığını gösterir. Bu, su ile insan arasındaki özel ve içten bir bağdır...

Bunun gibi, insanın ahiret aleminin varlığını sezmesi de, onun varlığına en büyük delildir. Veya en azından böyle bir alemin olmasını ve yaratılmasını gerektirir. Madem yapan ve yaratan bilerek yapıyor ve o kudret, zerrelerle güneşleri aynı kolaylıkla idare ediyor, niye endişe edelim?

Bir karıncayı bile kusursuz bir biçimde besleyen ve ona istediğini veren Rabbimiz, bütün zerrelerimizle istediğimiz ahireti, elbette bizlere verecektir...

Zaten ahireti vermek istemeseydi, onu istemek duygusunu da biz insanlara vermezdi. Bütün insanlığı etki alanına alan ve herkesin vicdanında duyduğu bu gerçeğin boş ve kuru bir sav olmadığı açıktır. Bu fikri ve arzuyu insanlığın kalbine koyan kim ise, onu verecek olan da başkası değildir elbette... (Zafer Dergisi)

Müzik, Resim, Şiir, Heykel vb Üzerine

Bunlara, içeriklerine göre “uygundur” veya “uygun değildir” denebilir; açıkçası, mutlak bir hüküm yoktur; olumlu sonuç doğuranlar helal, olumsuz sonuç doğuranlar haramdır... Kuran-ı Kerim’de bozguncu şairler yerilirken, yapıcı şairler övülmüştür, unutulmamalıdır ki İslam orta yoldur; ne kişileri güzelliklerden alıkoyar, ne de kötülüklerin batağına saplar... Herşey ölçüsünde olmalıdır mutlak iyilik veya mutlak kötülük olmayan davranışlar açısından; demek ki ölçüyü kaçırmamak ve taşkınlığa neden olmamak gerek...

Kaldı ki doğa bu sanatların özüyle doludur, asıl kaynağıdır; kişiyi doğallığından ayırmadıktan, nefsinin tutsağı haline getirmedikten, isyana ve günah işlemeye teşvik etmedikten, sorumluluklarından uzaklaştırmadıktan sonra neden olmasın?.. Evet, önemli olan bunların gönül ve düşünce dünyamızda bıraktığı etkiler ile oluşturduğu duygulardır...

Eğer bunlar olgunluk, güzellik, cesaret, haksızlıklarla mücadele, mutluluk, huzur, sevgi gibi yüce duygular uyandırıyorlarsa bir sakıncası olamaz... Fakat aşağılık duygular; ümitsizlik, başıboşluk, isteklerin peşinde koşturmak, boş hayaller, yılgınlık, isyan, olumsuzluk, günah işleme, amaçsızlık gibi duygular uyandırıyorlarsa bunlardan sakınmak gerekir ki, bu yaklaşımdan daha doğal ne olabilir?..

Kainat, Ezeli ve Ebedi Değildir

Gökyüzü geceleyin karanlık olduğuna göre yıldızların sayısı sonsuz değildir, dolayısı ile evren de sonsuz olmayıp sınırlıdır; benzer biçimde yıldızların belli bir ömrü olduğu gibi evren de böyledir... Evrenin genişliyor olduğu artık kanıtlanmış bir gerçektir; geriye doğru gidilirse bu genişlemenin başlangıcına, dolayısı ile evrenin yaratılışına ulaşılacaktır... Demek ki evren ve madde ezeli olmayıp Allah tarafından yaratılmıştır; açıkçası inkarcı yaklaşımların hiçbir değeri yoktur...

Müslümanların Günümüzdeki Durumu

Bu konuda ayrıntılı olarak açıklamaya gitmeye hiç gerek yok, unutmayalım ki, çalışan kazanır... Müslümanlar yapmaları gerekenleri yapmadıkları için yeryüzündeki etkinliklerini yitirmektedirler... Bu durum karşıt görüşlüler tarafından kullanılsa da başlı başına bizim için bir kanıttır; evet, müslümanlar Allah’ın yasalarına uydukça ilerlemiş, bu yasalardan uzaklaştıkça gerilemişlerdir, günümüzde de sorun budur, bir hanım yazarın dediği gibi;

“Günümüz Müslümanları, doğru yolun eğri yolcularıdır... Yolcular eğrilmiş ise yolun suçu ne?”

Eğer müslümanlar eskiden olduğu gibi bilime ve dine önem verselerdi geri kalmaları için hiçbir neden yoktu... Günümüzde de bu iki güce yeterli düzeyde sarılmadıkça ilerleyebilmeleri mümkün değildir... Evet, Allah bize çalışmamızı buyuruyor, herkes çalıştığının karşılığını alacaktır...

Müslümanların günümüzdeki durumunu dinlerine bağlayan yanıltıcı bakış açısı bütün bireyleri etkileyecek olmasaydı yüce Allah müslüman olmayanlara çok daha büyük nimetler verirdi;

« Eğer bütün insanlar tek ümmet olma durumuna gelmiyecek olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını, üzerinde yükseldikleri merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve altın bezeklerle işlerdik. Bunların hepsi ancak dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret, Rabbinin katında O’na karşı gelmekten sakınanlaradır. » Zühruf, 33-35

Biz çeşmeden oldukça uzak duruyoruz ve ağzımızı açıp suyun gelmesini bekliyoruz... Oysa her işin bir yöntemi vardır, çalışmayan ekmek kazanamaz ki, ekmek bile yutkunmadan boğazdan geçmez... Öyleyse çalışacağız ve geçeceğiz, bunun başka yolu yok. (bir zamanlar onların yaptığı gibi!) Suçu kendimizden savmaya çalışmamız da bizi temize çıkarmaz...

« Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz. » Fatiha, 5

Günümüz müslümanları bu bilinci kazandıkları gün üstünlüğü yeniden ele geçireceklerdir... Evet, yalnız Allah’a kul olmak ve birlikten ayrılmamak; işte gerçek çözüm!..

« Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın... Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve kötülükten meneden bir topluluk bulunsun. İşte başarıya erişenler yalnız onlardır... Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. » Ali İmran, 103-105

Ne yazık ki, müslüman geçinen ülkelerin hiçbiri bu güzel buyrukları değerlendirmiyor...

« Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O’ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah’a güvensinler. » Ali İmran, 160

Durumumuz ortada olduğuna göre yüceler yücesi olan Allah bizleri yardımsız bırakmış, nedenini birlikte okuyalım; « Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür. Haksızlık yapanlara yönelmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur; sonra, yardım da göremezsiniz. » Tevbe, 112-113

Şunu da belirtmeliyim ki, biz önce kendimizi düzeltmeliyiz, iyi yönetilmeye değer olmadıkça iyi yöneticiler beklemek boşlukta yürümeye çalışmak kadar anlamsızdır...

« Bu, bir topluluk iyi gidişini değiştirmedikçe Allah’ın da verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden ve Allah’ın işiten, bilen olmasındandır. » Enfal, 53

« Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. » Rad, 13

Evet, biz kendimizi bozduğumuz için geriye düştük, düzelmediğimiz sürece ilerleyebilmemiz olanaksızdır... Doğru yol önümüzde iken biz hep yanlışı seçiyorsak, suçlu yalnız bizizdir, artık uyanalım... Hekimin verdiği reçete, uygulanmadıkça derman olamaz!..

“6 Gün” Ne Demektir?

« And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık. » Kaf, 38

Kimileri bu konuda anlamsız eleştirilere gitse de aslında gerçekten uzak bir şaşkınlık içindedirler, çünkü onlar bir konuda karar verirken sürekli genellemeci bir mantık taşımakta, olguları kendi gerçekliğiyle kavramayı ne düşünmekte ne de başarabilmektedirler... Onlara “Kuran’da gün kavramını açıklayın” deseniz aynı noktaya geleceklerdir fakat Kuran’ın kendine özgü sistemini bilmediklerinden veya bilmek istemediklerinden gerçeğe uzak yargılara varırlar...

Kuran’da yer ile göklerin “altı gün”de yaratıldığı belirtilir; peki bu altı gün bildiğimiz dünya günü müdür? Kuşkusuz bu sorunun yanıtı “hayır”dır... “Gün” sözcüğü, “çağ” veya “devir” anlamında kullanılmıştır; buna göre gökler ve yeryüzü altı devrede yaratılmıştır, zaten, yeryüzünün yaratılmadığı bir dönemde dünya gününden sözediliyor olamaz... Kaldı ki, dini metinlerin simgesel anlamlar içerdiği bilinen bir durumdur...

Kuran-ı Kerim’de “gün” deyimi bildiğimiz 24 saatlik dünya gününü belirtmek için kullanıldığı gibi, belirli bir zaman dilimini ya da çağı belirtmek için de kullanılmıştır... Örneğin 300 yıllık, 1000 yıllık, 50000 yıllık gün, kıyamet “gün”ü, ahiret “gün”ü gibi, ve hatta “bir an”lık zaman dilimi için bile!..

« O, Din Günü’nün sahibidir. » (Fatiha, 4); buradaki “Din Günü” kıyamet anlamına gelmektedir...

« İnkar edenlere, dünya hayatı güzel görünür, onlar, inananlarla alay ederler, oysa Allah’a karşı gelmekten sakınanlar “kıyamet gün”ü onların üstünde olacaklardır. » Bakara, 212

« Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile “gündüz”ün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiblerine şüphesiz deliller vardır. » Ali İmran, 190

« Mallarını insanlara gösteriş için harcayıp, Allah’a ve “ahiret günü”ne inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne fena arkadaşı vardır!.. » Nisa, 38

« Rabbinin katında “bir gün” sizin saydıklarınızdan “bin yıl” gibidir. » Hacc,47

« Gökten yere kadar, olan bütün işleri Allah düzenler, sonra, işler sizin sayınıza göre “bin yıl” kadar tutan “bir gün”de Ona yükselir. » Secde, 5

« Ona melekler ve Ruh (Cebrail) “elli bin yıl” tutarında “bir gün”de çıkarlar. » Mearic, 4

Burada hemen belirtmek gerekir ki Kuran zamanın göreceli olduğunu yüzyıllar öncesinden haber vermekle birlikte kimi inançsızlar sanki bir çelişki varmış gibi “bir gün bin yıl mı elli bin yıl mı?” gibi düşüncesizce sorular sorarlar, oysa bu ayetlerde farklı oluşumlardan sözedilmektedir ve bunların özne olan varlıklar açısından bir günlük değeri insanlara göre çok daha farklıdır... Örneğin bir bilimadamı “x gezegeninin bir günü 24 saat, y gezegeninin bir günü 48 saattir” dediğinde “bilimadamlarına göre bir gün 24 saat mi, 48 saat mi?” diye sormak anlamsızdır...

« De ki: “Söyleyin: Eğer Allah “gündüz”ü üzerinize kıyamete kadar uzatsa, Allah’tan başka hangi tanrı, içinde dinleneceğiniz geceyi size getirebilir? Görmez misiniz?” » Kasas, 72

« Esenlikle girin oraya. Bu “sonsuzluk günü”dür. » Kaf, 34

« O “her gün” (her an) bir iştedir. » Rahman, 29

Evet, gün söylemi kullanıldığı yere göre değişik anlamlara gelmektedir, açıkçası göreceli bir kavramdır; Kuran birçok kavrama kendisi yeniden tanımlama getirir ve buna göre onları kullanır, gün kavramı da böyledir ve bizatihi Kuran onun farklı anlamlarla kullanıldığına açıkça değinmektedir... Yine onun bu özelliği araştıranlar için çok güzel bir yön göstermedir çünkü zamanın göreli oluşu artık bilinen bir gerçektir; böylece Kuran’ın her çağın bireyine seslenme özelliği gözler önüne serilmektedir, sapan ya da saptıranların iddialarının tersine!...

Allah ve “Biz” Kavramı Üzerine

Yüce Allah Kuran-ı Kerim’de bazan çoğul konuşmaktadır; bunun nedeni birden çok Tanrı’nın bulunması değildir, kuşkusuz Allah tektir... Yalnızca konunun içeriğine göre sesleniş biçimini de değiştirmektedir; ne hep “Ben” biçimini kullanmaktadır, ne de hep “Biz” biçimini...

Aradaki fark ise şudur; Allah tekil olarak konuştuğu bölümlerde aracısız olarak kendisinden sözetmektedir, “Ben” diye seslendiği ayetler hep kendi zatıyla ilgilidir ve tevhid/birlik dersi verir... Örneğin;

« Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. » Bakara, 186 (Ayrıca bakınız: Taha, 14)

“Biz” diye seslenilen ayetlerde ise, genellikle arada başka varlıklar da bulunmaktadır. Allah o varlıkları onurlandırmak ya da tanıklıklarını dile getirmek için onları da belirterek “Biz” biçimini kullanır... Örneğin Kuran’ın indirilmesinde melek aracı olduğu için “Biz indirdik” buyurulur...

« İşte bunlar Allah’ın ayetleridir. Biz onları sana doğru olarak okuyoruz. Şüphesiz sen elçilerden birisin. » Bakara, 252

Ayrıca böyle çoğul bir kullanım “yüceltme” anlamını taşır... En güzel adlar kendisinin olan yüce Allah’ın bunların hepsini birden Biz biçiminde dile getirmesi oldukça güzeldir... Öte yandan bazan biz de böyle çoğul konuşabiliriz; “biz yaptık, geliyoruz işte” gibi... Evet, karşımızdaki kişiye bir saygı belirtisi olarak “siz” dediğimiz gibi, kendimizden de “biz” diye sözedebiliriz...

Konunun diğer bir boyutu da Allah’ın her şeyin sahibi ve mutlak hakimi olmasına karşın “Biz” diye seslenerek hepimizi alçakgönüllü olmaya ve bencillikten kurtulmaya çağırmasıdır... Evet, müslüman “bencil” değil, “bizcil” olmalıdır; bu yüzdendir ki Fatiha Suresi “Yalnız sana kulluk ederim” biçiminde değil, “Yalnız sana kulluk ederiz” biçiminde düzenlenmiştir, bu sözdeki özgürlük ve kardeşliği ise, ancak bir müslüman anlayabilir!..

Gerçek Kaynak Ne?

Her toplumda varolan bir-iki benzer inanç yüzünden genellemeci bir mantıkla vahyin Sümer medeniyetine dayandığını söylüyorlar; neden Sümer medeniyeti vahye dayanmasın? Geçmiş tanıktır ki, dinsel gelişim, yeni medeniyetlerin kaynağı olmuştur... Gerçekten de Sümercenin ve hatta Sümerlerin bilinmediği bir ortamda onların inançlarının alınabilmesi de olanaksızdır; bu durumda benzerlikler birbirinden alındığını değil ortak bir kaynaktan (vahiy) geldiklerini gösterir, tartışmasız olarak bu yaklaşım en mantıklısıdır... Kaldı ki, benzerlikler bir-iki konuyla sınırlı olup, “yaratılış” ve “tufan” gerçekleri bütün toplumlar tarafından bilinmektedir; demek ki bazı gerçekler değişikliğe uğramakla birlikte kuşaktan kuşağa aktarılmıştır... Benzer biçimde, birçok noktada aralarında farklılık bulunmakla birlikte Kitabı Mukaddes ile Kuran-ı Kerim’in benzerlikler taşıması Kuran’ın, Kitabı Mukaddes kaynaklı olduğunu göstermez; o dönemde hiçbir kutsal kitabın Arapça çevirisi bulunmuyordu... Kaldı ki, bu kitapların ortak kaynağı vahiy olduğundan aralarında benzerliklerin bulunması çok doğaldır...

Bir okuldan, aynı öğretmenden eğitim almış kişilerin benzer bilgileri dile getirmeleri birbirlerinden kopya çektiklerini değil, bilgi kaynaklarının tekliğini gösterir ve ne yazık ki birileri bu gerçeği çarpıtmaya kalkışmaktadır!.. Zaten, aralarında benzerlikler bulunmasaydı; “bunlar aynı kaynaktan gelmişse neden hiç uyuşmuyorlar?” denecekti, amaç inanmak veya gerçeğe ulaşmak olmadıktan sonra herşeye bir kılıf geçirilebilir!.. Öte yandan, Kuran diğerlerinden alınmış olsaydı aralarında çelişkiler bulunmaması gerekirdi; oysa Kuran ne onların çelişkilerini barındırır, ne bütün söylediklerini doğrular, ne de yanlışlarını benimser... Tersine bilimle çatışmaz, çelişki barındırmaz ve de yanlışlarını düzeltir...

Gerçekten de Kuran ve Hz.Muhammed gerçeğe öylesine bağlıdır ki örneğin hıristiyanların temel akidelerinden olan Hz.İsa’nın çarmıha gerilerek öldürülüşü inancını İslam açıkça reddeder, halbuki bunun aksine inanan veya böyle birşeyi iddia eden tek bir hıristiyan yoktur... Eğer kaynak onların kitapları olsa veya amaç uydurmalarla onları kendine çekmek olsa böyle bir yöntemin seçilmesi asla düşünülemezdi... Tersine onların bu konuda yanıldıkları ve kesin bir bilgiyle konuşmayıp zannın ardından gittikleri dile getirilmektedir, yapılan araştırmalar da Kuran’ı doğrulamaktadır çünkü onların bu konudaki inançları kesin bir bilgiye değil birbiriyle çelişkili ve şüphe uyandırıcı rivayetlere dayanmaktadır...

Evet Kuran, onların da inandıkları bazı elçilerin hayatından kendi gayesi gereği sözeder fakat bu anlatılanlar hiçbir biçimde onların anlatım veya inançları ile paralel değildir... Kaldı ki, Kuran’ın diğer bölümü, büyük bir kısmı, hiçbir kaynakta geçmeyen doğruları ne oluyor? Örneğin, evrenin genişlediği Hubble’dan mı öğrenildi?! Her temiz akıl ve vicdan sahibinin anlayacağı üzere bunlar boş ve saçma iddialardır...

Dinin Kaynağı

Başlangıçta doğal varlıklar tanrılaştırılmış değil, benzetmeler yoluyla Tanrı doğal varlıklarla özdeşleştirilmiştir... Dinsiz araştırmacılar bu gerçeğin tersini savunurlar; böyle olunca da, daha önceden varolması gereken bir “Tanrı” kavramının bulunması çelişkisini çözemezler!..

Evet, bir varlığı tanrılaştırabilmek için “Tanrı” kavramını bilmek gerekir... Sonuçta Dekart’ın şu sözünü ister istemez onaylamak durumunda kalırlar; “Tanrı kavramı ruhumuzda olan bir kavramdır. Biz almış değiliz, fakat bize verilmiştir”

İnsan “niçin” sorusuna hep bir yanıt aramıştır, bilim de bu soruyla karşı karşıya gelmek durumunda kalmıştır; yaşamak için gerekli kuralları ve niçinin yanıtını en iyi din verebilir... Dinlerinse yozlaştığı bilinen bir gerçektir; demek ki çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa değil, tektanrıcılıktan çoktanrıcılığa geçiş ve çeşitli varlıkların kutsallaştırılması sözkonusudur...

İbadet bir yaltaklanma değildir; kişinin ruh ve beden dünyasını düzenleyen ve yücelten davranışlar bütünüdür... Din, kurallarının varlığı nedeniyle çeşitli kurumların oluşturulmasında önemli bir etken olmuştur, böylece uygarlığın gelişimini sağlamıştır... Bütün yeniliklerin temelinde dinsel düşüncenin gelişimi yatar...

Yaşayan veya ölmüş kişilerin yüceltilmesi, cin veya meleklerin tanrılaştırılması, düzenin ve oluşun ay, yıldız, güneş gibi çeşitli varlıklara bağlanması, başkalarının tanrılarının benimsenmesi, özde varolan Allah sevgisi veya korkusunun diğer varlıklara kaydırılması, simgelerin gerçekle karıştırılması, varlıklarının kişileştirilerek tanrılaştırılması gibi nedenlerle Tevhid inancı bozulmuştur...

Çoktanrılı dinlerde baskın bir tek tanrının varlığı bilinmektedir, demek ki diğerleri sonradan uydurulmuştur; en büyük tanrı ise gerçek Tanrı’nın simgeleşmiş biçimidir... Müşrikler putlara “Allah’a yaklaşmakta bir aracı” olarak tapıyorlardı; demek ki özde bir “Allah” kavramı bulunmakla birlikte sonradan putlar türetilmiştir...

Günümüz ilkel toplumlarına bakılırsa onlarda da bir “aşkın varlık” kavramının bulunduğu görülecektir... Putlar, simgelerin gerçeğin yerini almasıyla oluşmuştur; sevilen kişiler veya Tanrı’nın sıfatları yanlış değerlendirilerek putlaştırılmıştır... Dahası, özde hep bir en büyük (tek) Tanrı inancı vardır; Hititlerin birçok tanrısı vardı ancak bunun nedeni başka milletlerin tanrılarını, dolayısıyla da putlarını almalarıydı, hatta onlara ait metinlerden anlaşıldığı kadarıyla bunu kendileri de bilmekteydi... Aslında Tanrı tektir; adı, sıfatları, simgeleri ve dolayısıyla da varsa putları farklıdır...

Yahudilikte Tanrı, doğu dinlerine göre daha az aşkındır fakat tektir, doğu dinlerinde ise Tanrı aşkındır fakat ortakları türetilmiştir ancak, kutsal metinleri bunların gerçek tanrı değil de ilahi kuvvetler olduğunu, özde bir ilk ve tek tanrı inancının bulunduğunu göstermektedir... Öte yandan, başlangıçta “Tevhid” inancına dayanan hristiyanlığın sonradan “üç tanrılı” bir inanca dönüştürülmesi de dinlerin nasıl yozlaştırıldığına çok güzel bir örnek ve kanıttır...

Kulluk korku nedeniyle bir yaltaklanma olarak değil, varlık borcunu ödeme veya Yaratıcıyla bağlantı kurma gibi amaçlarla ortaya çıkabilir... Evet, kişiler içyüzünü bilmedikleri veya korktukları çeşitli varlıkları tanrılaştırmış olabilirler ancak bu tür davranışlar genelleştirilemez... Kaldı ki, önceden bir “Tanrı” kavramının bulunması gerektiği belirtilmişti... İnsanlar korktukları için kulluk yapabilirler fakat asla ve asla korktukları için bir Tanrı’ya inanmazlar, dolayısı ile inancın nedeni korkuya dayandırılamaz, belki korkunun nedeni inanca bağlanabilir!..

Her yerde karşımıza çıkabilen tabiatperestler sizce doğadan korktukları için mi doğaya tanrısal nitelikleri veriyorlar?.. Evet, bunun bilgisizlik veya düşüncesizlik sonucu olduğu bir gerçek fakat bilgili olan da Allah’a ulaşıyor... Demek ki ne korku, ne de bilgisizlik Allah’a inanma sebebi değildir, O var olduğu için O’na inanılır... Tabiatçılık ilkel ve sapkın bir inançtır...

İnsanlığın atasının bir “adam” olarak algılanışı ve bu yönde bir arayışa girişilmesi materyalist yaklaşımların altında bile gizli bir inancın bulunduğunu göstermektedir; benzer biçimde, çoktanrılı dinler de tektanrılı inancın yozlaşmasıyla ortaya çıkmıştır... Günümüzün gelişmişliğine karşın dinden vazgeçilmiş değildir, bundan sonra da böyle olacaktır... Dinsiz bir toplum ise görülmüş değildir, demek ki din insanlık kadar eskidir, insanla birlikte başlamıştır ve de insanlık içindir...

Sonuçta bütün örnekler dinin çoktanrılılıktan tek tanrılılığa doğru bir evrim değil, tektanrı inancından çoktanrı inancına, yani tevhidden şirke doğru yozlaştığını göstermektedir...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:26 am

Dün olduğu gibi bugün de insanların büyük çoğunluğunun en azından hayatlarının belli bir döneminden sonra dine yönelmeleri, devasa bir teknolojinin hakim olduğu batılı ülkelerde her geçen gün “şeytana tapma, soğana tapma...” gibi yeni yeni iptidai dinlerin ortaya çıkması, insanların akın akın telepati, ruh çağırma, büyü, falcılık ve kehanet gibi hurafelerde doyum araması ve bütün bunların yanısıra, insanlığın sigorta, sendika, güçlü yönetim, holding, ortak savunma ve iktisadi işbirliği paktlarında güven ve gelecek garantisi peşinde koşması;

a) Dinin iptidai insanın zayıflığının bir mahsulü olduğu;
b) İptidai ve çok-tanrıcı dinlerin tarihin ilk dönemlerinde yaşamış iptidai insanlara ait olup, dinin de temelde insanla birlikte tekamül geçirdiği;
c) Dinin, yangın ve hayat sigortalarımızla, demiryollarımız ve buhar gemilerimizle resim ve heykel galerilerimizle zıtlık içerisinde olup, artık dine ihtiyaç kalmadığı iddialarını çürütmekte ve Batı’daki dinler tarihi çalışmalarının dayanak noktalarını da geçersiz kılmaktadır... (Ubeydullah Akyüz)

Düşünce Pınarı

“Karanlık kabirde bir gün yalnız kalacağın hiç aklına gelmez mi?” Yunus Emre

“Geçiyor bulut, geçen ömürdür...” Cahit Zarifoğlu

“İçin daraldığı zaman ölümü hatırla, genişlersin!..” Ömer Bin Abdülaziz

“Her insan ölecek yaştadır!” Cüneyd Suavi

“Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini kırıp geçirmektedir” İmam Gazali

“Kimse duymak istemeyenler kadar sağır olamaz” Maurice Henri

“Eğer bir insan, onun için yaşamını feda edebileceği bir şey bulamamışsa yaşamaya hak kazanmamıştır” M.L. King

“Diriliş olmasaydı yaşamak upuzun bir ölümdü!..” Cihad Zafer

“Yaşamak, her an yeniden yaratılmaktır...” Ali Suad

“Madem ki bu zenginlik senin, neden ahirete götürmüyorsun?” Franklin

“İyi hazırlan! Ölüm gelince sensiz dönmeyecektir...” Şakik-i Belhi

“Namaz, zamanın zekatıdır” Akif Cemil

“Hastalıklar, ölümü unutturmayan hakiki dostlardır” Mustafa Ramazanoğlu

“Bütün bilgiler içinde en faydalısı; bize nefsimiz hakkında en doğru fikirleri veren ve kendi kendimizi idare etmeyi öğreten bilgidir” Saint Ambroise

“Bilgi, önceden görme ve harekete geçme olanağını sağlar” İbni Haldun

“Hey gidi yükselenler hey, çukurlar sizi bekliyor” Hekimoğlu İsmail

“Ölümü yokluk görmek, ruhun ufkuna duvar örmektir” Ali Suad

“Zamana kusur buluruz, oysa zaman konuşacak olsa utanırız” İmam Şafii

“Amel ve ibadetleri boş vakit bulmaya bağlayıp tehir etmek nefsin aldatmasıdır” Hikem-i Atai

“Tertemiz olmaya çalışın; çünkü dünyaya bakacak pencere kendinizsiniz” Bernard Shaw

“Allah’ım, senden başka hiçbir şeyi olmayan ben, senden başka herşeyi olanlara acırım” Confucius

“Gününü gün edenler, sadece gününü dün ederler” Akif Cemil

“Ölüm bazan ceza, bazan bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur” Seneca

“Kundak bir gün öleceklerin sarıldığı kefen; kefen, bir gün doğacakların sarıldığı kundaktır. Karla kaplı yollar bahara gider” Selahaddin Şimşek

“(Bu Kuran) Sakınanları doğru yola götürücüdür” (2/3)

Neden sakınanlar için? Çünkü önyargılı yaklaşımlar kişiyi gerçekten uzak kılar... Kuran anlaşılmak için okunmalıdır, eksiklik bulmak için değil!.. Yoksa Kuran kendisini bize açmaz; biz kendi düşüncemizi okuruz ve gerçekten uzak kalırız... Din de zorlama yoktur; seçimini doğru yapan doğru yola götürülür... Bu nedenle Kuran herkes için doğru yolun rehberi olmakla birlikte ancak sakınanları doğru yola ulaştırır... Demek ki sonuç kişilerin iradesine bağlıdır, determinizm vb sözkonusu değildir, bu noktayı iyi kavramak gerekmektedir... Öte yandan bu özelliği ile sakınmasını bilen veya sakınan herkes mutlaka doğru yola ulaşabilecektir... Merhum Selahaddin Şimşek’in dediği gibi “Hidayet, ona doğru yürüyenlere koşar, yağmurdan kaçanların kuraktan yakınmaya hakları yoktur” Evet, o sakınanlar ki yüzeysel düşünmezler, öze inerler, yaratılışlarındaki bu farklılık ve üstünlüğü ortaya çıkarırlar...

Kendinizi Bile Kandırmayın!

« İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler vardır. Bunlar Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışırlar, oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değildirler » Bakara, 2/8-9

Evet, bu ayetler münafıklar hakkında inmiştir fakat davranışlarıyla münafıklardan hiçbir farkı kalmayan insanların bundan hiç mi payı yoktur?.. Öyleyse sormak gerek; yüce Allah neden Kuran-ı Kerim’de iman edenlere de “iman ediniz” buyuruyor? Bu demektir ki; imanınızın gereğini yapın, hakkıyla iman edin!.. Bir yandan faiz ile milletin parasını toplarken diğer yandan hayır kurumu yaptırmanın hiçbir önemi yoktur; siz Allah’ı kandırabileceğinizi mi sanıyorsunuz?! Yüz çiçeği yolup da onunu sulamak iyilik midir, kötülük mü?!

Neden olduğunuz şer kurumlarının sayısı gün geçtikçe artarken yaptığınız hayırların önemi kalır mı? Elinizdeki güç size haksızlık yapın diye verilmedi, siz emanetçisiniz, elinizdekinde fakirin, yoksulun, kimsesizin.. hakkı vardır; unutmayın ki kefenin cebi yok!.. En güzel örneğimiz olan Hz.Muhammed “sav” buyuruyor ki; “benim sizden esirgeyebileceğim hiçbir iyilik yoktur”... Peki siz ne durumdasınız?..

Yine bu konuda Hz.Mevlana’nın çok güzel bir sözü vardır; “Ne kadar zengin olursan ol ancak yiyebileceğin kadar bir miktar para yersin. Denize testiyi daldırsan bir testi kadar su alır, gerisi kalır” Evet, bu halinizle “nereye gidiyorsunuz?” Karun’un sonunu örnek alın; o belki doğrudan yerin dibine batırıldı ama siz de elbet birgün oraya gireceksiniz!.. İnsanlar kardeştirler, kardeşlerinize ihanet etmeyin!.. Bu, ayetin sadece bir bölümü... Peki, ya “çok şükür biz de müslümanız” deyip de dine-imana saldırmaktan geri kalmayanlar? Müslümanın müslümanca yaşamasına engel olanlar? Çıkar uğruna dinlerini satışa çıkaranlar? Din üzerinden geçim sağlamaya çalışanlar?.. Evet, “o insan çok cahil ve zalimdir”!.. Açgözlü olmasak dünya hepimize yetecek!..

Dicle’nin kıyısındaki koyunu bile düşünen yöneticiler nerede, bizimkiler nerede!.. Siz yöneticiliği çocuk oyuncağı mı sanıyorsunuz? Bütün yükü omuzlarınıza alma sorumluluğunu taşıyamıyorsanız o konumu düşünmeyin bile!.. Yöneticilerin yönetilmesi gereken bir ortamda, başıboşluk alıp başını gider!.. “Ben sizi kul, köle edinen bir hükümdar değilim. Ben de sizin gibi Allah’ın kuluyum. Aramızdaki fark, benim bir de yönetim yükünü taşıyor olmaklığımdır” Hz.Ömer

Bakıp Da Göremediklerimiz

Bu sayfalardaki resimlerin gerçeğinin olduğu dağlara, ırmaklara, deniz kıyılarına, ormanlara, göllere vb. gidin, gidin ve düşünün; bunları kim yaptı, kendiliğinden mi oldu, bu güzellikler neden gözlerimizin önüne serildi? Evet, düşünün ve o güzel Yaratıcıya ulaşın!.. O’nun sizi boşuna değil belli bir amaç için yarattığını kavrayın ve yaşamınızı buna göre düzenleyin... Bilin ki siz yalnızca para peşinde koşturmak, içki, sigara, uyuşturucu gibi alışkanlıklarla ömür tüketmek için yaratılmadınız!..

Kabuğunuzu kırın, tutsaklıklarınızdan kurtulun ve yaşamı O’nun istediği gibi yaşayın, sıradan bir canlı gibi değil!.. Farkınızı farkedin ve yaşamınızı da farklı kılın, O’nun yolunda sonsuz bir farklılığa ulaşın... Düşünmekten korkmayın, bilin ki dürüst düşünmek, sizi gerçeğe ulaştıracaktır; önünüzdeki tek engel sizsiniz, bakmasını bilene herşey O’nu gösterir, herşey kendi diliyle O’nu anlatır... Evet düşünün, bu resimler kendiliğinden çekilip buraya oturmadı, peki bunların aslı?!

Kuran Müslümanı

Kuran kültürünü hazm eden kişi, en gerçekçi ve en kuvvetli bir imana sahip olur... Kurani düşünceye sahip olan kişi, hem hür düşünebilir, hem de başkalarının hür düşünmesine tahammül edebilir... Her türlü taassuptan uzak olur. Dünya işlerinde de, din işlerinde de daima gerçekçi olur... Hurafelere, batıl düşüncelere, nifaki düşüncelere, fasıki hareketlere, küfri inanışlara, tağuti düşüncelere temelde karşı çıkar. Saçma inançlardan kesinlikle uzak olur...

Asla kendi benliğinden uzaklaşmaz, kendi toplumuna yabancılaşmaz, başkalarının düşünce ve davranışlarını taklit etmez... Kendisi için düşünür, yine kendisi için uygular. Başkalarının uydusu olmaz... İnsan ve cin şeytanlarına kapılmaz, kolay kolay yanılmaz ve aldanmaz... Sadece kendisi için değil, toplumu için yaşar... Her şeyi Allah rızası için düşünür ve yapar... Din ile dünyayı bir bütün olarak kabullenir ve bir bütün olarak yaşar, yaşamaya çalışır, din-dünya ayrımı yapmaz...

Müsamahakar olur. Başkalarının düşünce ve davranışlarına karşı toleranslı olur... İnançlara baskı yapmaz. Sadece İslam’ı tanıtır. Kimseyi kendi çizgisine gelmeye zorlamaz... Kendisine güvenir. Moral gücü daima yüksek olur... Geniş bir hayal gücüne sahip olur... Hakkı batıldan, doğruyu eğriden, günahı sevaptan, kolaylıkla ayırabilir. Kolay kolay batıla saplanmaz... Daima doğru yolda bulunur... Devamlı Allah’ı zikir halinde olur ve zikrin gerçeğine ulaşır... (Yunus Vehbi Yavuz)

Kolaysa Dene, Olabiliyorsa Yap!..

Yüceler yücesi olan Allah’ın bizler için gönderdiği kelamı olan Kuran-ı Kerim’i Hz.Muhammed’in kendiliğinden ortaya koymuş olduğunu savunabilen her türlü düşüncesize, ben de doğrudan Kuran-ı Kerim’den alarak ilhamımı meydan okuyorum, eğer sözünde “samimi” isen;

Sen de uydur, sen de düşün, sen de bilgi topla, sen de bilinmeyen geçmiş ve gelecekten sözet, sen de gizli olanı ortaya dök, sen de mağaraya git, sen de araştır, sen de kendi kendinin bilgi kaynağı ol, sen de hastalan, sen de düşlerini dile getir, sen de atıver, sen de benzersiz bir söz söyle, sen de alışveriş yaptığın kişilerden esinlen, sen de uzmanların uzmanı ol, sen de çağlara ışık tut, sen de kapkara bir toplumu aklaştır, sen de bütün kötü alışkanlıkları ortadan kaldır!..

Sen de gelmiş geçmiş en güvenilir kişi ol, sen de söylediklerini en güzel bir biçimde yaşa, sen de sana sorulan bütün sorulara bir yanıt getir, sen de mucize göster, sen de eskimez görüşlerle ortaya çık, sen de gelişini çok önceden bildiren kanıtlar bulundur, sen de bütün bireyleri koruma altına alıp özgürce ve inandıkları gibi yaşamalarını sağla, sen de bütünüyle sana karşıt olan kişilerin arasında söylemlerini savun, sen de hiçbir ödün verme, sen de doğru bildiğin yoldan şaşma!..

Sen de “en güzel örnek” ve en olgun bir kişilik özelliklerini taşıyıp hiç değişme, sen de söylediklerini kanıtlayabil, sen de kendini ve diğerlerini kandır, sen de yalan ve dolana başvur, sen de kendi çıkar ve isteklerinin peşinden koştur, sen de ölümle burun buruna yaşa, sen de ömrünün son deminde hiç kimsenin ulaşamayacağı bir başarı elde et!..

Bu üstünlüğün, bu eşsizliğin, bu benzersizliğin kaynağını neye dayandırıyorsan onu dene, açıkça meydan okunuyor sana, nasıl yaparsan yap, kimden yardım alırsan al da bir benzerini getir, eğer yapamıyorsan - ki yapamayacaksın, hiç kimse de yapamadı! - doğruluğunu kabul et, anla ki bu kitap “beşerüstü” bir kitap, o Allah’ın kelamı ve Hz.Muhammed de Allah’ın Resulü!.. Yok bile bile inkar etmeyi sürdüreceksen şunu da çok iyi bil ki; kendi düşen ağlamaz!..

***

« Senin için “Onu uydurdu” diyorlar, öyle mi? De ki: “Öyleyse onun surelerine benzer uydurma on sure meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah’tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın”

Söylediğinizi yapamazlarsa, bilin ki o, ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka tanrı yoktur, artık müslümansınız değil mi? » Hud, 13-14

***

“Şeytan hiç kimseye, Kuran’ın beşer sözü olduğunu ispat ederek onu inkar ettirmiş değildir. Onun bütün yaptığı, Kuran’ı hak kitap olarak kabul etmekten “alıkoymaktır”. Bunun için de herkes için degişik sebepleri kullanır” Ümit Şimşek

Düşünce Pınarı

“İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbinize olsun” Abdülkadir Geylani

“Sevgide inanmak ve inanmakta görmek var” Necib Fazıl

“Akıl maddeyi, kalb manayı fetih içindir” Muhammed İkbal

“Yeryüzünde en ilgi çekici olay; bunca kavga ve düşünce karmaşasına rağmen Kuran’ın hala tazeliğini korumasıdır” Bernard Shaw

“Allah’ın nuru ancak O’nu arayanların kalbine doğar” Cecil Hamar

“Olgunluk günahtan sakınmaktır” İsmail Çetin

“Her ayet, bir formül, bir kanun, bir denklemdir. Nasıl ki bir fizik formülü ile yüzlerce problem çözülürse, ayetlerin manası da, uygulama sahası da öylesine geniştir” Hekimoğlu İsmail

“Madem ki bu zenginlik senin, neden ahirete götürmüyorsun?” Franklin

“Hangi sofraya oturduysam rızkı veren Allah idi” Hafız-ı Şirazi

“Allah’ın gözünde insanların en iyisi ol, kendi gözünde en kötüsü ol, insanların gözünde onlardan biri gibi ol” Hz.Ali

“Kişi insanlar arasında kendisinden daha kötü kimse bulunduğuna inandıkça, gururlu demektir” Bayezid-i Bistami

“Rabbini bilen, haddini bilir” Ali Suad

“Servet çoklarını yoksullaştırmıştır. En acınacak fakir, kalbini kasasına kitleyen zengindir” Selahaddin Şimşek

“Bilim, yeryüzünde hayatın kökeni sorusuna dair tatminkar bir cevaba sahip değildir. Belki de hayat bir mucizedir” Robert Jastrou

“Yalancı, Allah’a karşı kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir” Francis Bacon

“Bana filozofların değil, elçilerin haber verdiği Allah gerek” Pascal

“Şunu iddia ediyorum ki, Allah’ı arama yolunda ilmin, dinin disiplini altında sunduğu imkanlar en güvenilir olanıdır” Paul Davies

“Ancak Allah’a inandığım zaman, yaşadığımı anladım” Tolstoy

“İlim olsa olsa materyalizm ile çatışabilir, ama dinle değil” Roger Sperry

“Din yüzünden gerilemedik, tersine gerilediğimiz için dinden ayrıldık” Peyami Safa

“İslam akıl ve mantık dinidir ancak akıl ve mantıktan doğmamıştır” E.Şenlikoğlu

“Dünya için bir tek din seçmek gerekirse, bu muhakkak İslam dini olacaktır” Bernard Shaw

Kuran-ı Kerim Korunmuştur

Bu eşsiz kitap doğrudan Allah’ın koruması altında bize ulaşmış bulunmakla birlikte kimileri bu konuda çeşitli şüpheler ortaya atarak hem kendilerini, hem de başkalarını kandırmaya çalışmaktadırlar... Öyleyse bu konuya bir açıklama getirmek yerinde olacaktır; Hz.Muhammed kendisine indirilen vahiyleri, bu iş için özel olarak görevlendirilmiş “vahiy katipleri”ne yazdırıyordu, ayrıca indirilen ayetlerin ezberlenmesini de sağlıyordu...

Böylece Ona bildirilenler yazılı ve sözlü olarak koruma altına alınıyordu, dahası bütün topluma yayılıyordu... Hz.Ömer’in müslüman oluşu hatırlanırsa, daha ilk dönemlerden başlayan yazılı bir geleneğin bulunduğu görülecektir... Evet, en baştan beri Kuran’ın hem yazılı, hem de ezber olarak saklanması geleneği vardı...

* Kuran-ı Kerim’i değiştirmeye kalkan kişi Kuran’a inanmıyor demektir... Bu konudaki Kuran ayetleri de son derece şiddetlidir, değil yapmak bir müslüman bunu düşünemez bile... Kaldı ki, Kuran için herşeylerini feda eden insanlardan böyle bir davranış beklemek şaşkınlıktır... Dolayısı ile bu tür bir sav hem “saçma”lık, hem “gerçekdışı”lık, hem de “iftira” niteliklerini taşımaktan öteye gidemez...

* Kuran değiştirilemez; bunu Kuran’ı inceleyen herkes anlayabilir ve geçmiş bu gerçeğin tanıklığıyla doludur; demek ki o kişiler de isteseler bile Kuran’ı değiştiremezlerdi... Kaldı ki bu müşriklerce denenip de başarılamamış bir olaydır... Hz.Muhammed’in sözleri bile Kuran düzeyinin çok çok altındadır, ona ulaşabilecek hiçbir söz bulunmamaktadır...

* Kuran bütün dönemler için yazılı ve sözlu tevatürle bize ulaşmış olup, “tevatür” yalan söylemelerine olanak bulunmayan son derece güvenilir ve çok sayıda kişinin aynı gerçeği dile getirmeleri demektir... İman, yaşanandır... İnançsızlar bunu anlayamazlar fakat biz müslümanların, imanı dolu dolu yaşayıp da her çağa örnek olan o yüce insanlardan kuşku duymamız olacak iş değildir...

* Aslında hiçbir konuya girmeyip yalnızca edebi açıdan Kuran’ı incelemek bile bunun böyle olduğunu kanıtlamaya yeter... Tek harfinin veya kelimesinin değişmesi bile anlamın değişmesi ve bunun derhal farkedilmesi demektir (düz yoldaki çukurlar gibi!) Kendi içmusikisi bulunan ve böylece okunan tek nesirdir, baştan sona böyledir... Gerçekten de onun benzerini getirmek mümkün değildir ve azıcık dilden anlayıp da inadını bir tarafa bırakan herkes bu gerçeği teslim eder...

* Kuran öğrenimine ve öğretimine teşvik eden sayısız hadis bulunmaktadır; Ashab’ın Hz.Muhammed’in isteklerine kayıtsız kalması düşünülemez... Zaten, Araplar sözün güzelini ezberleyen insanlardı; bu bir gelenek olarak vardı... Kuran-ı Kerim’i ezberlemek ise çok kolay olduğu gibi, onu ezberde tutmak da böyledir...

* Eskilerden günümüze destan, masal, efsane, şiir, atasözü, mani, özdeyiş gibi sayısız belge ulaşmıştır ve Arap şairlerinin şiirleri de bunların içindedir... Böyle bir durum karşısında Kuran gibi benzersiz bir kitabın ulaşamayacağını kim ve nasıl savunabilir? Her açıdan diğerlerinden üstün olduğundan bu konuda şüpheye düşmek yersizdir...

* Asr-ı Saadet’te yazılmış olan mushaflar elimizde bulunduğu gibi, bunların aralarında da hiçbir farklılık yoktur... Yeryüzündeki bütün Kuran yazmalarının aynı olması ortak bir ilk yazmadan geldiklerini açıkça kanıtlamaktadır... Zaten, son derece ölçülü ve benzersiz bir kitabın değiştirilebilmesi olanaksızdır; kaldı ki, böyle bir iş olacak da hiç kimse ses çıkarmayacak, mümkün mü?.. Ayrıca, böyle bir olayın bırakın gerçekten olmasını, düşünülmesini bile gerektirebilecek hiçbir neden yoktur!..

* Bütün bu kanıtları bir tarafa koyarak soruyorum; siz olsanız böyle bir işe kalkışır mıydınız? Kalkışsanız bile bunu başarabilir miydiniz? Örneğin, İstiklal Marşı’nı düşünün; kim onu değiştirmek ister veya bunu düşünür? Bu işi Mehmed Akif’in en yakın arkadaşları yapar mı, mümkün mü? Diyelim ki birisi bunu yaptı, hemencecik farkedilmez mi? Evet, mantıklı olmak gerek!..

* Yukarıdaki soruya iki türlü yanıt verilebilir; “hayır” denilerek inananların, kendilerini Kuran için feda eden insanların böyle bir olayı düşünemeyeceği bile onaylanıyorsa olay bitmiştir, birileri istedikleri kadar kendi bataklıklarında çırpınıp dursunlar!.. “Evet” deniyorsa tartışmasız olarak yalan söyleniyordur veya o yüce insanların da kendileri gibi sahtekar olduğu sanılıyordur; artık böyleleriyle tartışmak gereksizdir, hiçbir anlamı yoktur... « “Allah” de. Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar! » (En’am, 91)

* Gelelim o dönemden günümüze kadar ulaşan geleneklere ki, bu konuda hiçbir kuşkunun yeri olmadığı iyice anlaşılsın... Evet, günümüze kadar ulaşan geleneklerden birisi, önemli bir sünnet olan teravih namazıdır; Hz.Muhammed bu namazda bütün Kuran’ı baştan sona okurdu, günümüzde de bu sünnet devam ettirilmektedir... Özetlemek gerekirse, Kuran-ı Kerim’in bizlere ulaşmasını sağlayan belli başlı gelenekleri şöylece sıralayabiliriz; hafızlık (Ashab-ı Suffa ile başlayan Kuran öğrenimi ve öğretimi), ezberleme, namazlarda okuma, her ramazanda yapılan “mukabele” ve kılınan teravih namazı, icazetname, hatim indirme... Anlaşılacağı üzere; Kuran-ı Kerim bizlere hem yazılı, hem sözlü, hem de fiili olarak ulaştırılmıştır, bu konuda hiçbir kuşkuya yer yoktur...

« Doğrusu o zikri (Kuran’ı) Biz indirdik, ve hiç kuşkusuz ki onun koruyucusu da Biziz » Hicr, 9

Şüphe Uyandırmaya Çalışıp Ancak Kendilerini Kandıran Zavallılar

Vahyi inkar eden çoktur. Fakat “Kuran, Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği kitap değildir” diyen çıkmamıştır. Çünkü böyle bir iddiaya akıl manidir, objektif deliller manidir. Nedir bu derginin iddiası? Şudur: Hz.Ebubekir zamanında tedvin edilen mushaf, sonradan yok edildi ve tahrifat yapıldı!

Vermek istediği görüntü, derginin kapağıyla, takdimiyle böyledir. Fakat naklettiği yetersiz bilgiler dahi, kendi iddiasını cerhetmeye kafidir! Bilmiyor ki, kullanmaya çalıştığı bilgilerin mahiyetini! Öylesine zavallı, öylesine nasipsiz... Bazı bilgiler ise tamamen çarpıtma ve uydurma. Önce hakikati özetleyelim;

Peygamberimiz, vahyolunan her ayeti vahiy katiplerine yazdırmıştır. Tek nüsha halinde de yazdırmamıştır. Berrak ve sabit yazılışı tahakkuk ettirene kadar yazdırmıştır... Sonra, yazdırdığını okutmuş, kontrol etmiştir. Ayetler hurma dalı, taş, kemik, ağaç kabuğu üzerine yazılır; halin şartlarına göre yazı malzemesi iyi cinsten olmamışsa, ilk fırsatta yeniden yazılırdı...

Diğer mahfuziyet müessesesi, “ezberleme” idi. Ayetler birçok sahabi tarafından ezberleniyordu... Peygamberimiz ayetlerin tertibiyle bizzat ve muntazaman meşgul oluyordu. Öldüğünde ise durum şuydu;

Her ayet muntazaman ve mükerrem yazılmış. Yazanlar sağ... Ayetler, tertib tarzı işaretlenmiş. Vahiy katipleri ve ashab-ı kiram biliyor. Hepsi sağ... Ayetler yüzlerce, binlerce sahabi tarafından ezberlenmiş. Bütün ayetleri birden ezberlemiş olanlar da mevcut. Hepsi sağ...

Sonra, Hz.Ebubekir zamanında toplama (tedvin) kararı veriliyor. Hz.Zeyd ile bir heyet vazifeleniyor. Peygamberin huzurunda yazılmış olan sayfalar bir araya getiriliyor. Dikkat edilsin; bilinmeyeni topluyor değiller, bilinenlerin yazılısını topluyorlar. Hem de en yüksek itinayla ve hassasiyetle... Ve “mushaf” meydana gelmiş oluyor. Yazanların, yazılı metinlerin, ezberleyenlerin tam tesbit, teyid ve ittifakıyla. Bu mushaf, önce Hz.Ebubekir’in, sonra Hz.Ömer’in, sonra Hz.Hafsa’nın yanında bulunuyor.

Yine dikkatinizi çekiyorum: o mushaf, o zaman maddeten yok edilse ne olacaktı? Hiçbir şey. Aynen bir daha tedvin edilirdi. Peygamberimiz, bıraktığını öyle bırakmış; öylesine bir tesbit, usul ve talimiyle bırakmış.

Sonra Hz.Osman, çeşitli diyarlardaki kıraat farklılıkları kendisine anlatılınca; asli ve mahfuz mevcudiyetin, mushafları çoğaltarak bu kıraat farklarını da ortadan kaldırıcı bir sıhhatle yayılması lüzumuna inanıyor.

Hz.Zeyd, vazifeliler arasında... Hemen Hz.Hafsa’daki “mushaf” isteniyor değil... Yukarıda belirttim; mahfuziyet şartları zengin ve güçlü. Hz.Zeyd başkanlığındaki heyet çalışmalarını bitiriyor ve “mushaf” tamamlanıyor. Hz.Zeyd diyor ki; “defalarca tetkik ettim, eksik yoktu”

Buna rağmen Hz.Osman, bir de Hz.Hafsa’daki mushafın gösterilmesini ve karşılaştırılmasını istiyor. Hz.Hafsa’daki mushaf emaneten alınıyor ve karşılaştırma yapılınca tam bir ayniyetin varlığı müşahede ediliyor, Hz.Osman pek memnun bir halde Hz.Hafsa’nın mushafını geri veriyor. Böylece tedvin edilmiş mushaf çoğaltılıyor ve birer nüshası çeşitli merkezlere gönderiliyor.

Bu Hakikat Tablosu karşısında ne dayanır? O derginin zihniyetine sahip olanlar; değil öyle zavallıca davranarak, şeytani kurnazlığın en uzmancasını sergileyebilen heyetler teşkil ederek dahi, bir tek istismar zerresi bulamazlar... Çaresizlikten çırpınıyorlar, çırpındıkça batacaklar. İslam’ı tahrip etmek isteyen, harap olmaktan kurtulamaz... (Dünya İslam’a Muhtaç, Ahmed Selim, Timaş)

Kötüyü yaratmak kötü mü?

İslama göre hayrı, iyiyi, güzeli yaratan da Allah'tır, şerri, kötüyü, çirkini yaratan da. “Allah kötüyü nasıl yaratır?” diyenler var. Güya bunlar, şerri yaratma fiilini Rabbimize yakıştıramıyorlar.

“Şerri Allah yaratmıyor” diyenlere hemen soralım: Allah yaratmıyorsa, kim yaratıyor?

Bu soruya verilecek her cevapta şirk kokusu var. Yaratmak, Allah'a mahsustur ve O'nun eşi, benzeri, yardımcısı, ortağı yoktur. Bu, meselenin bir yüzü.

Bir de konunun imtihan yönü var. Eğer Allah, sadece hayrı yaratsaydı, şer hiç olmazdı. O zaman imtihanın da bir manası kalmazdı. Harama girmek, günah işlemek, inkar etmek mümkün olmazdı. Herkes mecburen melek gibi olurdu.

Oysa Rabbimizin muradı bu değil. O, kulun kendi isteğiyle hayra yönelmesini arzu ediyor. Bu sebeple, kul iradesiyle neyi tercih ederse onu yaratıyor.

Mesela, ayaklarla camiye de gidilir, meyhaneye de. Birincisi hayır, ikincisi şerdir. Allah, kulun dileğine göre yaratır. Meyhaneye yönelen ayaklar taş kesilseydi, harama meyleden gözler kör olsaydı, ibadet etmeyenler belli bir hastalığa yakalansaydı kulun iradesi kalmazdı.

Şu halde, iyilerle kötüleri ayırmak için, hayrın yanında şerri de yaratmak hikmetin ta kendisidir...

“Allah şerri yaratmaz” sözü Allah'ın şanını tenzih değil, tenzildir. Çünkü, Allah'ın, hayrın yanında şerri de yaratması azametinin gereğidir. Nasıl ki, bir ressam, güzel cisimlerin resmini gayet iyi yapsa, ama çirkin suretleri yapamasaydı, bir noksanlık olurdu.

Kötülükleri yaratma konusuna da bu misalle bakılabilir... Kaldı ki, şerri yaratmak değil, işlemek şerdir.

Zulüm mü?

Bazı insanlar zengin, güzel ve sıhhatli doğarlar, bazıları da fakir, çirkin ve sakat. Bunlar “ızdıdari kader”in konusudur. Bu farkı bahane ederek zulümden söz edenler duyarız. Halbuki, zulüm bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allah'ta hiçbir hakkı yoktur. O, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.

Bize düşen, verilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler, kulun denenmesi içindir. Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa gitmeyen durumlar birer imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen nimetlere şükür, mahrum kaldığına sabır ile mi karşılık verecek?

Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkanına gelen iki fakire, sırf merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor. Birine gömlek ve pantolon giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile palto hediye etti. Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti, öbür adama fazla verdi” diyebilir mi? Derse, bu sözü edepsizlik olmaz mı?

Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, tükenmez hazinesinden nimetler veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz gıdayı yaratan O. Çalışmadık, kazanmadık, hak etmedik. O, sırf lütfundan dolayı ikram ediyor. Eksik alan sabrederse ebedi nimetler kazanacak.

Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret... Az nimetlenen kul, birinci adam gibi asi olur, “zulüm” derse, edepsizlik eder. Vazifesi verilene şükretmektir. Aksi halde azaba davetiye çıkarır.

Allah, her işinde adildir, asla zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir hatanın sonucudur veya imtihanın ürünüdür.

Evi yanan kişi, kadere dil uzatmadan önce, bildiği bir sebep yoksa bile, yine suçu kendisinde arasın. Belki bir insanın kalbini kırmıştır! Ev yakan suç işler, ama kader adalet eder!

Kader Güzeldir

Çirkin isteklerimizle karıştırmasak, bozmasak, yıkmasak kaderin her şeyi ne kadar güzel! Dıştan çirkin gibi görünenler var, ama onların da sonuçları güzel. Kışın soğuğu, kar fırtınası olmasa, baharın çiçeğini, yaprağını, kelebeğini görebilir miydik?

Dünyaya gelmeden önceki halimizi düşünelim bir an. Ana rahminde her fiili kabul eden bir et parçasıydık. Dünyayı tanımıyor, nelere ihtiyacımız olduğunu bilmiyorduk. Kendimizden bile haberimiz yoktu.

Eğer söz anlayacak bir kabiliyete sahip olsaydık da, bize, “Kendine lazım olan uzuvları seç ve yaşayacağın alemin nasıl olmasını istiyorsan söyle” denseydi ne yapardık?

Sanıyorum, her şeyden önce el, ayak, burun, kulak gibi zaruri organlarımızı almazdık. Çünkü, anne karnındayken bunlara hiç ihtiyacımız yoktu. Gözü lüzumsuz iki delik, saçı gereksiz bir kalabalık, bacağı, rahatsız edici bir uzantı zanneder, kabul etmezdik

Kuracağımız dünyada ne suya, ne toprağa, ne güneşe, ne havaya, ne bitkilere, ne de hayvanlara yer verirdik. Bunlar da bizim için bazı manasız kelimelerden ibaretti.

Fakat kaderimizi takdir eden Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, bizi kendi halimize bırakmadı. Sınırsız ilmiyle, hayatımız için gerekli şeyleri planladı ve yarattı. Kainat bize uygun, biz de kainata.

Şimdi dünyadayız. Bir süre sonra ahirete gidecek, orada yaşayacağız. O alemde bize gerekenler buradan alınacak. Gül veya ateş, elmas veya kömür, ibadet veya isyan... Seçme işi bize bırakılmış. İsteyen istediğini alabilir.

İman ve ibadetin bu dünyada maddi bir karşılığı yok, nitekim organlarımızın da ana rahminde ne işe yaradığı belli değildi. İman ve ibadetin faydalarını asıl öbür dünyada anlayacağız. İkinci hayatta mükemmel olmanın yolu, bu dünyadaki amellerimize bağlı.

Kader, güzeldir. Perde arkasını görebildiğimiz oranda anlıyoruz bunu. Madem ilahi takdirin sırlarını anlamaktan aciziz, şu halde Allah'a teslim olalım.

O, “neylerse güzel eyler”; başımıza zahiren çirkin bir hal gelirse, bilelim ki, ya bizim hayatımızdan dolayıdır veya imtihan içindir.

Çirkinlik bize, güzellik kadere ait (Kulluğum Sultanlığımdır, Ömer Sevinçgül)

Kader ve Kaza

Kader; yüce Allah’ın olacakları önceden bilip yazmasına, kaza ise bu yazılanların gerçekleşmesine denir... Ancak alınyazısı olarak nitelenen kader bizim elimizi kolumuzu bağlamış değildir... Kuşkusuz Allah’ın bilgisi dışında hiçbir şey yoktur, bundan dolayı O’nun (bizim için bir boyut olan) geleceği de bilip yazması kanıksanacak bir durum değildir...

Allah bildiğini yaratmasaydı, hiçbirşey yaratmaması gerekirdi... Demek ki “bilmek yaratmaya engel değildir”; tıpkı bizim, sonucunu bile bile birçok davranışta bulunmamız gibi... Burada önemsenmesi gereken ayrıntı şudur; alınyazımız ve bütün diğer olaylar Allah bildiği için gerçekleşmez, gerçekleşeceği için Allah bilir...

Örneğin bilim adamlarının ayın tutulacağını bilip yazmaları ya da bizim yarın güneşin doğacağını bilmemiz ayın tutulmasını veya güneşin doğmasını gerektirmez, bu olaylar gerçekleşeceği için biz biliyoruz, bildiğimiz için gerçekleşmiyorlar; malum ilme değil, ilim maluma tabidir...

Evet, önceden bilinmeleri onları etkilemiyor; aynı biçimde Yaratıcımız sonsuz bilgisi ile bizim ne yapacağımızı bilip yazmış... Biz de kendi başımıza yeryüzü uzayında iyilikler ve kötülükler arasında dönüp duruyoruz... Ne zaman kötülüğe, ne zaman iyiliğe tutulacağımız bizce bilinmez ama elimizde olan bir durum... Bu noktada kişisel istencimize (cüz'i irade) değinmek istiyorum;

Evet, hepimizin belli bir yapabilirlik gücü var ancak bu sınırsız değil... Aklımız bütün konuları algılayamadığı gibi istencimiz ve gücümüz de bütün istediklerimizi yapabilmemize yetmiyor... Bu yetersizlik nedeniyle aklımızı yok sayamayacağımız gibi, istencimizi de yok sayamayız... Kişisel istencimizin varlığını gösteren kanıtlara geçmeden önce tersini savunabilecek olanlara şu konuları anımsatmak isterim;

Eğer kişiler (soluk alma, acıkmak, uyumak gibi istekdışı durumların ötesinde) yaptıklarını kendi istekleri dışında yapıyor olsalardı, suç işleyenler cezalandırılmazdı... Dini inanca göre de insanlara cennet ile cehennem seçenekleri sunulmaz, en kötüsü iyi ile kötüyü ayırabilen AKIL verilmezdi...

Eğer yaptıklarımız zorlama ile, doğrudan Yaratıcı’nın etkisiyle olsaydı (ki, O’nun iradesi bizim üstümüzdedir ve bize belli ölçüde özgürlük tanımıştır) aramızda fark kalmazdı, gelmiş geçmiş bunca bireyin övülmesi ya da yerilmesi anlamsız olurdu ki, bunun mantıklı bir tarafı yoktur...

Kişinin usu (akıl), istenci (irade) ve düşünebilme yeteneği vardır; siz elinizi ateşe sokup sokmamanın doğruluğuna karar verebilirsiniz. Kişi, bu karar verebilme gücü olduğu için yaptıklarından sorumludur... Kişiye gücünün yettiğinden fazlası da yüklenmiş değildir...

Evet, Allah’ın bilip yazmasıyla kader, bizim dilememiz ve Allah’ın kendi dilediğine göre yaratmasıyla da kaza oluşur... Bu noktada gördüğümüz düşlerin de alınyazısının kanıtlarından birisi olduğunu belirtmek istiyorum... Gelecekle ilgili gördüğümüz düşlerin (rüya) bazan bütünü bazan da belli bir bölümü (rüyanın doğruluğuna göre) gerçekleşir, bu da alınyazımızın önceden bilinip yazıldığını çok açık bir biçimde göstermektedir... Kuran’ın ve Hz.Muhammed’in bizlere bildirdiği gelecekle ilgili bilgilerin olduğu gibi çıkması da kaderin varlığını kanıtlamaktadır; eğer kader olmasaydı, bunlar nereden bilinecekti? Şimdi de konunun diğer boyutuna gelelim, işte cüz’i irademizin varlığını kanıtlayan birkaç gerçek;

Kişisel İstencin (Cüz’i İradenin) Varlığını Kanıtlayan Olaylar

1. Hepimiz davranışlarımızda özgürüz, yaptıklarımızı istencimizle yaparız... Örneğin yemek yemek ya da yememek, kitap okumak ya da okumamak, yürümek ya da oturmak gibi davranışları istediğimiz anda yapabilmemiz, alınyazısıyla bağlı olmadığımızı açıkça göstermektedir. Evet, istediğimiz gibi elimizi, kolumuzu, ayağımızı hareket ettirebiliyoruz, zincirlerle bağlanmış değiliz...

2. Yaptığımız yanlışlardan üzüntü duymamız, ya da yanlıştan geri dönebilmemiz de kişisel istencimizin varlığını kanıtlamaktadır... Eğer zorla yapıyorsak, ne diye üzülelim ki? Yani pişmanlık duygusu insanın irade sahibi bir varlık olduğunun kanıtıdır...

3. Birisi bizi bir yere çağırdığında gidip gitmemeye kendimiz karar veririz... Doğamız gereği de iyi yerlere gitmeyi yeğleriz... Peki bu seçimi bizden başkası mı yapıyor?..

4. Suç işleyen kişilere “sen bu işi kendi isteğinle yapmadın, zorla yaptırıldın” denilebilir mi? Ya da suç işlediğimizde “ne yapayım, kaderimde varmış" diyebilir miyiz?.. Evet, herkesin doğru ile yanlışı seçme özgürlüğü ve dolayısıyla da sorumluluğu vardır...

5. Dinimize göre akıllı kişiler sorumludurlar, delilerse sorumsuzdur; peki bizi onlardan ayıran, akıllılığın gereği olan nedir? Seçim olanağı sağlaması değil mi? Evet, düşünce ve aklın, istek ve iradenin varlığına karşı çıkmak hiç de akıllıca bir davranış olmayacaktır ki, bu karşı çıkma olasılığı bile özgür irademizin bulunduğunu gösterir...

Evet, “nasılsa acıkacağım öyleyse yemeyeyim” görüşü gibi, “nasılsa ne yapacağım biliniyor, öyleyse oturayım” denemez... Böyle diyen kişi, kendi aklını ve yapabilme gücünü inkar ediyor demektir... Ayrıca bu açıdan bakarsak her şeyi bilen Allah’ın hiçbirşeyi yaratmaması gerekirdi ki, bu da olacak iş değildir...

“Bildiğini yapmaya ne gerek var?” diyen kişinin kendisi bile sonucunu bildiği nice işleri belki de onlarca, yüzlerce kez tekrarlarken, “Allah sonunu biliyorsa neden yaratıyor?” diyebilmektedir!.. Oysa varlık nedenimiz yalnızca sınanmak değildir, sınav ise insanın yeteneklerinin ortaya çıkması ve hayatının olgunlaştırılması içindir...

Son olarak şunu belirteyim; seçici biz olmamıza karşın yaratan Allah'tır... Bu noktada dilerse yaratmaya da bilir... Bu yüzden O'nun istenci ve dilemesi kuşkusuz bizim üzerimizdedir ancak bizi hiçbir zaman zorunlu kılmamıştır... Yoksa hiç kuşkusuz yaşamamızın da sınanmamızın da bir anlamı olamazdı...

Düşünce Pınarı

“Kadere iman eden, kederden emin olur” Hadis

“Kaza geliyorum demez” sözü, kaderin bilinemeyeceğini ne güzel ispat ediyor... Akif Cemil

“Mümin, kader-i ilahinin tecelliyatında zulüm olmadığını, zahiri sebeplerin birer bahane olduğunu bilir. Kusurlarından tevbe ve istiğfar eder” Hulusi Yahyagil

“Bizim ölçümüz maziye kader, istikbale irade açısından bakmaktır” Fethullah Gülen

“Tesadüf, inançsızların kadere taktığı isimdir...” Ali Suad

“Dertli ne ağlayıp gezersin burda, Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür; Nice dertli kondu göçtü burada, Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür” Yunus Emre

“İhtiyat, tevekküle mani değildir” Kenan Rifai

“Çareyi tedbirde sanmak ne gaflet! Deveni hem bağla, hem tevekkül et!” Necip Fazıl

“Birşey kazanmanın pazarlığında değildir inananlar!... Öyle olsa, “ihlas” denen cevher elden düşer, parça parça olur. Hem, ne sermayesi var ki pazarlık etsin?..” Selahaddin Şimşek

“Zaman gösterdi ki; Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil” Bediüzzaman

“Filozof öyle bir pilottur ki, cennete götürmek isterken cehenneme sürükler” Bernard Shaw

“İnanmamak ahirete gitmeye değil, cennete girmeye engel!..” Alaaddin Başar

“Dikkat et “hayatım”, kayarsın!..” Selim Gündüzalp

“Cennet ve cehennemle ilgili ileri-geri sözler söylemek istemem, çünkü ikisinde de dostlarım var” Mark Twain

“Allah insanlara cehenneme gitme özgürlüğü de vermistir!” Ali Suad

“Evet Rabbimizi, rahmetiyle severken, celalinden, azabından ve adaletinden de korkarız, kulluk edebi bunu gerektirir...” F. Gülen

“Cehennemden kaçan, cennete koşar” Alaaddin Başar

“Zalimler için yaşasın Cehennem!” Bediüzzaman

“Bizim unuttuklarımız bile kaydediliyor!..” Ali Suad

“Midesinin hakkını hiç unutmayan insan, iradesinin de hakkını vermeli” F. Gülen

Küfür ve Kafir Kavramları

a. Küfür

« İnsanlar bir tek ümmettiler, sonra ayrılığa düştüler. » Yunus, 19

« İnsanlar bir tek ümmetti. Allah “cc” peygamberleri mujdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak Kitablar indirdi. Ancak Kitab verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah, inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah dilediğini doğru yola eriştirir. » Bakara, 213

Bu ayetlerden de anlaşılıyor ki, insanlar adalet ve hak karşısında iki topluluğa ayrılmaktadırlar. Bir bölümü azgınlık ve kıskançlık eğilimlerini kullanıp, adaletsizlik ve haksızlık üzerine kurulu bir dünya görüşünü (ideolojiyi) benimserler. Açıkçası tarihin çeşitli devirlerindeki ekonomik ve sosyal yapıya bağlı olarak, insanları köle yaparlar (feodalite), emeği sömürürler (kapitalizm), hak-hukuk tanımadan sömürgeci bir dünya sistemini kurmak isterler (emperyalizm) Buna karşın bazı insanlar Allah'ın onlara verdiği maddi-manevi yetenekleri insanların hizmetinde kullanırlar; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydası dokunandır”

Sosyal adalet prensiplerine uygun bir biçimde, emeği temel alarak kazanır ve israf etmeden, maddeyi (malı) insan mutluluğunun amacı değil, aracı görerek (90/17-20) ilahi tekamül yolunda ilerler.

Kuran müşrik tipini de varlık bünyesinde birliği, ahenk ve huzuru parçalayan çirkin ve negatif bir kuvvet olarak görür, çirkinliğine (manevi pislik) dikkati çeker. (Tevbe, 28)

b. Küfr (Kafir) ne demektir?

Sanıldığı gibi küfür basit bir inkar değildir... Bu kavramın içinde düşünsel ve eylemsel bir olumsuzluk bulunmaktadır. İmanın iyi anlaşılması için onun tersi olan ve ondan önce gelen “küfr” kavramının iyi bilinmesi ve iyi tahlil edilmesi gereklidir.

Küfr, “Ke-Fe-Ra” eylem kökünden mastar olup, sözlükte “bir şeyi örtmek” demektir. Bu açıdan düşünüldüğünde kafir yüce değerlerin özünü, özündeki güzelliği ve mükemmelliği örten anlamını taşır... Bazı ibadetler ve tevbe, birtakım günahları örttüğünden bunlara “keffaret” denilmiştir.

Küfrün nitelikleri ve oluşumları nasıldır?

İnsan benliğin olumsuz yanından dolayı unutkan ve haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda da sahip olduğu nimetlerin ve musibetlerin Allah'tan olduğu gerçeğini gizlemeye kalkışır.

Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni “aşırı nimetler, zenginlik, mal, evlat ve refah içinde yüzme”, diğeri ise “darlık ve sıkıntı içinde bunalma”dır.

Bunlardan birincisi şükretmenin en önemli nedenidir. Bu yüzdendir ki, zenginler daha çok kafirlerdir. Bir başka deyişle; kafirler daha çok zenginler içinden çıkar; çünkü onlar zenginliklerinin ve içinde bulundukları refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup, akıl ve becerilerinden kaynaklandığını sanırlar (43/33-5).

İnsan bazan darlık ve sıkıntı anında da küfürde bulunabilir (Şura 48) İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah anında tiksindirici bir istiğna (kendini kendine yeterli görme) ve şımarıklıkla ya da umutsuzlukla insan, Allah'a karşı kafir kesilir; demek ki, küfrün temelinde aynı şirkte olduğu gibi bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğna vardır. Küfr “Allah'ı hakkıyla tanımamak, O'nun verdiği nimetlerin O'ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir”

İnsan fiziki yapısını beğenir ve şükredeyim diye “Allah beni güzel yarattı” demez de “ne kadar güzelim” der ve insanlar karşısında güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerinin bütünüyle Allah'tan olduğunu unutur; insanların içine çıkıp “şunu şöyle yaptım, şu kadar yetenekliyim” der. Fakat “Allah bana bu beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları verene teşekküren O’nun yolunda kullanayım” diye düşünmez.

Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler içindedir. Hz.Süleyman gibi « Bu Rabbimin fazlındandır, şükür mü edeceğim, yoksa küfür mü diye beni denemek için, kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse muhakkak Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir » (Neml, 40) demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi gerekirken, Karun gibi “Bu bana bilgimden dolayı verildi” der.

Hele bir güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde azgınlık eder ve tam bir tağut kesilir. İnsanın bu şekildeki küfrüne haset, hırs, kibir gibi olumsuz nitelikler de eklenince artık Allah düşüncesini zihninden atmaya, O'nu adeta evrenden de silmeye ve yok saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık delillerle bildirilen Allah'ın ayetlerinden bazılarını örtmeye girişir, kitaplarını ya da gönderdiği elçileri, ahireti, melekleri, kaderi, elçilerin getirdiği esaslardan birini ya da birkaçını kabul etmemeye yönelir...

Allah'ı, ayetlerini ya da hükümlerini örten, daha çok da Allah'ı evrenden silmeye çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri “yok” sayan, evrenin yaratılışını, meydana gelen olayları rastlantı, zorunluluk gibi birtakım hayali etkenlere bağlayan, bilmeden her zerreyi ilahlaştıran veya Allah'ın ayetlerinin birini, birkaçını ya da tamamını bu şekilde tanımamaya yönelenlerin artık, kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez (muhakemeleri sağlıksızdır), dilleri hakkı söylemez duruma gelir (Araf 101,179).

Görülüyor ki, küfür düşünsel ve eylemsel bir negatifliktir. Buna karşılık iman varlık ve oluş noktasında olumluluğu, pozitifliği içinde barındırır, yani iman; pozitif kutuptaki düşünsel ve fiili bir kategoridir!..

c. Kafir - Hayvan

Hayvanların yaşamı yeme-içme, üreme, uyuma, beslenme, büyüme ve ölme üzerine kurulmuş olup düşünme, hissetme, eşyanın iç anlamını kavrama kaygıları ve çabaları yoktur. Onlar için her şey maddidir. Hayat maddi zevkleri tatmin etmekten ibarettir. Yani tabir caizse felsefeleri “Ye, iç, yat. Ölüm yokluktur, toprak olup gidiyoruz” anlayışı üzerine kuruludur. Kafir de ruhundaki ilahi özü örttüğünden dolayı her şeyi maddede görür ve bu felsefi anlamda hayvan ile ortak bir çizgide buluşur. (İlginç Sorular, İsmail Acarkan, Vural Yayınları)

Evet, bireyin bir ottan ya da bir itten farkı olsa gerektir... İnançsız kimse ise kendisini bitki ya da hayvan yerine koymaya kalkışmakta; taşıdığı sorumluluktan, omuzlaması gereken yükümlülükten kaçmak istemekte, koşulsuz ve sınırsız bir özgürlük peşinde hayvanlar gibi başıboş olmaya çalışmaktadır... Oysa evrendeki bütün varlıklar bireyin hizmetine verilmiş, bunun karşılığında da ondan kulluk yapması istenmiştir, dolayısı ile sorumludur ve bu sorumluluğun bilincinde olmak durumundadır... Bitki ve hayvanlardan yaratılışı gereği en temel farkı sorumlu olmasıdır; bu sorumluluktan kaçan kişi ise kendini alçaltmış olmaktadır...

Günümüzde “sınırsız özgürlük” peşinde ne iğrençliklerin yapıldığı ortadadır, birey bu durumu ile gerçekten hayvanlardan bile aşağı düzeylere inmekte, o güzel yaratılışını tersine çevirmektedir... Bu da olmaması gereken bir durumdur... Evet, bireye düşen alçalmaya değil, yükselmeye çalışmaktır ve bu noktada da en güzel örneğimiz Hz.Muhammed'tir; ne mutlu örnek alabilene!..

İslam Hukukunda Kadına Tanınan Haklar

Kadınlar, layık oldukları mevki ve değeri İslam dini ile kazanmışlardır. Tarih boyunca özledikleri huzur ve saadete ulaşmışlardır. İslam hukuku kadın ve erkek münasebetinde ifrat ve tefrit uygulamaları kaldırmış, iki cins arasında tam bir denge ve ahenk kurmuştur.

İslam'a göre Allah'ın kulu olmaları bakımından kadınla erkek tamamen eşittir. Hz.Peygamberin ifadesiyle: “Kadın-erkek bütün insanlar, bir tarağın dişleri gibi birbirlerine eşittirler”. Kadın-erkek bir bütünün iki parçasıdır. Birbirini tamamlarlar. Şu ayet bunu çok güzel ifade etmektedir;

« Kadınlar sizin elbiseniz, örtünüz; siz de onların elbisesi, örtüsüsünüz »

Bu ayeti iki şekilde anlamak mümkündür: İki açıdan sizler birbirinizin elbisesi mesabesindesiniz, bir taraftan elbise gibi yekdiğerine sarmalaşırsınız, diğer cihetten de elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi herbiriniz diğerinin ayıplarını örter, eksikleri tamamlar, biri birisiz olmaz.

O halde erkek mi üstün kadın mı üstün münakaşası bile İslam'a göre yersizdir. Yine Kuran'ın açıklamasına göre, erkeğin kadında bulunmayan birtakım yaratılıştan meziyet ve üstünlükleri bulunduğu gibi, aynı zamanda kadının da erkekte bulunmayan yaratılıştan bazı meziyet ve üstünlükleri mevcuttur. Bu sebeple her ikisi de ayrı ayrı yönlerden birbirine muhtaçtırlar ve bu şekilde erkekle kadın yaratılış itibariyle birbirinden farklı ve karşılıklı üstünlüklere sahiptirler. Aynı noktalarda mukayeseye kalkışmak yanlış sonuçlara götürür.

Yapılacak iş Kuran'ın şu düsturunu dinlemektir; özellikle erkeklerle kadınlar arasında yekdiğerinizin makamına göz dikerek kıskançlık ve kötü arzular beslemeyiniz, rekabet edip üstünlük taslamayınız. Allah'ın bazısına diğerinden fazla olarak bahşettiği üstünlükleri temenniye de kalkışmayınız. Erkekler çalışma ve emeklerinin karşılığını alacaklar, kadınlar da çalışma ve emeklerinin karşılığını göreceklerdir...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:26 am

Dün olduğu gibi bugün de insanların büyük çoğunluğunun en azından hayatlarının belli bir döneminden sonra dine yönelmeleri, devasa bir teknolojinin hakim olduğu batılı ülkelerde her geçen gün “şeytana tapma, soğana tapma...” gibi yeni yeni iptidai dinlerin ortaya çıkması, insanların akın akın telepati, ruh çağırma, büyü, falcılık ve kehanet gibi hurafelerde doyum araması ve bütün bunların yanısıra, insanlığın sigorta, sendika, güçlü yönetim, holding, ortak savunma ve iktisadi işbirliği paktlarında güven ve gelecek garantisi peşinde koşması;

a) Dinin iptidai insanın zayıflığının bir mahsulü olduğu;
b) İptidai ve çok-tanrıcı dinlerin tarihin ilk dönemlerinde yaşamış iptidai insanlara ait olup, dinin de temelde insanla birlikte tekamül geçirdiği;
c) Dinin, yangın ve hayat sigortalarımızla, demiryollarımız ve buhar gemilerimizle resim ve heykel galerilerimizle zıtlık içerisinde olup, artık dine ihtiyaç kalmadığı iddialarını çürütmekte ve Batı’daki dinler tarihi çalışmalarının dayanak noktalarını da geçersiz kılmaktadır... (Ubeydullah Akyüz)

Düşünce Pınarı

“Karanlık kabirde bir gün yalnız kalacağın hiç aklına gelmez mi?” Yunus Emre

“Geçiyor bulut, geçen ömürdür...” Cahit Zarifoğlu

“İçin daraldığı zaman ölümü hatırla, genişlersin!..” Ömer Bin Abdülaziz

“Her insan ölecek yaştadır!” Cüneyd Suavi

“Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini kırıp geçirmektedir” İmam Gazali

“Kimse duymak istemeyenler kadar sağır olamaz” Maurice Henri

“Eğer bir insan, onun için yaşamını feda edebileceği bir şey bulamamışsa yaşamaya hak kazanmamıştır” M.L. King

“Diriliş olmasaydı yaşamak upuzun bir ölümdü!..” Cihad Zafer

“Yaşamak, her an yeniden yaratılmaktır...” Ali Suad

“Madem ki bu zenginlik senin, neden ahirete götürmüyorsun?” Franklin

“İyi hazırlan! Ölüm gelince sensiz dönmeyecektir...” Şakik-i Belhi

“Namaz, zamanın zekatıdır” Akif Cemil

“Hastalıklar, ölümü unutturmayan hakiki dostlardır” Mustafa Ramazanoğlu

“Bütün bilgiler içinde en faydalısı; bize nefsimiz hakkında en doğru fikirleri veren ve kendi kendimizi idare etmeyi öğreten bilgidir” Saint Ambroise

“Bilgi, önceden görme ve harekete geçme olanağını sağlar” İbni Haldun

“Hey gidi yükselenler hey, çukurlar sizi bekliyor” Hekimoğlu İsmail

“Ölümü yokluk görmek, ruhun ufkuna duvar örmektir” Ali Suad

“Zamana kusur buluruz, oysa zaman konuşacak olsa utanırız” İmam Şafii

“Amel ve ibadetleri boş vakit bulmaya bağlayıp tehir etmek nefsin aldatmasıdır” Hikem-i Atai

“Tertemiz olmaya çalışın; çünkü dünyaya bakacak pencere kendinizsiniz” Bernard Shaw

“Allah’ım, senden başka hiçbir şeyi olmayan ben, senden başka herşeyi olanlara acırım” Confucius

“Gününü gün edenler, sadece gününü dün ederler” Akif Cemil

“Ölüm bazan ceza, bazan bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur” Seneca

“Kundak bir gün öleceklerin sarıldığı kefen; kefen, bir gün doğacakların sarıldığı kundaktır. Karla kaplı yollar bahara gider” Selahaddin Şimşek

“(Bu Kuran) Sakınanları doğru yola götürücüdür” (2/3)

Neden sakınanlar için? Çünkü önyargılı yaklaşımlar kişiyi gerçekten uzak kılar... Kuran anlaşılmak için okunmalıdır, eksiklik bulmak için değil!.. Yoksa Kuran kendisini bize açmaz; biz kendi düşüncemizi okuruz ve gerçekten uzak kalırız... Din de zorlama yoktur; seçimini doğru yapan doğru yola götürülür... Bu nedenle Kuran herkes için doğru yolun rehberi olmakla birlikte ancak sakınanları doğru yola ulaştırır... Demek ki sonuç kişilerin iradesine bağlıdır, determinizm vb sözkonusu değildir, bu noktayı iyi kavramak gerekmektedir... Öte yandan bu özelliği ile sakınmasını bilen veya sakınan herkes mutlaka doğru yola ulaşabilecektir... Merhum Selahaddin Şimşek’in dediği gibi “Hidayet, ona doğru yürüyenlere koşar, yağmurdan kaçanların kuraktan yakınmaya hakları yoktur” Evet, o sakınanlar ki yüzeysel düşünmezler, öze inerler, yaratılışlarındaki bu farklılık ve üstünlüğü ortaya çıkarırlar...

Kendinizi Bile Kandırmayın!

« İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler vardır. Bunlar Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışırlar, oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değildirler » Bakara, 2/8-9

Evet, bu ayetler münafıklar hakkında inmiştir fakat davranışlarıyla münafıklardan hiçbir farkı kalmayan insanların bundan hiç mi payı yoktur?.. Öyleyse sormak gerek; yüce Allah neden Kuran-ı Kerim’de iman edenlere de “iman ediniz” buyuruyor? Bu demektir ki; imanınızın gereğini yapın, hakkıyla iman edin!.. Bir yandan faiz ile milletin parasını toplarken diğer yandan hayır kurumu yaptırmanın hiçbir önemi yoktur; siz Allah’ı kandırabileceğinizi mi sanıyorsunuz?! Yüz çiçeği yolup da onunu sulamak iyilik midir, kötülük mü?!

Neden olduğunuz şer kurumlarının sayısı gün geçtikçe artarken yaptığınız hayırların önemi kalır mı? Elinizdeki güç size haksızlık yapın diye verilmedi, siz emanetçisiniz, elinizdekinde fakirin, yoksulun, kimsesizin.. hakkı vardır; unutmayın ki kefenin cebi yok!.. En güzel örneğimiz olan Hz.Muhammed “sav” buyuruyor ki; “benim sizden esirgeyebileceğim hiçbir iyilik yoktur”... Peki siz ne durumdasınız?..

Yine bu konuda Hz.Mevlana’nın çok güzel bir sözü vardır; “Ne kadar zengin olursan ol ancak yiyebileceğin kadar bir miktar para yersin. Denize testiyi daldırsan bir testi kadar su alır, gerisi kalır” Evet, bu halinizle “nereye gidiyorsunuz?” Karun’un sonunu örnek alın; o belki doğrudan yerin dibine batırıldı ama siz de elbet birgün oraya gireceksiniz!.. İnsanlar kardeştirler, kardeşlerinize ihanet etmeyin!.. Bu, ayetin sadece bir bölümü... Peki, ya “çok şükür biz de müslümanız” deyip de dine-imana saldırmaktan geri kalmayanlar? Müslümanın müslümanca yaşamasına engel olanlar? Çıkar uğruna dinlerini satışa çıkaranlar? Din üzerinden geçim sağlamaya çalışanlar?.. Evet, “o insan çok cahil ve zalimdir”!.. Açgözlü olmasak dünya hepimize yetecek!..

Dicle’nin kıyısındaki koyunu bile düşünen yöneticiler nerede, bizimkiler nerede!.. Siz yöneticiliği çocuk oyuncağı mı sanıyorsunuz? Bütün yükü omuzlarınıza alma sorumluluğunu taşıyamıyorsanız o konumu düşünmeyin bile!.. Yöneticilerin yönetilmesi gereken bir ortamda, başıboşluk alıp başını gider!.. “Ben sizi kul, köle edinen bir hükümdar değilim. Ben de sizin gibi Allah’ın kuluyum. Aramızdaki fark, benim bir de yönetim yükünü taşıyor olmaklığımdır” Hz.Ömer

Bakıp Da Göremediklerimiz

Bu sayfalardaki resimlerin gerçeğinin olduğu dağlara, ırmaklara, deniz kıyılarına, ormanlara, göllere vb. gidin, gidin ve düşünün; bunları kim yaptı, kendiliğinden mi oldu, bu güzellikler neden gözlerimizin önüne serildi? Evet, düşünün ve o güzel Yaratıcıya ulaşın!.. O’nun sizi boşuna değil belli bir amaç için yarattığını kavrayın ve yaşamınızı buna göre düzenleyin... Bilin ki siz yalnızca para peşinde koşturmak, içki, sigara, uyuşturucu gibi alışkanlıklarla ömür tüketmek için yaratılmadınız!..

Kabuğunuzu kırın, tutsaklıklarınızdan kurtulun ve yaşamı O’nun istediği gibi yaşayın, sıradan bir canlı gibi değil!.. Farkınızı farkedin ve yaşamınızı da farklı kılın, O’nun yolunda sonsuz bir farklılığa ulaşın... Düşünmekten korkmayın, bilin ki dürüst düşünmek, sizi gerçeğe ulaştıracaktır; önünüzdeki tek engel sizsiniz, bakmasını bilene herşey O’nu gösterir, herşey kendi diliyle O’nu anlatır... Evet düşünün, bu resimler kendiliğinden çekilip buraya oturmadı, peki bunların aslı?!

Kuran Müslümanı

Kuran kültürünü hazm eden kişi, en gerçekçi ve en kuvvetli bir imana sahip olur... Kurani düşünceye sahip olan kişi, hem hür düşünebilir, hem de başkalarının hür düşünmesine tahammül edebilir... Her türlü taassuptan uzak olur. Dünya işlerinde de, din işlerinde de daima gerçekçi olur... Hurafelere, batıl düşüncelere, nifaki düşüncelere, fasıki hareketlere, küfri inanışlara, tağuti düşüncelere temelde karşı çıkar. Saçma inançlardan kesinlikle uzak olur...

Asla kendi benliğinden uzaklaşmaz, kendi toplumuna yabancılaşmaz, başkalarının düşünce ve davranışlarını taklit etmez... Kendisi için düşünür, yine kendisi için uygular. Başkalarının uydusu olmaz... İnsan ve cin şeytanlarına kapılmaz, kolay kolay yanılmaz ve aldanmaz... Sadece kendisi için değil, toplumu için yaşar... Her şeyi Allah rızası için düşünür ve yapar... Din ile dünyayı bir bütün olarak kabullenir ve bir bütün olarak yaşar, yaşamaya çalışır, din-dünya ayrımı yapmaz...

Müsamahakar olur. Başkalarının düşünce ve davranışlarına karşı toleranslı olur... İnançlara baskı yapmaz. Sadece İslam’ı tanıtır. Kimseyi kendi çizgisine gelmeye zorlamaz... Kendisine güvenir. Moral gücü daima yüksek olur... Geniş bir hayal gücüne sahip olur... Hakkı batıldan, doğruyu eğriden, günahı sevaptan, kolaylıkla ayırabilir. Kolay kolay batıla saplanmaz... Daima doğru yolda bulunur... Devamlı Allah’ı zikir halinde olur ve zikrin gerçeğine ulaşır... (Yunus Vehbi Yavuz)

Kolaysa Dene, Olabiliyorsa Yap!..

Yüceler yücesi olan Allah’ın bizler için gönderdiği kelamı olan Kuran-ı Kerim’i Hz.Muhammed’in kendiliğinden ortaya koymuş olduğunu savunabilen her türlü düşüncesize, ben de doğrudan Kuran-ı Kerim’den alarak ilhamımı meydan okuyorum, eğer sözünde “samimi” isen;

Sen de uydur, sen de düşün, sen de bilgi topla, sen de bilinmeyen geçmiş ve gelecekten sözet, sen de gizli olanı ortaya dök, sen de mağaraya git, sen de araştır, sen de kendi kendinin bilgi kaynağı ol, sen de hastalan, sen de düşlerini dile getir, sen de atıver, sen de benzersiz bir söz söyle, sen de alışveriş yaptığın kişilerden esinlen, sen de uzmanların uzmanı ol, sen de çağlara ışık tut, sen de kapkara bir toplumu aklaştır, sen de bütün kötü alışkanlıkları ortadan kaldır!..

Sen de gelmiş geçmiş en güvenilir kişi ol, sen de söylediklerini en güzel bir biçimde yaşa, sen de sana sorulan bütün sorulara bir yanıt getir, sen de mucize göster, sen de eskimez görüşlerle ortaya çık, sen de gelişini çok önceden bildiren kanıtlar bulundur, sen de bütün bireyleri koruma altına alıp özgürce ve inandıkları gibi yaşamalarını sağla, sen de bütünüyle sana karşıt olan kişilerin arasında söylemlerini savun, sen de hiçbir ödün verme, sen de doğru bildiğin yoldan şaşma!..

Sen de “en güzel örnek” ve en olgun bir kişilik özelliklerini taşıyıp hiç değişme, sen de söylediklerini kanıtlayabil, sen de kendini ve diğerlerini kandır, sen de yalan ve dolana başvur, sen de kendi çıkar ve isteklerinin peşinden koştur, sen de ölümle burun buruna yaşa, sen de ömrünün son deminde hiç kimsenin ulaşamayacağı bir başarı elde et!..

Bu üstünlüğün, bu eşsizliğin, bu benzersizliğin kaynağını neye dayandırıyorsan onu dene, açıkça meydan okunuyor sana, nasıl yaparsan yap, kimden yardım alırsan al da bir benzerini getir, eğer yapamıyorsan - ki yapamayacaksın, hiç kimse de yapamadı! - doğruluğunu kabul et, anla ki bu kitap “beşerüstü” bir kitap, o Allah’ın kelamı ve Hz.Muhammed de Allah’ın Resulü!.. Yok bile bile inkar etmeyi sürdüreceksen şunu da çok iyi bil ki; kendi düşen ağlamaz!..

***

« Senin için “Onu uydurdu” diyorlar, öyle mi? De ki: “Öyleyse onun surelerine benzer uydurma on sure meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah’tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın”

Söylediğinizi yapamazlarsa, bilin ki o, ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka tanrı yoktur, artık müslümansınız değil mi? » Hud, 13-14

***

“Şeytan hiç kimseye, Kuran’ın beşer sözü olduğunu ispat ederek onu inkar ettirmiş değildir. Onun bütün yaptığı, Kuran’ı hak kitap olarak kabul etmekten “alıkoymaktır”. Bunun için de herkes için degişik sebepleri kullanır” Ümit Şimşek

Düşünce Pınarı

“İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbinize olsun” Abdülkadir Geylani

“Sevgide inanmak ve inanmakta görmek var” Necib Fazıl

“Akıl maddeyi, kalb manayı fetih içindir” Muhammed İkbal

“Yeryüzünde en ilgi çekici olay; bunca kavga ve düşünce karmaşasına rağmen Kuran’ın hala tazeliğini korumasıdır” Bernard Shaw

“Allah’ın nuru ancak O’nu arayanların kalbine doğar” Cecil Hamar

“Olgunluk günahtan sakınmaktır” İsmail Çetin

“Her ayet, bir formül, bir kanun, bir denklemdir. Nasıl ki bir fizik formülü ile yüzlerce problem çözülürse, ayetlerin manası da, uygulama sahası da öylesine geniştir” Hekimoğlu İsmail

“Madem ki bu zenginlik senin, neden ahirete götürmüyorsun?” Franklin

“Hangi sofraya oturduysam rızkı veren Allah idi” Hafız-ı Şirazi

“Allah’ın gözünde insanların en iyisi ol, kendi gözünde en kötüsü ol, insanların gözünde onlardan biri gibi ol” Hz.Ali

“Kişi insanlar arasında kendisinden daha kötü kimse bulunduğuna inandıkça, gururlu demektir” Bayezid-i Bistami

“Rabbini bilen, haddini bilir” Ali Suad

“Servet çoklarını yoksullaştırmıştır. En acınacak fakir, kalbini kasasına kitleyen zengindir” Selahaddin Şimşek

“Bilim, yeryüzünde hayatın kökeni sorusuna dair tatminkar bir cevaba sahip değildir. Belki de hayat bir mucizedir” Robert Jastrou

“Yalancı, Allah’a karşı kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir” Francis Bacon

“Bana filozofların değil, elçilerin haber verdiği Allah gerek” Pascal

“Şunu iddia ediyorum ki, Allah’ı arama yolunda ilmin, dinin disiplini altında sunduğu imkanlar en güvenilir olanıdır” Paul Davies

“Ancak Allah’a inandığım zaman, yaşadığımı anladım” Tolstoy

“İlim olsa olsa materyalizm ile çatışabilir, ama dinle değil” Roger Sperry

“Din yüzünden gerilemedik, tersine gerilediğimiz için dinden ayrıldık” Peyami Safa

“İslam akıl ve mantık dinidir ancak akıl ve mantıktan doğmamıştır” E.Şenlikoğlu

“Dünya için bir tek din seçmek gerekirse, bu muhakkak İslam dini olacaktır” Bernard Shaw

Kuran-ı Kerim Korunmuştur

Bu eşsiz kitap doğrudan Allah’ın koruması altında bize ulaşmış bulunmakla birlikte kimileri bu konuda çeşitli şüpheler ortaya atarak hem kendilerini, hem de başkalarını kandırmaya çalışmaktadırlar... Öyleyse bu konuya bir açıklama getirmek yerinde olacaktır; Hz.Muhammed kendisine indirilen vahiyleri, bu iş için özel olarak görevlendirilmiş “vahiy katipleri”ne yazdırıyordu, ayrıca indirilen ayetlerin ezberlenmesini de sağlıyordu...

Böylece Ona bildirilenler yazılı ve sözlü olarak koruma altına alınıyordu, dahası bütün topluma yayılıyordu... Hz.Ömer’in müslüman oluşu hatırlanırsa, daha ilk dönemlerden başlayan yazılı bir geleneğin bulunduğu görülecektir... Evet, en baştan beri Kuran’ın hem yazılı, hem de ezber olarak saklanması geleneği vardı...

* Kuran-ı Kerim’i değiştirmeye kalkan kişi Kuran’a inanmıyor demektir... Bu konudaki Kuran ayetleri de son derece şiddetlidir, değil yapmak bir müslüman bunu düşünemez bile... Kaldı ki, Kuran için herşeylerini feda eden insanlardan böyle bir davranış beklemek şaşkınlıktır... Dolayısı ile bu tür bir sav hem “saçma”lık, hem “gerçekdışı”lık, hem de “iftira” niteliklerini taşımaktan öteye gidemez...

* Kuran değiştirilemez; bunu Kuran’ı inceleyen herkes anlayabilir ve geçmiş bu gerçeğin tanıklığıyla doludur; demek ki o kişiler de isteseler bile Kuran’ı değiştiremezlerdi... Kaldı ki bu müşriklerce denenip de başarılamamış bir olaydır... Hz.Muhammed’in sözleri bile Kuran düzeyinin çok çok altındadır, ona ulaşabilecek hiçbir söz bulunmamaktadır...

* Kuran bütün dönemler için yazılı ve sözlu tevatürle bize ulaşmış olup, “tevatür” yalan söylemelerine olanak bulunmayan son derece güvenilir ve çok sayıda kişinin aynı gerçeği dile getirmeleri demektir... İman, yaşanandır... İnançsızlar bunu anlayamazlar fakat biz müslümanların, imanı dolu dolu yaşayıp da her çağa örnek olan o yüce insanlardan kuşku duymamız olacak iş değildir...

* Aslında hiçbir konuya girmeyip yalnızca edebi açıdan Kuran’ı incelemek bile bunun böyle olduğunu kanıtlamaya yeter... Tek harfinin veya kelimesinin değişmesi bile anlamın değişmesi ve bunun derhal farkedilmesi demektir (düz yoldaki çukurlar gibi!) Kendi içmusikisi bulunan ve böylece okunan tek nesirdir, baştan sona böyledir... Gerçekten de onun benzerini getirmek mümkün değildir ve azıcık dilden anlayıp da inadını bir tarafa bırakan herkes bu gerçeği teslim eder...

* Kuran öğrenimine ve öğretimine teşvik eden sayısız hadis bulunmaktadır; Ashab’ın Hz.Muhammed’in isteklerine kayıtsız kalması düşünülemez... Zaten, Araplar sözün güzelini ezberleyen insanlardı; bu bir gelenek olarak vardı... Kuran-ı Kerim’i ezberlemek ise çok kolay olduğu gibi, onu ezberde tutmak da böyledir...

* Eskilerden günümüze destan, masal, efsane, şiir, atasözü, mani, özdeyiş gibi sayısız belge ulaşmıştır ve Arap şairlerinin şiirleri de bunların içindedir... Böyle bir durum karşısında Kuran gibi benzersiz bir kitabın ulaşamayacağını kim ve nasıl savunabilir? Her açıdan diğerlerinden üstün olduğundan bu konuda şüpheye düşmek yersizdir...

* Asr-ı Saadet’te yazılmış olan mushaflar elimizde bulunduğu gibi, bunların aralarında da hiçbir farklılık yoktur... Yeryüzündeki bütün Kuran yazmalarının aynı olması ortak bir ilk yazmadan geldiklerini açıkça kanıtlamaktadır... Zaten, son derece ölçülü ve benzersiz bir kitabın değiştirilebilmesi olanaksızdır; kaldı ki, böyle bir iş olacak da hiç kimse ses çıkarmayacak, mümkün mü?.. Ayrıca, böyle bir olayın bırakın gerçekten olmasını, düşünülmesini bile gerektirebilecek hiçbir neden yoktur!..

* Bütün bu kanıtları bir tarafa koyarak soruyorum; siz olsanız böyle bir işe kalkışır mıydınız? Kalkışsanız bile bunu başarabilir miydiniz? Örneğin, İstiklal Marşı’nı düşünün; kim onu değiştirmek ister veya bunu düşünür? Bu işi Mehmed Akif’in en yakın arkadaşları yapar mı, mümkün mü? Diyelim ki birisi bunu yaptı, hemencecik farkedilmez mi? Evet, mantıklı olmak gerek!..

* Yukarıdaki soruya iki türlü yanıt verilebilir; “hayır” denilerek inananların, kendilerini Kuran için feda eden insanların böyle bir olayı düşünemeyeceği bile onaylanıyorsa olay bitmiştir, birileri istedikleri kadar kendi bataklıklarında çırpınıp dursunlar!.. “Evet” deniyorsa tartışmasız olarak yalan söyleniyordur veya o yüce insanların da kendileri gibi sahtekar olduğu sanılıyordur; artık böyleleriyle tartışmak gereksizdir, hiçbir anlamı yoktur... « “Allah” de. Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar! » (En’am, 91)

* Gelelim o dönemden günümüze kadar ulaşan geleneklere ki, bu konuda hiçbir kuşkunun yeri olmadığı iyice anlaşılsın... Evet, günümüze kadar ulaşan geleneklerden birisi, önemli bir sünnet olan teravih namazıdır; Hz.Muhammed bu namazda bütün Kuran’ı baştan sona okurdu, günümüzde de bu sünnet devam ettirilmektedir... Özetlemek gerekirse, Kuran-ı Kerim’in bizlere ulaşmasını sağlayan belli başlı gelenekleri şöylece sıralayabiliriz; hafızlık (Ashab-ı Suffa ile başlayan Kuran öğrenimi ve öğretimi), ezberleme, namazlarda okuma, her ramazanda yapılan “mukabele” ve kılınan teravih namazı, icazetname, hatim indirme... Anlaşılacağı üzere; Kuran-ı Kerim bizlere hem yazılı, hem sözlü, hem de fiili olarak ulaştırılmıştır, bu konuda hiçbir kuşkuya yer yoktur...

« Doğrusu o zikri (Kuran’ı) Biz indirdik, ve hiç kuşkusuz ki onun koruyucusu da Biziz » Hicr, 9

Şüphe Uyandırmaya Çalışıp Ancak Kendilerini Kandıran Zavallılar

Vahyi inkar eden çoktur. Fakat “Kuran, Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği kitap değildir” diyen çıkmamıştır. Çünkü böyle bir iddiaya akıl manidir, objektif deliller manidir. Nedir bu derginin iddiası? Şudur: Hz.Ebubekir zamanında tedvin edilen mushaf, sonradan yok edildi ve tahrifat yapıldı!

Vermek istediği görüntü, derginin kapağıyla, takdimiyle böyledir. Fakat naklettiği yetersiz bilgiler dahi, kendi iddiasını cerhetmeye kafidir! Bilmiyor ki, kullanmaya çalıştığı bilgilerin mahiyetini! Öylesine zavallı, öylesine nasipsiz... Bazı bilgiler ise tamamen çarpıtma ve uydurma. Önce hakikati özetleyelim;

Peygamberimiz, vahyolunan her ayeti vahiy katiplerine yazdırmıştır. Tek nüsha halinde de yazdırmamıştır. Berrak ve sabit yazılışı tahakkuk ettirene kadar yazdırmıştır... Sonra, yazdırdığını okutmuş, kontrol etmiştir. Ayetler hurma dalı, taş, kemik, ağaç kabuğu üzerine yazılır; halin şartlarına göre yazı malzemesi iyi cinsten olmamışsa, ilk fırsatta yeniden yazılırdı...

Diğer mahfuziyet müessesesi, “ezberleme” idi. Ayetler birçok sahabi tarafından ezberleniyordu... Peygamberimiz ayetlerin tertibiyle bizzat ve muntazaman meşgul oluyordu. Öldüğünde ise durum şuydu;

Her ayet muntazaman ve mükerrem yazılmış. Yazanlar sağ... Ayetler, tertib tarzı işaretlenmiş. Vahiy katipleri ve ashab-ı kiram biliyor. Hepsi sağ... Ayetler yüzlerce, binlerce sahabi tarafından ezberlenmiş. Bütün ayetleri birden ezberlemiş olanlar da mevcut. Hepsi sağ...

Sonra, Hz.Ebubekir zamanında toplama (tedvin) kararı veriliyor. Hz.Zeyd ile bir heyet vazifeleniyor. Peygamberin huzurunda yazılmış olan sayfalar bir araya getiriliyor. Dikkat edilsin; bilinmeyeni topluyor değiller, bilinenlerin yazılısını topluyorlar. Hem de en yüksek itinayla ve hassasiyetle... Ve “mushaf” meydana gelmiş oluyor. Yazanların, yazılı metinlerin, ezberleyenlerin tam tesbit, teyid ve ittifakıyla. Bu mushaf, önce Hz.Ebubekir’in, sonra Hz.Ömer’in, sonra Hz.Hafsa’nın yanında bulunuyor.

Yine dikkatinizi çekiyorum: o mushaf, o zaman maddeten yok edilse ne olacaktı? Hiçbir şey. Aynen bir daha tedvin edilirdi. Peygamberimiz, bıraktığını öyle bırakmış; öylesine bir tesbit, usul ve talimiyle bırakmış.

Sonra Hz.Osman, çeşitli diyarlardaki kıraat farklılıkları kendisine anlatılınca; asli ve mahfuz mevcudiyetin, mushafları çoğaltarak bu kıraat farklarını da ortadan kaldırıcı bir sıhhatle yayılması lüzumuna inanıyor.

Hz.Zeyd, vazifeliler arasında... Hemen Hz.Hafsa’daki “mushaf” isteniyor değil... Yukarıda belirttim; mahfuziyet şartları zengin ve güçlü. Hz.Zeyd başkanlığındaki heyet çalışmalarını bitiriyor ve “mushaf” tamamlanıyor. Hz.Zeyd diyor ki; “defalarca tetkik ettim, eksik yoktu”

Buna rağmen Hz.Osman, bir de Hz.Hafsa’daki mushafın gösterilmesini ve karşılaştırılmasını istiyor. Hz.Hafsa’daki mushaf emaneten alınıyor ve karşılaştırma yapılınca tam bir ayniyetin varlığı müşahede ediliyor, Hz.Osman pek memnun bir halde Hz.Hafsa’nın mushafını geri veriyor. Böylece tedvin edilmiş mushaf çoğaltılıyor ve birer nüshası çeşitli merkezlere gönderiliyor.

Bu Hakikat Tablosu karşısında ne dayanır? O derginin zihniyetine sahip olanlar; değil öyle zavallıca davranarak, şeytani kurnazlığın en uzmancasını sergileyebilen heyetler teşkil ederek dahi, bir tek istismar zerresi bulamazlar... Çaresizlikten çırpınıyorlar, çırpındıkça batacaklar. İslam’ı tahrip etmek isteyen, harap olmaktan kurtulamaz... (Dünya İslam’a Muhtaç, Ahmed Selim, Timaş)

Kötüyü yaratmak kötü mü?

İslama göre hayrı, iyiyi, güzeli yaratan da Allah'tır, şerri, kötüyü, çirkini yaratan da. “Allah kötüyü nasıl yaratır?” diyenler var. Güya bunlar, şerri yaratma fiilini Rabbimize yakıştıramıyorlar.

“Şerri Allah yaratmıyor” diyenlere hemen soralım: Allah yaratmıyorsa, kim yaratıyor?

Bu soruya verilecek her cevapta şirk kokusu var. Yaratmak, Allah'a mahsustur ve O'nun eşi, benzeri, yardımcısı, ortağı yoktur. Bu, meselenin bir yüzü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:26 am

Bir de konunun imtihan yönü var. Eğer Allah, sadece hayrı yaratsaydı, şer hiç olmazdı. O zaman imtihanın da bir manası kalmazdı. Harama girmek, günah işlemek, inkar etmek mümkün olmazdı. Herkes mecburen melek gibi olurdu.

Oysa Rabbimizin muradı bu değil. O, kulun kendi isteğiyle hayra yönelmesini arzu ediyor. Bu sebeple, kul iradesiyle neyi tercih ederse onu yaratıyor.

Mesela, ayaklarla camiye de gidilir, meyhaneye de. Birincisi hayır, ikincisi şerdir. Allah, kulun dileğine göre yaratır. Meyhaneye yönelen ayaklar taş kesilseydi, harama meyleden gözler kör olsaydı, ibadet etmeyenler belli bir hastalığa yakalansaydı kulun iradesi kalmazdı.

Şu halde, iyilerle kötüleri ayırmak için, hayrın yanında şerri de yaratmak hikmetin ta kendisidir...

“Allah şerri yaratmaz” sözü Allah'ın şanını tenzih değil, tenzildir. Çünkü, Allah'ın, hayrın yanında şerri de yaratması azametinin gereğidir. Nasıl ki, bir ressam, güzel cisimlerin resmini gayet iyi yapsa, ama çirkin suretleri yapamasaydı, bir noksanlık olurdu.

Kötülükleri yaratma konusuna da bu misalle bakılabilir... Kaldı ki, şerri yaratmak değil, işlemek şerdir.

Zulüm mü?

Bazı insanlar zengin, güzel ve sıhhatli doğarlar, bazıları da fakir, çirkin ve sakat. Bunlar “ızdıdari kader”in konusudur. Bu farkı bahane ederek zulümden söz edenler duyarız. Halbuki, zulüm bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allah'ta hiçbir hakkı yoktur. O, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.

Bize düşen, verilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler, kulun denenmesi içindir. Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa gitmeyen durumlar birer imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen nimetlere şükür, mahrum kaldığına sabır ile mi karşılık verecek?

Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkanına gelen iki fakire, sırf merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor. Birine gömlek ve pantolon giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile palto hediye etti. Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti, öbür adama fazla verdi” diyebilir mi? Derse, bu sözü edepsizlik olmaz mı?

Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, tükenmez hazinesinden nimetler veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz gıdayı yaratan O. Çalışmadık, kazanmadık, hak etmedik. O, sırf lütfundan dolayı ikram ediyor. Eksik alan sabrederse ebedi nimetler kazanacak.

Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret... Az nimetlenen kul, birinci adam gibi asi olur, “zulüm” derse, edepsizlik eder. Vazifesi verilene şükretmektir. Aksi halde azaba davetiye çıkarır.

Allah, her işinde adildir, asla zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir hatanın sonucudur veya imtihanın ürünüdür.

Evi yanan kişi, kadere dil uzatmadan önce, bildiği bir sebep yoksa bile, yine suçu kendisinde arasın. Belki bir insanın kalbini kırmıştır! Ev yakan suç işler, ama kader adalet eder!

Kader Güzeldir

Çirkin isteklerimizle karıştırmasak, bozmasak, yıkmasak kaderin her şeyi ne kadar güzel! Dıştan çirkin gibi görünenler var, ama onların da sonuçları güzel. Kışın soğuğu, kar fırtınası olmasa, baharın çiçeğini, yaprağını, kelebeğini görebilir miydik?

Dünyaya gelmeden önceki halimizi düşünelim bir an. Ana rahminde her fiili kabul eden bir et parçasıydık. Dünyayı tanımıyor, nelere ihtiyacımız olduğunu bilmiyorduk. Kendimizden bile haberimiz yoktu.

Eğer söz anlayacak bir kabiliyete sahip olsaydık da, bize, “Kendine lazım olan uzuvları seç ve yaşayacağın alemin nasıl olmasını istiyorsan söyle” denseydi ne yapardık?

Sanıyorum, her şeyden önce el, ayak, burun, kulak gibi zaruri organlarımızı almazdık. Çünkü, anne karnındayken bunlara hiç ihtiyacımız yoktu. Gözü lüzumsuz iki delik, saçı gereksiz bir kalabalık, bacağı, rahatsız edici bir uzantı zanneder, kabul etmezdik

Kuracağımız dünyada ne suya, ne toprağa, ne güneşe, ne havaya, ne bitkilere, ne de hayvanlara yer verirdik. Bunlar da bizim için bazı manasız kelimelerden ibaretti.

Fakat kaderimizi takdir eden Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, bizi kendi halimize bırakmadı. Sınırsız ilmiyle, hayatımız için gerekli şeyleri planladı ve yarattı. Kainat bize uygun, biz de kainata.

Şimdi dünyadayız. Bir süre sonra ahirete gidecek, orada yaşayacağız. O alemde bize gerekenler buradan alınacak. Gül veya ateş, elmas veya kömür, ibadet veya isyan... Seçme işi bize bırakılmış. İsteyen istediğini alabilir.

İman ve ibadetin bu dünyada maddi bir karşılığı yok, nitekim organlarımızın da ana rahminde ne işe yaradığı belli değildi. İman ve ibadetin faydalarını asıl öbür dünyada anlayacağız. İkinci hayatta mükemmel olmanın yolu, bu dünyadaki amellerimize bağlı.

Kader, güzeldir. Perde arkasını görebildiğimiz oranda anlıyoruz bunu. Madem ilahi takdirin sırlarını anlamaktan aciziz, şu halde Allah'a teslim olalım.

O, “neylerse güzel eyler”; başımıza zahiren çirkin bir hal gelirse, bilelim ki, ya bizim hayatımızdan dolayıdır veya imtihan içindir.

Çirkinlik bize, güzellik kadere ait (Kulluğum Sultanlığımdır, Ömer Sevinçgül)

Kader ve Kaza

Kader; yüce Allah’ın olacakları önceden bilip yazmasına, kaza ise bu yazılanların gerçekleşmesine denir... Ancak alınyazısı olarak nitelenen kader bizim elimizi kolumuzu bağlamış değildir... Kuşkusuz Allah’ın bilgisi dışında hiçbir şey yoktur, bundan dolayı O’nun (bizim için bir boyut olan) geleceği de bilip yazması kanıksanacak bir durum değildir...

Allah bildiğini yaratmasaydı, hiçbirşey yaratmaması gerekirdi... Demek ki “bilmek yaratmaya engel değildir”; tıpkı bizim, sonucunu bile bile birçok davranışta bulunmamız gibi... Burada önemsenmesi gereken ayrıntı şudur; alınyazımız ve bütün diğer olaylar Allah bildiği için gerçekleşmez, gerçekleşeceği için Allah bilir...

Örneğin bilim adamlarının ayın tutulacağını bilip yazmaları ya da bizim yarın güneşin doğacağını bilmemiz ayın tutulmasını veya güneşin doğmasını gerektirmez, bu olaylar gerçekleşeceği için biz biliyoruz, bildiğimiz için gerçekleşmiyorlar; malum ilme değil, ilim maluma tabidir...

Evet, önceden bilinmeleri onları etkilemiyor; aynı biçimde Yaratıcımız sonsuz bilgisi ile bizim ne yapacağımızı bilip yazmış... Biz de kendi başımıza yeryüzü uzayında iyilikler ve kötülükler arasında dönüp duruyoruz... Ne zaman kötülüğe, ne zaman iyiliğe tutulacağımız bizce bilinmez ama elimizde olan bir durum... Bu noktada kişisel istencimize (cüz'i irade) değinmek istiyorum;

Evet, hepimizin belli bir yapabilirlik gücü var ancak bu sınırsız değil... Aklımız bütün konuları algılayamadığı gibi istencimiz ve gücümüz de bütün istediklerimizi yapabilmemize yetmiyor... Bu yetersizlik nedeniyle aklımızı yok sayamayacağımız gibi, istencimizi de yok sayamayız... Kişisel istencimizin varlığını gösteren kanıtlara geçmeden önce tersini savunabilecek olanlara şu konuları anımsatmak isterim;

Eğer kişiler (soluk alma, acıkmak, uyumak gibi istekdışı durumların ötesinde) yaptıklarını kendi istekleri dışında yapıyor olsalardı, suç işleyenler cezalandırılmazdı... Dini inanca göre de insanlara cennet ile cehennem seçenekleri sunulmaz, en kötüsü iyi ile kötüyü ayırabilen AKIL verilmezdi...

Eğer yaptıklarımız zorlama ile, doğrudan Yaratıcı’nın etkisiyle olsaydı (ki, O’nun iradesi bizim üstümüzdedir ve bize belli ölçüde özgürlük tanımıştır) aramızda fark kalmazdı, gelmiş geçmiş bunca bireyin övülmesi ya da yerilmesi anlamsız olurdu ki, bunun mantıklı bir tarafı yoktur...

Kişinin usu (akıl), istenci (irade) ve düşünebilme yeteneği vardır; siz elinizi ateşe sokup sokmamanın doğruluğuna karar verebilirsiniz. Kişi, bu karar verebilme gücü olduğu için yaptıklarından sorumludur... Kişiye gücünün yettiğinden fazlası da yüklenmiş değildir...

Evet, Allah’ın bilip yazmasıyla kader, bizim dilememiz ve Allah’ın kendi dilediğine göre yaratmasıyla da kaza oluşur... Bu noktada gördüğümüz düşlerin de alınyazısının kanıtlarından birisi olduğunu belirtmek istiyorum... Gelecekle ilgili gördüğümüz düşlerin (rüya) bazan bütünü bazan da belli bir bölümü (rüyanın doğruluğuna göre) gerçekleşir, bu da alınyazımızın önceden bilinip yazıldığını çok açık bir biçimde göstermektedir... Kuran’ın ve Hz.Muhammed’in bizlere bildirdiği gelecekle ilgili bilgilerin olduğu gibi çıkması da kaderin varlığını kanıtlamaktadır; eğer kader olmasaydı, bunlar nereden bilinecekti? Şimdi de konunun diğer boyutuna gelelim, işte cüz’i irademizin varlığını kanıtlayan birkaç gerçek;

Kişisel İstencin (Cüz’i İradenin) Varlığını Kanıtlayan Olaylar

1. Hepimiz davranışlarımızda özgürüz, yaptıklarımızı istencimizle yaparız... Örneğin yemek yemek ya da yememek, kitap okumak ya da okumamak, yürümek ya da oturmak gibi davranışları istediğimiz anda yapabilmemiz, alınyazısıyla bağlı olmadığımızı açıkça göstermektedir. Evet, istediğimiz gibi elimizi, kolumuzu, ayağımızı hareket ettirebiliyoruz, zincirlerle bağlanmış değiliz...

2. Yaptığımız yanlışlardan üzüntü duymamız, ya da yanlıştan geri dönebilmemiz de kişisel istencimizin varlığını kanıtlamaktadır... Eğer zorla yapıyorsak, ne diye üzülelim ki? Yani pişmanlık duygusu insanın irade sahibi bir varlık olduğunun kanıtıdır...

3. Birisi bizi bir yere çağırdığında gidip gitmemeye kendimiz karar veririz... Doğamız gereği de iyi yerlere gitmeyi yeğleriz... Peki bu seçimi bizden başkası mı yapıyor?..

4. Suç işleyen kişilere “sen bu işi kendi isteğinle yapmadın, zorla yaptırıldın” denilebilir mi? Ya da suç işlediğimizde “ne yapayım, kaderimde varmış" diyebilir miyiz?.. Evet, herkesin doğru ile yanlışı seçme özgürlüğü ve dolayısıyla da sorumluluğu vardır...

5. Dinimize göre akıllı kişiler sorumludurlar, delilerse sorumsuzdur; peki bizi onlardan ayıran, akıllılığın gereği olan nedir? Seçim olanağı sağlaması değil mi? Evet, düşünce ve aklın, istek ve iradenin varlığına karşı çıkmak hiç de akıllıca bir davranış olmayacaktır ki, bu karşı çıkma olasılığı bile özgür irademizin bulunduğunu gösterir...

Evet, “nasılsa acıkacağım öyleyse yemeyeyim” görüşü gibi, “nasılsa ne yapacağım biliniyor, öyleyse oturayım” denemez... Böyle diyen kişi, kendi aklını ve yapabilme gücünü inkar ediyor demektir... Ayrıca bu açıdan bakarsak her şeyi bilen Allah’ın hiçbirşeyi yaratmaması gerekirdi ki, bu da olacak iş değildir...

“Bildiğini yapmaya ne gerek var?” diyen kişinin kendisi bile sonucunu bildiği nice işleri belki de onlarca, yüzlerce kez tekrarlarken, “Allah sonunu biliyorsa neden yaratıyor?” diyebilmektedir!.. Oysa varlık nedenimiz yalnızca sınanmak değildir, sınav ise insanın yeteneklerinin ortaya çıkması ve hayatının olgunlaştırılması içindir...

Son olarak şunu belirteyim; seçici biz olmamıza karşın yaratan Allah'tır... Bu noktada dilerse yaratmaya da bilir... Bu yüzden O'nun istenci ve dilemesi kuşkusuz bizim üzerimizdedir ancak bizi hiçbir zaman zorunlu kılmamıştır... Yoksa hiç kuşkusuz yaşamamızın da sınanmamızın da bir anlamı olamazdı...

Düşünce Pınarı

“Kadere iman eden, kederden emin olur” Hadis

“Kaza geliyorum demez” sözü, kaderin bilinemeyeceğini ne güzel ispat ediyor... Akif Cemil

“Mümin, kader-i ilahinin tecelliyatında zulüm olmadığını, zahiri sebeplerin birer bahane olduğunu bilir. Kusurlarından tevbe ve istiğfar eder” Hulusi Yahyagil

“Bizim ölçümüz maziye kader, istikbale irade açısından bakmaktır” Fethullah Gülen

“Tesadüf, inançsızların kadere taktığı isimdir...” Ali Suad

“Dertli ne ağlayıp gezersin burda, Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür; Nice dertli kondu göçtü burada, Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür” Yunus Emre

“İhtiyat, tevekküle mani değildir” Kenan Rifai

“Çareyi tedbirde sanmak ne gaflet! Deveni hem bağla, hem tevekkül et!” Necip Fazıl

“Birşey kazanmanın pazarlığında değildir inananlar!... Öyle olsa, “ihlas” denen cevher elden düşer, parça parça olur. Hem, ne sermayesi var ki pazarlık etsin?..” Selahaddin Şimşek

“Zaman gösterdi ki; Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil” Bediüzzaman

“Filozof öyle bir pilottur ki, cennete götürmek isterken cehenneme sürükler” Bernard Shaw

“İnanmamak ahirete gitmeye değil, cennete girmeye engel!..” Alaaddin Başar

“Dikkat et “hayatım”, kayarsın!..” Selim Gündüzalp

“Cennet ve cehennemle ilgili ileri-geri sözler söylemek istemem, çünkü ikisinde de dostlarım var” Mark Twain

“Allah insanlara cehenneme gitme özgürlüğü de vermistir!” Ali Suad

“Evet Rabbimizi, rahmetiyle severken, celalinden, azabından ve adaletinden de korkarız, kulluk edebi bunu gerektirir...” F. Gülen

“Cehennemden kaçan, cennete koşar” Alaaddin Başar

“Zalimler için yaşasın Cehennem!” Bediüzzaman

“Bizim unuttuklarımız bile kaydediliyor!..” Ali Suad

“Midesinin hakkını hiç unutmayan insan, iradesinin de hakkını vermeli” F. Gülen

Küfür ve Kafir Kavramları

a. Küfür

« İnsanlar bir tek ümmettiler, sonra ayrılığa düştüler. » Yunus, 19

« İnsanlar bir tek ümmetti. Allah “cc” peygamberleri mujdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak Kitablar indirdi. Ancak Kitab verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah, inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah dilediğini doğru yola eriştirir. » Bakara, 213

Bu ayetlerden de anlaşılıyor ki, insanlar adalet ve hak karşısında iki topluluğa ayrılmaktadırlar. Bir bölümü azgınlık ve kıskançlık eğilimlerini kullanıp, adaletsizlik ve haksızlık üzerine kurulu bir dünya görüşünü (ideolojiyi) benimserler. Açıkçası tarihin çeşitli devirlerindeki ekonomik ve sosyal yapıya bağlı olarak, insanları köle yaparlar (feodalite), emeği sömürürler (kapitalizm), hak-hukuk tanımadan sömürgeci bir dünya sistemini kurmak isterler (emperyalizm) Buna karşın bazı insanlar Allah'ın onlara verdiği maddi-manevi yetenekleri insanların hizmetinde kullanırlar; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydası dokunandır”

Sosyal adalet prensiplerine uygun bir biçimde, emeği temel alarak kazanır ve israf etmeden, maddeyi (malı) insan mutluluğunun amacı değil, aracı görerek (90/17-20) ilahi tekamül yolunda ilerler.

Kuran müşrik tipini de varlık bünyesinde birliği, ahenk ve huzuru parçalayan çirkin ve negatif bir kuvvet olarak görür, çirkinliğine (manevi pislik) dikkati çeker. (Tevbe, 28)

b. Küfr (Kafir) ne demektir?

Sanıldığı gibi küfür basit bir inkar değildir... Bu kavramın içinde düşünsel ve eylemsel bir olumsuzluk bulunmaktadır. İmanın iyi anlaşılması için onun tersi olan ve ondan önce gelen “küfr” kavramının iyi bilinmesi ve iyi tahlil edilmesi gereklidir.

Küfr, “Ke-Fe-Ra” eylem kökünden mastar olup, sözlükte “bir şeyi örtmek” demektir. Bu açıdan düşünüldüğünde kafir yüce değerlerin özünü, özündeki güzelliği ve mükemmelliği örten anlamını taşır... Bazı ibadetler ve tevbe, birtakım günahları örttüğünden bunlara “keffaret” denilmiştir.

Küfrün nitelikleri ve oluşumları nasıldır?

İnsan benliğin olumsuz yanından dolayı unutkan ve haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda da sahip olduğu nimetlerin ve musibetlerin Allah'tan olduğu gerçeğini gizlemeye kalkışır.

Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni “aşırı nimetler, zenginlik, mal, evlat ve refah içinde yüzme”, diğeri ise “darlık ve sıkıntı içinde bunalma”dır.

Bunlardan birincisi şükretmenin en önemli nedenidir. Bu yüzdendir ki, zenginler daha çok kafirlerdir. Bir başka deyişle; kafirler daha çok zenginler içinden çıkar; çünkü onlar zenginliklerinin ve içinde bulundukları refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup, akıl ve becerilerinden kaynaklandığını sanırlar (43/33-5).

İnsan bazan darlık ve sıkıntı anında da küfürde bulunabilir (Şura 48) İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah anında tiksindirici bir istiğna (kendini kendine yeterli görme) ve şımarıklıkla ya da umutsuzlukla insan, Allah'a karşı kafir kesilir; demek ki, küfrün temelinde aynı şirkte olduğu gibi bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğna vardır. Küfr “Allah'ı hakkıyla tanımamak, O'nun verdiği nimetlerin O'ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir”

İnsan fiziki yapısını beğenir ve şükredeyim diye “Allah beni güzel yarattı” demez de “ne kadar güzelim” der ve insanlar karşısında güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerinin bütünüyle Allah'tan olduğunu unutur; insanların içine çıkıp “şunu şöyle yaptım, şu kadar yetenekliyim” der. Fakat “Allah bana bu beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları verene teşekküren O’nun yolunda kullanayım” diye düşünmez.

Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler içindedir. Hz.Süleyman gibi « Bu Rabbimin fazlındandır, şükür mü edeceğim, yoksa küfür mü diye beni denemek için, kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse muhakkak Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir » (Neml, 40) demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi gerekirken, Karun gibi “Bu bana bilgimden dolayı verildi” der.

Hele bir güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde azgınlık eder ve tam bir tağut kesilir. İnsanın bu şekildeki küfrüne haset, hırs, kibir gibi olumsuz nitelikler de eklenince artık Allah düşüncesini zihninden atmaya, O'nu adeta evrenden de silmeye ve yok saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık delillerle bildirilen Allah'ın ayetlerinden bazılarını örtmeye girişir, kitaplarını ya da gönderdiği elçileri, ahireti, melekleri, kaderi, elçilerin getirdiği esaslardan birini ya da birkaçını kabul etmemeye yönelir...

Allah'ı, ayetlerini ya da hükümlerini örten, daha çok da Allah'ı evrenden silmeye çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri “yok” sayan, evrenin yaratılışını, meydana gelen olayları rastlantı, zorunluluk gibi birtakım hayali etkenlere bağlayan, bilmeden her zerreyi ilahlaştıran veya Allah'ın ayetlerinin birini, birkaçını ya da tamamını bu şekilde tanımamaya yönelenlerin artık, kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez (muhakemeleri sağlıksızdır), dilleri hakkı söylemez duruma gelir (Araf 101,179).

Görülüyor ki, küfür düşünsel ve eylemsel bir negatifliktir. Buna karşılık iman varlık ve oluş noktasında olumluluğu, pozitifliği içinde barındırır, yani iman; pozitif kutuptaki düşünsel ve fiili bir kategoridir!..

c. Kafir - Hayvan

Hayvanların yaşamı yeme-içme, üreme, uyuma, beslenme, büyüme ve ölme üzerine kurulmuş olup düşünme, hissetme, eşyanın iç anlamını kavrama kaygıları ve çabaları yoktur. Onlar için her şey maddidir. Hayat maddi zevkleri tatmin etmekten ibarettir. Yani tabir caizse felsefeleri “Ye, iç, yat. Ölüm yokluktur, toprak olup gidiyoruz” anlayışı üzerine kuruludur. Kafir de ruhundaki ilahi özü örttüğünden dolayı her şeyi maddede görür ve bu felsefi anlamda hayvan ile ortak bir çizgide buluşur. (İlginç Sorular, İsmail Acarkan, Vural Yayınları)

Evet, bireyin bir ottan ya da bir itten farkı olsa gerektir... İnançsız kimse ise kendisini bitki ya da hayvan yerine koymaya kalkışmakta; taşıdığı sorumluluktan, omuzlaması gereken yükümlülükten kaçmak istemekte, koşulsuz ve sınırsız bir özgürlük peşinde hayvanlar gibi başıboş olmaya çalışmaktadır... Oysa evrendeki bütün varlıklar bireyin hizmetine verilmiş, bunun karşılığında da ondan kulluk yapması istenmiştir, dolayısı ile sorumludur ve bu sorumluluğun bilincinde olmak durumundadır... Bitki ve hayvanlardan yaratılışı gereği en temel farkı sorumlu olmasıdır; bu sorumluluktan kaçan kişi ise kendini alçaltmış olmaktadır...

Günümüzde “sınırsız özgürlük” peşinde ne iğrençliklerin yapıldığı ortadadır, birey bu durumu ile gerçekten hayvanlardan bile aşağı düzeylere inmekte, o güzel yaratılışını tersine çevirmektedir... Bu da olmaması gereken bir durumdur... Evet, bireye düşen alçalmaya değil, yükselmeye çalışmaktır ve bu noktada da en güzel örneğimiz Hz.Muhammed'tir; ne mutlu örnek alabilene!..

İslam Hukukunda Kadına Tanınan Haklar

Kadınlar, layık oldukları mevki ve değeri İslam dini ile kazanmışlardır. Tarih boyunca özledikleri huzur ve saadete ulaşmışlardır. İslam hukuku kadın ve erkek münasebetinde ifrat ve tefrit uygulamaları kaldırmış, iki cins arasında tam bir denge ve ahenk kurmuştur.

İslam'a göre Allah'ın kulu olmaları bakımından kadınla erkek tamamen eşittir. Hz.Peygamberin ifadesiyle: “Kadın-erkek bütün insanlar, bir tarağın dişleri gibi birbirlerine eşittirler”. Kadın-erkek bir bütünün iki parçasıdır. Birbirini tamamlarlar. Şu ayet bunu çok güzel ifade etmektedir;

« Kadınlar sizin elbiseniz, örtünüz; siz de onların elbisesi, örtüsüsünüz »

Bu ayeti iki şekilde anlamak mümkündür: İki açıdan sizler birbirinizin elbisesi mesabesindesiniz, bir taraftan elbise gibi yekdiğerine sarmalaşırsınız, diğer cihetten de elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi herbiriniz diğerinin ayıplarını örter, eksikleri tamamlar, biri birisiz olmaz.

O halde erkek mi üstün kadın mı üstün münakaşası bile İslam'a göre yersizdir. Yine Kuran'ın açıklamasına göre, erkeğin kadında bulunmayan birtakım yaratılıştan meziyet ve üstünlükleri bulunduğu gibi, aynı zamanda kadının da erkekte bulunmayan yaratılıştan bazı meziyet ve üstünlükleri mevcuttur. Bu sebeple her ikisi de ayrı ayrı yönlerden birbirine muhtaçtırlar ve bu şekilde erkekle kadın yaratılış itibariyle birbirinden farklı ve karşılıklı üstünlüklere sahiptirler. Aynı noktalarda mukayeseye kalkışmak yanlış sonuçlara götürür.

Yapılacak iş Kuran'ın şu düsturunu dinlemektir; özellikle erkeklerle kadınlar arasında yekdiğerinizin makamına göz dikerek kıskançlık ve kötü arzular beslemeyiniz, rekabet edip üstünlük taslamayınız. Allah'ın bazısına diğerinden fazla olarak bahşettiği üstünlükleri temenniye de kalkışmayınız. Erkekler çalışma ve emeklerinin karşılığını alacaklar, kadınlar da çalışma ve emeklerinin karşılığını göreceklerdir...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:26 am

1. İslam'ın kadın lehine ortadan kaldırdığı bazı adetler

Yahudi ve hristiyanların inancı olan kadının lanetli olduğu görüşünü İslamiyet reddetmiştir. Cahiliye adetlerinden biri olan kız çocuklarının diri diri gömülmesini şiddetle yasaklamıştır. Hz.Peygamber; “Hiçbir şeyde uğursuzluk yoktur” buyurarak kadını uğursuz sayma inancını yok etmiştir.

Erkeklere, kadınlara karşı büyük bir şefkat, sevgi ve ihtimam göstermelerini emretmiştir. Hatta kadınlar ile ilgili Kuran'da başlıbaşına sure mevcuttur. Günümüzde de mevcut olan kız çocuklara karşı duyulan nefret hissini yermiş ve Hz.Peygamber “Hediyede çocuklarınızın arasını eşit tutun; eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım” buyurarak, kız çocuklarını övmüştür. Kimin daha fazla hürmete layık olduğunu soran bir sahabiye de üç defa “Annen” cevabını verdikten sonra dördüncüde “Baban” demiştir.

2. Kadına Tanınan Haklar

Şunu hemen belirtelim ki, hak ile görev ayrılmaz iki kardeştirler. Hak varsa görev de bulunacaktır. Kadının hak ve hürriyetlerini başından beri kabul eden ve onun aşağı görülmesini şiddetle kınayan İslam Hukuku, kadına bazı haklar tanıdığı gibi bazı görevler de yüklemiştir. Biz bunları zikretmeden bu meselenin özünü teşkil eden ve Hz.Peygamberin 130.000 kişi huzurunda Veda Haccı'nda irad ettiği hutbesinde yer alan kadınlarla ilgili şu temel kaideyi hatırlatacağız:

“Ey insanlar ve ey ashabım, size kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyyet ederim. Onlar sizin hayat ortağınızdır. Allah'ın size bir emaneti olan bu kadınlarla aile yuvası kuruyorsunuz. Onların sizin üzerinizde hakları ve sizin de onların üzerinde haklarınız mevcuttur, bunlarla iyi geçinmek en önemli borcunuzdur” Yine bir hadisinde de: “Kadınların haklarını yerine getirme hususunda Allah'dan korkunuz. Onların hak ve hürriyetlerine tecavüz etmekten sakınınız. Zira siz onları, Allah'ın emaneti olarak aldınız”

Şimdi bu genellemeden sonra İslam Hukukunda kadına tanınan hakları kısaca gözden geçirelim:

Nafaka Hakkı: Koca, karısının ve karısından doğmuş çocukların nafakasını temin etmekle mükelleftir. Yani kadın kocasından nafakasını talep edebilir. İslam Hukukunda koca, karısının yiyecek, giyecek, mesken ve hizmetçi masraflarını temin etmek zorundadır.

Kadın Evin Masraflarına Katılmaya Zorlanamaz: Kadın ve çocukların infak iaşesi kocaya aittir. Serveti ne olursa olsun kadın evin masraflarına katılmak zorunda değildir.

Kadının Fiil Ehliyeti: İslam Hukukunda kadın tam fiil ehliyetine sahiptir. Kendi şahsi malları üzerinde mutlak tasarruf hakkı mevcuttur. Her çeşit medeni hakları iltizam ve iktisap edebilir. Ayrıca çocuğun erkek ise yedi yaşına kadar, kız ise evleninceye kadar terbiye velayeti de kadına verilmiştir.

Kadının Kocasından İsteyebileceği Diğer Hakları: Kadın kocasından mehir isteyebilir. Ayrıca kocası kadınla iyi geçinmek mecburiyetindedir. Ayrıca kadın istediği zaman, kocasına haber vererek ailesini ziyaret edebilir. Kocanın kadınıyla eğlenmesi, neşelenmesi, meşru eğlencelere müsaade etmesi gerekir. Koca haksız ve sebepsiz yere kadına sert davranamaz. Koca, karısının gerek cinsi hayata, gerekse başka meselelere dair sırlarını ifşa edemez.

Miras Hakkı: İslam'ın doğuş devrindeki bütün Hukuk sistemlerinin (Roma Hukuku müstesna) ve örf-teamül hukukunun tersine İslam Hukuku kadına miras hakkı tanımıştır. Bu, sadece erkek ve kız kardeşler arasındaki ikili birli paylaşma dışında, eşitlik esasına dayandırılmıştır. İkili birli kaidesinin ise mantıki ve ilmi gerekçeleri, hem Kuran, hem de hadislerde açıklanmış bulunmaktadır. Kadının mirasta erkeğe nisbeten az pay alması mutlak değildir...

Kadının Eğitim ve Öğretim Hakkı: İslam toplumunda eğitim ve öğretimin çok önemli bir yeri vardır. Kadın en mükemmel terbiyecidir. Çocukları asıl yetiştiren ve terbiye eden kadındır. Terbiyecinin eğitim ve öğretimden mahrum kalması elbette düşünülemez. Hz.Peygamber, kadınların okuma ve yazma öğrenmelerini daima teşvik ve emretmiştir. İslam tarihinde nice kadın hadisçilerin, edebiyatçıların ve en önemlisi de büyük kadın hukukçuların yetiştiğini zikretmeden geçemeyeceğiz.

Çalışma Hakkı: Kadın kanuni bir işi veya ticareti herhangi bir sınırlama olmadan yapabilir. Belediye hizmetlerinde çalışabilir. Çiftçilik yapması serbesttir. Kendine uygun, meşru olan ve ahlaka zıt olmayan her çeşit mesleği yapabilir.

Bütün bunlardan sonra şunu belirtelim ki, kadın bu haklara sahip olmasına rağmen, evin reisi (yani temel sorumlusu, gözetip kollayıcısı) İslam Hukukuna göre de yine kocadır. Zaten bugünkü klasik hukuk sistemlerinde de benimsenen ilke budur. Bunun böyle kabul edilmesi, bazı hukukçuların iddia ettiği gibi kadın ile erkek arasında fark olduğunun kabulü demek değildir. Kocanın aile reisi olduğunu ifade eden Kuran ayetinin ifadesi de bu iddiayı reddetmektedir. (Ahmet Akgündüz)

Düşünce Pınarı

“Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır” Hz.Muhammed

“Kadını kafesten kurtaracağız, diyenler, onu sokak ortasında kafeslemek isteyenlerdir” Bekir Topaloğlu

“Hangi güzel yüz ki toprak olmadı, hangi tatlı göz ki yere akmadı?”

“Bizim kadınımız yalnızca kocasını cezbedebilir. Başka erkeklere çekici görünmek istemez...” Emine Şenlikoğlu

“Kadınlar zayıftır, ama anneler kuvvetlidir” Victor Hugo

“Kadınlar hakkında birbirinize iyiliği öğütleyiniz” Hz.Muhammed

“Evlenme-boşanma işi sırf kadınların elinde olsaydı, bir tek nikah sağlam kalmazdı” Dostoyevski

“Gurur; bizim olmayanla yaptığımız gösteriş” Ali Suad

“Kadınlar güller gibidir, bir kez açıldılar mı, yaprakları hemen dökülmeye başlar” Shakespeare

“Kadın sendelerse, cemiyet yüzüstü düşer!..” İ. Erdinç

“Kadınların en yanıldıkları nokta, erkeklere benzemek istemeleridir” De Maistre

“Kimde bir güzellik varsa, bilsin ki ödünçtür” Hz.Mevlana

“Bir erkeği terbiye ediniz, bir insanı terbiye etmiş olursunuz. Bir kadını terbiye ediniz, bir aileyi terbiye etmiş olursunuz” Fannie Hurst

“Eşit davranarak değil, hakkını vererek “Adil” olunur...” Ali Suad

“İffet, güzelliğin zekatıdır” Hz.Ali

“Özgürüm, diyenler zevklerinin kölesi olmuş...” Hekimoğlu İsmail

Kölelik Üzerine

Başta şunu bilmek gerekir ki; kaynak açısından kölelik İslama dayanmadığı gibi varlığı da İslamla devam ettirilmemiştir. Kölelik geçmişte ve bugün İslamdışı emperyalist, feodal vs. ideolojilerin eseri olmuş ve bunlarla varlığını devam ettirmiştir. Şimdi Peygamberimiz devrinde toplumsal yapının kölelik boyutuna bakalım. O devirde Arabistan'da ve genel olarak dünyada iki çeşit kölelik vardı;

a) Hür insanları bazı ülkelerden zorla toplayıp köle olarak satmak şeklinde oluşan kölelik,
b) Savaşlarda esir düşenleri köle statüsüne sokarak oluşturulan kölelik...

İlk şekli Allah ve Peygamber tarafından bize aktarılan şu sözle kesin olarak yasaklanmıştır;

“Allah şöyle buyurdu: Üç topluluk vardır ki ben kıyamet günü onların karşısındayım, onların düşmanıyım. Benim düşman olduğum kimsenin durumu ise perişandır. Birincisi benim adıma söz verip sonra sözünden dönen, ikincisi HÜR BİR İNSANI KÖLE YAPAN, üçüncüsü, çalıştırdığı işçinin ücretini vermeyen” Hz.Muhammed “sav” (Buhari)

Böylece İslam hür insanın köle edilemeyeceğini açıkça ifade etmiş, köleliğin tarihsel temelini yıkmıştır. Bu konuda İslam kaynaklarında şunları görüyoruz; « Hepiniz birbirinizdensiniz. » Nisa, 25

“Siz Ademoğullarısınız, Adem de topraktandır”

“Biliniz ki hiçbir Arab'ın Arap olmayana, Arap olmayan kimsenin de bir Araba, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak Allah'a yakınlık, mükemmellik ve arınma iledir” Hz.Muhammed (Taberi)

Bu ayet ve hadisler gösteriyor ki, İslam ırk, renk, soy üstünlüğünü kesinlikle reddetmiştir. İkinci şekildeki kölelik hakkında ise İslamın hükmü şöyledir;

Müslümanlarla savaşan emperyalist ve zalim milletler savaşta ellerine geçen tutsakları karşılıklı olarak salıvermeye yanaşmadıkları takdirde savaş esirlerinin köle yapılmasına izin vardır. (Fakat buradaki köle kavramı tarihteki kölelik kavramından farklıdır; İslam'da köle almak köle olmak gibidir.)

Şimdi konuyu biraz irdeleyelim. Diyelim ki İslam devleti ile emperyalist bir ülke savaştılar ve her iki tarafta da savaş esirleri var. İslam devleti bu durumda esirlerin karşılıklı salıverilmesini teklif eder. Karşı taraf bu teklifi kabul etmezse İslam şu ihtimalleri ortaya koyar;

a) Salıverilmeleri İslam devleti için zararlı değilse, serbest bırakılırlar. Savaş esirlerini iyilik ve ihsan ile salıvermek hayırlı işlerdendir (Muhammed, 4).

b) Esirleri Müslüman ailelerin evlerine yerleştirmek. Burada şunu belirtelim ki;

Batı dünyası, savaş esirleri sorununa toplama kamplarıyla çözüm aramıştır. Buralarda savaş esirleri bütün insani haklardan yoksun bir şekilde karşılıksız çalışmaya zorlanarak ömür boyu hapishane hayatına mahkum edilmektedirler. Buna karşın İslamın getirdiği çözüm yolu, bu esirleri Müslümanlar arasında fert fert dağıtmaktır. Müslümanların hukuki sorumluluğuna verilen bu savaş esirlerinin kanuni statüleri vardır.

Esirlerle Müslümanlar arasında İlahi sevgi ve adalete dayalı olarak kurulan bu ilişki, onların toplumda insanca yaşamalarını ve İslamı her yönüyle tanımalarını sağlamaktadır. Kısacası şunu diyebiliriz ki; İslamdaki kölelikten kasıt savaş esirliğidir. Bunun dışında bir kölelik sözkonusu değildir.

Köleden kasıt, kesinlikle üzerinde sınırsız yetkiye sahip olunan kişi demek değildir...İslam esirlerle ilgili olarak şu sorumlulukları getirmiştir;

1) Elinizin altında bulunan kölelere iyilik ve güzellikle davranın...

2) Köleleriniz kardeşlerinizdir. Kimin kardeşi elinin altında (yani hukuki sorumluluğunda) bulunursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara yapamayacakları işi yüklemesin, zor işlerde onlara yardım edin (Buhari).

3) Kölelerin duygularına saygı ve onun haysiyetini koruma konusunda Hz.Muhammed “sav” şöyle demiştir; “Sizden hiçbiriniz, bu benim kölemdir, bu benim cariyemdir, demesin. Ancak kızım, oğlum veya kardeşim, desin” (Buhari)

4) Onlarla serbest kalmak üzere anlaşma yapılır. Yani belirlenecek bir ücret karşılığında her esir serbest kalma anlaşması yapar. Kuran'ın bu konudaki açıklamasından, kölenin bu konuda getireceği teklifi kabul etmenin zorunlu olduğu anlaşılır (Nur, 33). Ve onlara yaptıkları iş karşılığında ücret ödenmesi gerekir.

5) Karşılıksız olarak serbest bırakılabilirler. Bu konuda bizzat Peygamberimiz 63 köle azat ederek örnek olmuştur. Hz.Aişe 67, Hz.Abbas 70, Hz.Abdullah bin Ömer 100, Hz.Abdurrahman bin Avf 3000 köle azat ederek İslamın bu konudaki anlayışını, uygulamalarıyla gözler önüne sermiştir.

Şu da bilinmelidir ki, Müslümanlar başkalarının kölelerini de satın alıp azat etmişlerdir. Sonuçta Dört Halife devri sona ermeden İslam öncesi köle olanların hepsi hürriyetlerini elde etmiş bulunuyorlardı. Bu sayede tarihten miras alınan kölelik pratikte kaldırılmış oldu.

İslam hür insanların kaçırılıp köle yapılması anlayışını reddederek köleliğin kaynağını kurutmuş, savaş esirliği dışındaki köleliği ortadan kaldırmıştır. Bütün bunlar gösteriyor ki, İslamda kölelik yok, savaş esirliği vardır.

Şöyle bir soru sorulabilir; “İslam niçin ilk anda toplumda bulunan köleleri hemen hürriyetlerine kavuşturma yoluna gitmedi?”

İslam toplum eğitiminde kişisel ve toplumsal yasaları hesaba katarak çözüm yoluna gider. O devirdeki köleler yüzyıllardır kölelik kurumuna sahip bir toplumda yaşıyorlardı.

Bu durum kölelerin üzerinde öyle bir etki yapmıştı ki; tek başlarına karar veremiyor, bir şey yapabilmek için başkasından gelecek emirleri bekliyorlardı. Her zaman emir almaya ve bu emirlerle iş yapmaya alışmışlardı. Tam bir kişisel özgürlük içinde kendi başlarına yaşamaları çok zordu. Hepsi bir konu üzerinde özelleşmişlerdi. Yani kimisi yalnız ekin biçerdi, kimisi yalnız ev temizlerdi, kimisi de yalnız hayvan bakımından anlardı. Bu durumdaki köleler toplumsal hayatın diğer üniteleriyle tam bir temasta olmadıkları için serbest bırakıldıklarında tek başlarına hayatlarını düzenleyemiyorlardı.

Bu insanların hayatın her yönünü bilen ve toplumsal yaşamın her ünitesiyle temasta bulunan birinin gözetiminde eitilmeye ihtiyacı vardı. Yani bu insanların özgürlük bilincine ve kişisel yeterliliğe ihtiyacı vardı. İşte İslam köleye benlik bilinci, insanlık onuru ve özgürlük bilinci kazandırmakla işe başlamış, yüzyıllar süren esirlik kültürünün etkilerini ortadan kaldırarak kağıt üzerinde değil insanların ruhlarında devrim yapmış, böylece köleliği kaldırmıştır. Yani onlara sözde hürriyeti değil gerçek hürriyeti vermiştir.

Aynı toplumsal yapı günümüzde de sözkonusudur. Bugün toplumumuzda faiz, kumar, içki, fuhuş gibi neredeyse kurumsallaşmış bu yapıları bir günde ortadan kaldırmak mümkün değildir. Evet belki bir kararla resmi olarak kaldırılabilir. Ama buna karşın gayrı resmi bir şekilde sosyal hastalıklar toplumu kemirmeye devam eder. Yani görünüşte ortadan kalkarlar, gerçekte tüm boyutlarıyla devam ederler... (Amerikan İç Savaşı düşünülürse İslam’ın bu konuda uyguladığı yöntemin ne denli doğru ve ileri görüşlü olduğu açıkça görülür; orada köleler özgürlüklerine kavuşturulmuşsa da buna hazır olmayan ve gidecek yeri bulunmayan kölelerin çoğu eski efendilerinin yanına dönmüştür, dolayısı ile çözümler hayatın gerçekleriyle ve hedeflerle uyumlu olmalıdır.)

Cariye Konusuna Gelince;

Kadın savaş esirleri konusunda şunları söyleyebiliriz; Savaşta ele geçen kadın esirler düşman elindeki Müslüman esirlerle değiştirilir. Düşman buna yanaşmazsa kad1n esirler İslam toplumunda Müslümanlara dağıtılır.

Kadın esir (cariye) eğer isterse kanuni olarak kendisine bağlı bulunduğu erkekle ilişki kurabilir. Kadın esir kesinlikle başka erkeklerle ilişki kuramaz ve hiç kimse onu fuhşa zorlayamaz. Kendisiyle evlenmek isteyen bir kimse olursa (ve uygunsa) evlendirilir. (İlginç Sorular)

Nuh Tufanı

Kuran, bu olayı tek bir anlatım ile sunmaz; oldukça ayrıntılı ve tamam sayılabilecek bölüm Hud Suresi'nin 25-49. ayetleridir (Ayrıca bakınız; Nuh Suresi ve Şuara, 105-115) Yine Kuran, Tufanı, Allah'ın buyruklarına bütünüyle ve ısrarlı bir biçimde karşı çıkan suç işlemiş toplumlara yöneltilen cezalandırmalardan oluşan genel bir içerik ile bizlere aktarır (Furkan, 35-39; Araf, 59-93) Ayrıca, Tufanı bütünüyle Nuh toplumuna özgü bir felaket olarak dile getirir...

Kuran'da kavimlerin helakı anlatılırken hiçbir zaman için bir kavim yüzünden bütün insanlığın yokedilişinden sözedilmez; bu durumda ya Tufan yalnızca Nuh kavmini kapsamıştır ki, Ankebut Suresi’nin 40. ayeti ve Araf Suresi’nin 64. ayeti de bunu doğrular, ya da o dönemde insanlık sadece Nuh kavminden oluşuyordu ve haksızlıkları karşısında azaba uğratılmışlardır...

Tufan’ın bütün yeryüzünü kapladığını söyleyebileceklerin -ki, Kuran’dan çıkan genel sonuç Tufan’ın bölgesel olduğudur, açıkçası Kuran böyle söylemez- iki dayanağı olabilir; birincisi Hz.Nuh’a “Her hayvandan bir çift yükle” emrinin verilmesi, ikincisi de Hz.Nuh’un, “Yeryüzünde kafir bırakma” diye dua etmesi...

Seyyid Kutub, tefsirinde; “Hz.Nuh'a “Her hayvandan bir çift yükle” şeklinde emir verilirken, onun alabileceği kadar her canlıdan birer çift gemiye bindirerek yanına alması kastedilmektedir... Bundan fazlası, mesnetsiz olarak körü körüne yapılan yorumlardan başka birşey değildir” demektedir (Hud, 40) Alışveriş yapan birisine “Her şeyden birer tane al” denildiğinde kişi ancak taşıyabileceği veya mali gücünün yettiği kadarını alır... Yine bir öğretmenin sınıf başkanına “Bütün öğrencileri dışarı çıkar” derken amacı bütün okulun boşaltılması değil, sınıfın boşaltılmasıdır... Evet, bu emirden kasıt “ne kadar varsa al” değil, “ne kadar alabilirsen o kadar al” demektir ve bunların evcil olması gerekir ki onları alabilsin... En azından şu apaçık bir gerçektir ki, Yüce Allah bu emriyle Hz.Nuh'tan gidip kutuplardan ayıları, çöllerden yılanları vb toplamasını istememiştir... Ondan istenen Tufan'dan sonra kendisine ve beraberindeki müminlere yarar sağlayacak, ihtiyaçlarını giderebilecek hayvan çiftlerini almasıdır...

Yeryüzü anlamına da gelen “Ard” sözcüğü ise Kuran’da toprak parçası, belli bir bölge anlamında da kullanılır... Dahası, bu söz en iyimser bir olasılıkla Tufan'ın yeryüzünde kafirlerin bulunduğu yerlerle sınırlı olduğunu gösterir... Elmalılı en güzelini söylemiş; “Şurası kesindir ki, Hz.Nuh'un peygamber olarak gönderildiği kendi kavminin bulunduğu yerde tufanın umumiliği kesin, bunun ötesi zan ve tahmindir. Buna göre tufanın yerküre üzerindeki alanı o devirde insan ile meskun olan kısımlardır” Sonuç olarak bu iki veri de Tufan'ın bütün dünyayı kapsadığını göstermez...

Hz.Lut'un bir sözünden de “alemler” ile kastedilenin insan toplulukları, diğer kavimler olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır (7/80-81) Eğer insanlık bu gemiye binenlerden üremiş ise, Hz.Nuh'un kavmi bütün insanlığı oluşturuyordu ve Tufan bütün yeryüzünü değil bu kavmin yayıldığı bölgeleri kapsamıştır... Böylece “yeryüzünde kafir bırakma” sözü de yerine gelmiş olur... Ayrıca gemiden inenler ve çoğalanlar bu olayı kendi soylarına anlattıklarından tufan olayı bütün dünyaya yayılmış ve de destanlaşmıştır...

Bana göre Tufan, Hz.Nuh'un toplumunu kapsamıştır; o ve gemisi alemlere ibret kılındığına göre (eğer varsa!) diğer toplumlar (alemler!) tufana yakalanmamıştır; bu ibretin neticesinde her toplumda bir tufan destanı ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır... Çok uzak bölgelerde bile bu tufan olayının bilinmesi tufanın yaşandığı dönemde insanların belli bir bölgede yaygın olarak bulunduklarını gösterir; sonradan kendileriyle birlikte bu ibretli öyküyü de dünyanın değişik bölgelerine taşımışlardır...

Diğer bir bakış açısıyla; Hz.Nuh ile Hz.Adem arasında fazla zaman farkı yoktur, demek ki onun kavmi bütün insanları kapsıyordu ve fazla yayılmış olamazlar, bu durumda Tufan bölgesel olmalıdır... Putperestlik Hz.Nuh'un kavmiyle birlikte başlamıştır ve o bu kavme gönderildiğine göre yeryüzünde bu dönemde kafir olarak yalnız onlar vardı... Öte yandan Hz.Musa ve Firavun döneminde Mısır'a gönderilen felaketlerden birisi de Tufan'dır; bu yüzden Tufan’ın belli bir bölgeyi kapsadığı açıktır, bütün yeryüzünü değil!.. Diğer taraftan; Mezopotamya bölgesinde yaşanmış bir su baskınının varlığı -aşağıda da ayrıntılı bir biçimde ele alınacağı üzere- artık iyice bilinmektedir...

Sonuç olarak, Tufan'ın yerel olduğu görüşünü destekleyen kanıtları şöylece dile getirebiliriz; Dicle ve Fırat dolaylarında büyük bir tufanın olduğu yolunda tarihsel geleneklerin, arkeolojik buluntuların ve jeolojik kanıtların doğruladığı kesin belgeler sözkonusudur; buna karşılık, yeryüzünün diğer bölgelerinde Tufan'ın dünya çapında olduğunu kanıtlayacak herhangi bir delil bulunmamıştır...

Birbirlerinden çok uzak kıtalarda bulunan toplumların bile geleneklerinde bir zamanlar yeryüzünde büyük bir tufanın koptuğu yolunda söylentiler vardır. Bu da bize, atalarımızın bir zamanlar dünyanın belli bir bölgesinde yaşadıklarını gösterir. Bu olaydan sonra yeryüzünün çesitli yerlerine dağılmışlar ve tufan olayını da birlikte götürerek sonraki kuşaklara aktarmışlardır...

Bu konuda Seyyid Kutub son söz olarak şunları söylüyor; “Acaba tufan olayı bütün yeryüzünü mü kaplamıştır, yoksa sadece Hz.Nuh’un peygamber olarak gönderildiği bölgeyle mi sınırlı kalmıştır? Bu bölgenin eski dünyadaki ve yeni dünyadaki yeri neresidir? Bu soruların cevabı gerçekleri yansıtmayan tahminlere dayanır. Bunların kaynağı, sağlıklı bir delile dayanmayan İsrailiyattan başka bir şey değildir. Dolayısıyla Kuran’daki kıssaların hedeflerini açıklamak açısından bu cevapların az veya çok hiçbir değeri yoktur

Ancak buna rağmen şunu diyebiliriz ki, Kuran ayetlerinin görünür anlamından o zamanda yaşayan tüm insanların, Hz.Nuh’un kavminden ibaret olduğunu, onların bulundukları bölgenin o zamanda yeryüzünün tek mamur bölgesi olduğunu, tufanın bütün bu bölgeyi kapsadığını ve gemiye binip kurtulanların dışında bütün canlıları yok ettiğini ifade etmektedir...”

Bir Öykü: 3 Kuğu

Uydurmalarla uyutulmuşluğun sonucunda ortaya atılan yalanlar demeti, bunu kullanan yalancılar ve sonuç: Şeytan Ayetleri masalı!.. Evet, olay şu;

“Sözde” Hz.Muhammed (sav);

« Söyleyin bana Lat ile Uzza'yı! Diğer üçüncüsü Menat'ı! Erkek sizin de, dişi onun öyle mi? » Necm, 19-21

biçiminde Necm Suresini okurken şeytan araya “Bunlar yüce kuğulardır, yardımları umulur” sözünü eklemişmiş de, sonradan Allah “cc” Hz.Muhammed'i “sav” uyararak (bu konuda Hacc 52-53'ü çarpıtarak kaynak olarak gösteriyorlar) durumu düzeltmişmiş! Şimdi öne sürülen metni de ekleyip yeniden okuyalım;

53/19. Söyleyin bana Lat ile Uzza'yı!

53/20. Diğer üçüncüsü Menat'ı!

“Bunlar yüce kuğulardır, şefaatleri/yardımları umulur”

53/21. Erkek sizin de, dişi onun öyle mi?

Görüldüğü üzere, bu durumda ayetlerde hem anlatım bozukluğu, hem de anlamsızlık ortaya çıkıyor... İkinci olarak; 21. ayet tekil iken uydurma metin çoğuldur ki, bundan dolayı da bu savın doğru olması olanaksızdır... Üçüncü olarak; “söyleyin bana” girişinden sonra böyle bir cümle asla gelemez; mantık olarak bir soru cümlesi, bir eleştirel söz gelmelidir... Dördüncü olarak; “Diğer üçüncüsü” söylemi öylesine küçümseyici bir içerik taşımaktadır ki, ardından övücü bir sözün söylenmesi düşünülemez...

En önemlisi de; Kuran'ın diğer ayetleri ve vahiy kavramının içeriği buna izin vermez. Örneğin konumuz olan Necm Suresi’nin ilk ayetlerine bir bakalım;

« O, kendiliğinden konuşmamaktadır. », « Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir. » Necm, 3-4

Demek ki, Hz.Muhammed “sav” yalnızca kendisine indirilen vahyi okur, şurdan-burdan telkin edilen sözleri değil!.. Bu durumda bir başkasının araya söz sokuşturması olanaksızdır... Böyle bir olay kesinlikle gerçekleşmemiştir... Surenin sonunda secde ayeti bulunduğu için belki müşrikler de Hz.Muhammed ile birlikte secde ettikleri için böyle bir uydurma ortaya atılmıştır...

« Şimdi siz bu sözden mi şaşkınlığa düşüyorsunuz? Gülüyorsunuz ve ağlamıyorsunuz. Ve bilinçsizce başkaldırıyorsunuz. Hemen, Allah'a SECDE EDİN ve O'na kulluk edin. » Necm, 59-62

Olayın diğer bir boyutu; inançsızlar Kuran'ın okunmasını engellemek için ellerinden geleni yaparlardı, ayetlerde putlarının kötülendiğini duymaları üzerine onları övücü sözler söylemeleri olasıdır;

« Gerçeği yalanlayanlar: “Bu Kuran'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız” dediler. » Fussilet, 26

Evet, inançsızların yukarıda geçen sözleri söylemeleri çok doğaldır ancak böyle bir söz ile Hz.Muhammed arasında ilgi kurmak bilinçsizlikten kaynaklanan bir davranıştır... Gelelim Hacc Suresi'ne;

« Senden önce hiçbir elçi gelmedi ki o bir şey dilediginde şeytan onun dileğine (tasarısına, dilek ve temenni ettiklerine) bir şey karıştırmış olmasın. Allah, şeytanın karıştırdığını siler, ortadan kaldırır, sonra belgelerini pekiştirir. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Ki şeytanın karıştırdığı şeyler, gönlünde hastalık olanlar ve katı yürekliler için sınav nedeni olsun. Kuşkusuz zalimler (Allah'a inanmayanlar, ortak koşanlar) uzak bir sapıklık içindedirler. Ayrıca kendisine ilim verilenler hakkın Rabb'inden olduğunu bilsinler, iman etsinler de gönülleri O'na yatışsın. Allah kuşkusuz iman edenleri doğru yola iletir. İman etmeyip inkar ve reddedenlere gelince onlara ansızın kıyamet veya çetin bir günün azabı gelinceye kadar Ona karşı şüpheler uyandırırlar, bundan vazgeçmezler. » Hacc, 52-55

Ayette elçilere gelen vahye değil, onların kendi istek ve dileklerine şeytanın karıştığı belirtilmektedir... Bu, elçilerin işlerine engeller çıkarmak istemesi, elçiyi ümitsizliğe düşürmek için vesvese vermesi... gibi durumlardır... Benzer biçimde inananlara da vesvese verir, inançsız ve münafık/ikiyüzlü olanları etkiler ancak Allah bu durumdan elçilerini korur...

Sıradan insanları bile zorlayamayan şeytanın elçilerin üzerinde etkin olması olanaksızdır Ki, şu ayetler onun davranışının niteliğini açıkça gözler önüne sermektedir;

« Allah (şeytana) şöyle dedi: “Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur; kullarımın üzerinde senin bir etkin olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır” » Hicr, 41-42

« Ayetlerimizi çekişmeye dalanları görünce, başka bir söze geçmelerine kadar onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber oturma. » Enam, 68

« Kuran okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. » Nahl, 98

« Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme. Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye ugrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler. » Araf, 199-201

« Allah kendi katından bir güven işareti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalblerinizi pekiştirmek ve sebatınızı artırmak için gökten size su indirmişti. » Enfal, 11

Görüleceği üzere; o büyük aldatıcının yaptığı, elçileri ve inananları yılgınlığa düşürmeye çalışmak, onları iyiliklerden alıkoymak için uğraşmak ve gerçeği görmelerini engellemeye çabalamaktır...

Ruh Var Mı? - Ben Diyen Kim?

Ruhu inkar etmek mümkün değildir. İnkara yeltenenler ne sebep gösterecekler? Göz ile görünüp el ile tutulmamasını mı? Bunlar maddenin özellikleridir, oysa ruh manevidir. Görmemek ise, olmamaya delil değildir.

Aslına bakılırsa, görmeden inandığımız, ama mahiyetini bilemediğimiz varlıklar, görerek kabul ettiklerimizden hiç de az değildir.

Bakterileri, virüsleri, röntgen ışınlarını bir grup mütehassısın dışında hiç kimse görmüyor, ama varlığından da şüphe etmiyoruz. Onların sözleri bize kanaat veriyor. Manevi sahaların da mütehassısları vardır. Yüzbinlerce peygamber ve milyonlarca evliya (ermiş), aynı noktaya parmak basıyor, ruh vardır, diyorlar.

Sevgi, korku, şefkat gibi duyguların varlığından şüphe etmiyoruz, ama bunları asla görmedik. Mahiyetlerini bilmiyoruz. Aklımızı bile göremiyor, ancak eserlerinden anlıyor, fakat inkar da etmiyoruz.

Röntgen ışınlarından bir varlık yaratılsaydı, göz ile göremeyecektik, ama o yine var olmaya devam edecekti.

İnsanda sahip olma duygusu vardır. Benim elim, benim ayağım, benim yüreğim der, herşeye sahip olmak ister. Peki, “ben” diyen kimdir? Atomlar mı, hücreler mi, et mi, kemik mi? Hiçbirinde bu özellik yoktur... “Benim” diyen ruhtan başkası olamaz.

Bu noktada, “Bazan benim ruhum, diyoruz, buna ne dersin?” diye bir itiraz olabilir. Deriz ki, eğer “benim ruhum” sözüyle gerçekten ruhu kastediyorsak, o bize delildir.

Yok eğer, “benim ruhum” derken, ruh kelimesiyle başka bir varlığı, mesela maddi bir uzvu kastediyorsak, o uzuv ruh değildir. Ruh, “benim” diye sahip çıkandır. Her iki halde de, bu söz ruhun varlığını gösterir. Akıl aldanır, ama vicdan aldanmaz. Vicdan1n hükmü kesindir. O, adil bir hakime benzer. İnsan, bir mana ile meşgulken diğer varlıkları unutur. Bedenini de unutabilir, ama kendi varlığının şuurundadır, onu asla unutmaz.

İşte bu hakikatı gören vicdan, ruhun varlığını tereddütsüz kabul eder. Gözlerini kapatıp kendini dinleyen bir insan, maddi varlığının dışında, başka bir özelliğinin de bulunduğunu, “insan” sözüyle kastedilenin şu et ve kemik yığını olmadığını onaylar.

İnsanda çesit çesit duygular vardır. Bunların dereceleri, tonları ve şiddetleri de farklıdır. Korku, ümit, endişe, sevgi, şefkat, merhamet, hırs, nefret, kin, inat bunlardan sadece bazılarıdır. Bu duygular ise, ne maddeye, ne de maddeden oluşturulmuş insan bedenine verilemez.

Beynim korkuyor, kulaklarım endişe ediyor, burnum merhametli, ayaklarım aşık, ellerim inatçı, kemiklerim şefkatli... diyemeyiz, dersek gülünç oluruz. Ruh kabul edilmezse, bu duygulara kim sahip çıkacak?

İnsan iç dünyasını dinlese, sayısız emellerin, arzuların, özlemlerin, dileklerin çığlıklarını işitir. Bu bitmez tükenmez emeller, hasretler, dilekler, sonsuza kadar uzanan arzular nasıl olur da maddeye verilir?

Çiçeği sevmek, baharı beklemek, dostu özlemek, ebediyeti istemek nerede!.. Et, kemik ve kan nerede? (Zafer Dergisi)

Nostradamus ve Daniken Üzerine

Nostradamus'a, 16. yüzyılda yaşamış bir astrolog kahin, müneccim ya da falcı diyebiliriz. Savunucularından Charles Ward'ın deyimiyle “gelecek kötülüklerden” haber veriyor.

Tarihte birçok kimsenin gelecekle ilgili açıklamada bulunduğu görülür. Bunları iki sınıfa ayırabiliriz: Elçiler, bir mucize olarak gelecekten haber vermişlerdir ve söyledikleri aynen doğru çıkmıştır. Kaynakları vahiy, yani ilahi ilimdir. Zamanı yaratan Allah, gönderdiği elçilerini tasdik etmek için, onlara gelecekle ilgili bazı olayları bildirmiştir.

Kahinler ise, bu işi meslek edinmişlerdir. Vahye dayanmayan kişilerin geleceği bilmelerine imkan yoktu. Bu apaçık bir gerçekken, bazı kimseler insanların zaafından yararlanıp, şöhret ve para sahibi olabilmişlerdir. Kehaneti bir kazanç vasıtası olarak kullananların sözlerine ne derece inanılabilir?

“Astroloji; hem geçmişte, hem de günümüzde batıl inançların en derin köke sahip olanıdır”

Bu konuda ciddi araştırmaları ile tanınan Eric Russel, bir kehanetten bahseder ki şöyle: Avrupalı astrologlar, müstakbel bir su baskınından haber verirler ve “Gezegenler balık burcunda biraraya geldiği zaman su dünyayı istila edecek” derler. Herkes korkmaya başlar. Bazı kimseler, güya baskından kurtulmak için kayıklar satın alırlar. Belirtilen zaman gelir ama baskın falan olmaz fakat ne yazık ki, zaman süngeri bu aşikar yalanı da siler ve unutturur. Daha sonra, astronomi alimleri bu konuyu ele alıp incelerler; “gezegenlerin balık burcunda biraraya geleceği” sözünün ilmen mümkün olmadığı kararına varırlar.

Nostradamus gibilerin en iyi dostu, yalanlarını unutturan zamandır... Örneğin, falan tarihte filan adam öldürülecek, derler. Adam gerçekten öldürülürse, bu iyi bir reklam olur. Olay gerçekleşmediği takdirde, bu yalan kısa sürede unutulur, gider.

Nostradamus'un 946 kehanetinden ancak 70 tanesi bir bakıma gerçekleşmiş durumdadır ve buradaki başarı oranı yüzde 7'dir. Bunların da büyük bir çoğunluğu hemen herkesin yapabileceği, gerçekleşmesi olası tahminlerdir. Nostradamus, kehanetlerinde “mukaddes yazıları rehber tutup, astronomik hesaplarla sonuca gittiğini” itiraf etmektedir. Konuyu araştırdığımız zaman ise, onun, “Muhyiddin-i Arabi'nin eserlerinden de bazı haberleri aşırdığını görüyoruz” O büyük velinin, geleceğe ilişkin çeşitli işaretlerini kendi kafasına göre yorumlayarak düzmeceler ortaya çıkarmıştır.

Charles Ward onun hakkında şöyle der: “Bilmecelerle konuşan biridir. Sathi bir hristiyan, samimi bir putperesttir. Önceden yanacağını haber verdiği Pouzin şehrini kendisi yakmıştır!”

Nostradamus belirsiz, çift manalı ve her yoruma açık sözler söylemekte ustadır. İşte Bernard Capp'ın tespiti: “O, sözlerini dramatik bir belirsizliğe büründürmekte mahirdi. Bu yüzden de kehanetleri çağımıza kadar canlı (!) kaldı”

Meşhur araştırmacılardan James Laver'in ifadeleri çok daha ilginçtir: “Yazıları, şiir ve edebiyat kaidelerine uymaz; düzensiz, uydurulmuş kelimelerle dolu birer laf yığınıdır. Şiirlerinden doğru dürüst bir mana çıkarmak mümkün değildir”

Kısacası; Nostradamus, bazı çevrelerce kasıtlı olarak şişirilmiş bir şarlatandır... İşin garip tarafı, Allah, ahiret ve kader gibi belirgin gerçeklere inanmakta güçlük çeken maddeci kafaların, bu fırsatçıların saçma sapan sözlerine ilgi duymaları, hatta inanmalarıdır... Konumuzu Peygamberimizin bir hadis-i şerifiyle noktalayalım: “Bütün müneccimler yalancıdır”

Bir Soytarının Ardından

Daniken'in “Tanrıların Arabaları” adını taşıyan ve bol miktarda reklam edilerek beyinleri bulandıran kitabını duymuşsunuzdur.

Aslen Alman olan Daniken'in İsviçre'de bar işletirken yazmış olduğu kitapta, geçmiş çağlara ilişkin önemli sanat eserlerinin, uzaydan gelenler tarafından yapılmış olduğu ileri sürülmektedir. Daniken'in birçok kişiyi yanıltan bu savları, BBC Televizyonuna ait ekipler tarafından yerinde incelenmiş ve Daniken, daha sonra televizyonda açık oturum şeklindeki bir toplantıya davet edilmiştir.

Araştırmayı yürüten muhabir ve arkeologlar, ilk önce, kitaptaki “füze yöneten adam” savı üzerinde durmuşlar ve Daniken'in füze dediği şeyin, o devrin kralına ait arma olduğunu; oksijen tüpü dediği şeyin ise, bir elbiseden ibaret bulunduğunu belgelerle ispatlamışlardır.

Bu ispat karşısında, Daniken'in bir çok televizyon seyircisini güldüren yanıtı şöyle olmuştur: “Siz inanmayın. Elli sene sonra elbette inanan çıkar”

Daniken'in Büyük Sahra'daki düz ve eski yolların uzaydan gelen füzelerle açıldığı yolundaki savı ise, 80'e yakın arkeolog tarafından incelenmiş ve bunların mevsimlere göre güneşin hareketini gösteren şeritler olduğu kesinlikle anlaşılmıştır.

Daniken'i çok gülünç bir duruma düşüren bu açıklamalardan sonra, Mısır'daki piramidlerin yapılışında, Daniken'in dediği gibi hiçbir insanüstü kuvvetin rol oynamadığı ve bu durumun daha sonraki piramidlerin yapılışında açıkça görüldüğü belirtildi. Ayrıca, bugün hala geçerli olan taş yarma ve taşıma yöntemleri, yerinde çekilen filmlerle gözler önüne serildi. Daniken bunun üzerine, “Ben piramidleri uzaydan gelen insanların yaptığını söylemedim. Onların bıraktığı eserlerle dedelerimizin yaptığını belirttim” demiş; ancak duvar resimlerinden o çağın son derece basit taş aletleri ve kaldıraç sistemleri gösterilince, kızaran yüzünü kameralardan saklamak sorunda kalmıştır.

Daniken'in Güney Amerikalı Dr.Kabrera'nın müzesinde bulunan resimli taşların uzay adamlarından kaldığını iddia etmesi ve bu uzaylıların kalb nakli bile yaptığını söylemesi üzerine araştırmaya koyulan muhabirler, taşları bu şekilde yontup Kabrera'ya satan taş ustası Bazrola'yı, atölyesinde suç üstü yakalamışlardır. Bazrola, uzay resimlerini taş üzerine para karşılığında işlediğini itiraf etmiştir.

BBC televizyonunun bu durumu Daniken'e aktarması üzerine, yazarın verdiği yanıt, tam anlamıyla bir soytarılıktır. Yanıt, aynen şöyledir; “Ben okuyucu toplayıp para kazanmak için bu işleri yaptım. Zaten ilmi keşifler, ilk yapıldığı zaman genellikle kabul edilmez” (Zafer Dergisi)

Düşünce Pınarı

“Karanlık kabirde bir gün yalnız kalacağın hiç aklına gelmez mi?” Yunus Emre

“Geçiyor bulut, geçen ömürdür...” Cahit Zarifoğlu

“İçin daraldığı zaman ölümü hatırla, genişlersin!..” Ömer Bin Abdülaziz

“Her insan ölecek yaştadır!” Cüneyd Suavi

“Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın doğmadı. Öyle ise şu anı değerlendirmek için amele sarıl” Bişr-i Hafi

“Kabri kendine değil, kendini kabre hazırla” Hz. Ebu Bekir

“Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini kırıp geçirmektedir” İmam Gazali

“Diriliş olmasaydı yaşamak upuzun bir ölümdü!..” Cihad Zafer

“Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim” Montaigne

“Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir” Hz.Ebubekir

“Yaşamak, her an yeniden yaratılmaktır...” Ali Suad

“Madem ki bu zenginlik senin, neden ahirete götürmüyorsun?” Franklin

“İyi hazırlan! Ölüm gelince sensiz dönmeyecektir...” Şakik-i Belhi

“Namaz, zamanın zekatıdır...” Akif Cemil

“Hastalıklar, ölümü unutturmayan hakiki dostlardır” Mustafa Ramazanoğlu

“Bir ömür ki bana yetmez, şeytanla paylaşamam!..” Sedat Turan

“Hey gidi yükselenler hey, çukurlar sizi bekliyor” Hekimoğlu İsmail

“Ölümü yokluk görmek, ruhun ufkuna duvar örmektir” Ali Suad

“Zamana kusur buluruz, oysa zaman konuşacak olsa utanırız” İmam Şafii

“Gününü gün edenler, sadece gününü dün ederler” Akif Cemil

“Kundak bir gün öleceklerin sarıldığı kefen; kefen, bir gün doğacakların sarıldığı kundaktır. Karla kaplı yollar bahara gider” Selahaddin Şimşek

Ruh (Benlik), Melek, Şeytan (Aldatıcı) ve Cinni Üzerine

Bu yaratıkların varlığı Kuran ve Hz.Muhammed'in "sav" bildirmesi ile kesindir; dolayısı ile Kuran'ın ve Hz.Muhammed'in doğruluğunu kanıtlayan belgeler bu yaratıkların varlığını da kanıtlayıcı nitelik taşırlar... Varlıkları bizim varlığımız kadar gerçek ve Kuran'ın doğruluğu kadar kesindir...

İnkar yolunu seçenler ne kanıt gösterecekler?.. Bilimin, dinin ve vicdanın ortak görüşüne kim karşı çıkabilir? Evet, bilimsel verilerle ruhun varlığı kesindir ki, ruhbilim adında apayrı bir bilim dalı bulunmaktadır...

İnsanların içine doğan iyi ya da kötü düşüncelerin kaynağı yalnızca kendisi midir? Ruh çağırma olaylarında gelen ruh mudur, yoksa cin midir? Küçük evren olan bireyde benlik, büyük evrende melektir... Varlığın nedeni yaşam ve bilinç olduğuna göre evrenin bilinçli ve yaşam dolu varlıklarla kaplı olmasının neresi yadırganabilir?

Evet, varlığın ışığı yaşam, yaşamın ışığı bilinçtir... Renklerin görünmesi için ışık gerektiği gibi varlığın görülüp bilinmesi için de yaşam ve bilinç gerekmektedir... Varlığın ışığı yaşam ise varlığın bulunduğu her yerde yaşam da bulunacaktır; dolayısı ile evrende meleklerin bulunması yadırganamaz... Onlar başta kulluk görevi olmak üzere bütün görevlerini yerine getirirler, bundan büyüklük de taslamazlar, örnek alabiliyorsak ne mutlu bize!.. Deniz balıklarla dolu olduğu gibi evren de meleklerle doludur...

Tanımlarsak; ruh kişinin canlılık kaynağıdır... Melekler Allah'a kulluk eden ve onun buyruğunun dışına çıkmayan nurani varlıklardır... Cinni, insan gibi sorumlu olan ancak insan kadar üstün olmayan bir tür bilinçli enerjidir... Bunların başına Şeytan, kötülerine şeytanlar denir...

Hz.Adem Bilinçli Madde olan insanın atası olduğu gibi, Şeytan da Bilinçli Enerji olan cinninin atasıdır... İki topluluk da sorumlu kılınmıştır, cinnilerden (çoğulu cindir, dilimizde yanlış olarak çoğul biçimi kullanılır) de inananlar olduğu gibi inanmayanlar da vardır ve bunlar diğerlerine göre daha çokturlar ve “şeytanlar” olarak adlandırılırlar...

Bunları güvenlik güçlerinin eğitim alanlarındaki engellere benzetebiliriz, görünüşte kötü olmalarına karşın kişilerin gelişmesine yol açarlar... Kuşkusuz bu durum inanan insanlar için geçerlidir... Şeytan'ın bize düşman oluşu Allah'a yönelmemiz içindir...

Bu arada onun vesveselerinden de olabildiğince kendimizi arındırmalıyız ancak gücümüzün zorlandığı durumlarda onun oyununa gelmeyelim;

Bazan öyle düşünmek yerine yok olmayı bile yeğleyebileceğimiz düşünceler bize dadanır, eğer bu düşünceler bizi tedirgin ediyorsa imanımızın gücünü gösterir... Euzü besmele çekerek, dualar okuyarak ya da oyalayıcı uğraşlara yönelerek bu vesveselerden kurtulabiliriz...

Bütün evren, yaşam ve bilinçli varlıklar için yaratıldığına göre; şu küçücük dünyada yaşam olur da koskoca evrende nasıl olmaz? Allah boş iş ve savurganlık yapmayacağına göre, meyvesi yaşam olan maddenin bulunduğu her yerde ruhanilerin de bulunması gerekmektedir...

Böylece hem Allah'ın sanatı herkesçe görülecek, hem de her yerde O'na kulluk eden varlıklar bulunacaktır...

Evet, Yüce Allah “varlıkları bilinmek için yarattım” diyor; demek ki, onun yarattıklarının bilincine varan canlılar bulunmaktadır... Dolayısı ile evrenin meleklerle dolu olması yadırganamaz... Bütün bu güzellikleri, bu eşsiz düzeni görecek, bilecek ve beğenecek varlıklar olmadıktan sonra ne işe yarar?

Güzellikler sevene sunulduğu gibi, yiyecekler de aç olanlara verilir... Göklerdeki bunca güzellik bilinçli varlıkları gerektirmez mi? Büyük Patlama ile evrenin çekirdeği tohum verdi, filizlendi ve kocaman bir ağaç oldu; yaşam ise onun en güzel meyvesi, yokluğu evreni bütünüyle anlamsız kılar...

Evet, ağacın meyvesi vardır ancak canlı olan, işe yarayan tek yeri de meyvesi değildir; bütün gövdesi, kökleri, dalları, yaprakları birer canlıdır... Yoksa tek başına meyvenin ortaya çıkması düşünülemez...

« Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu (Allah'ı) tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onlarin tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan'dır. »

Hem, görmemenin yokluğu kanıtlayamayacağı önceden açıklanmıştı; bu varlıklar da bizim görgü, bilgi ve gözlem boyutlarımızın dışındadırlar... Bu durumda onları göremediğimiz için inkar etmemiz mantıklı bir davranış olabilir mi?

Ruh konusuna gelirsek; bir olayı gerçekleşmeden önce algılama, düşünce okuma, kişinin kendisiyle konuşması, rüya görme gibi olaylar hep ruhun varlığını kanıtlamaktadır... Evet, gözümüz kapalıyken gören nedir?

Benzer biçimde ruh çağırma adı altında cinlerle iletişime geçmek de cinlerin varlığını, bunların genelde yalan-yanlış sözleri de onların inanan ve inanmayan olmak üzere ikiye ayrıldıklarını gösterir...

Yine hücrelerimiz sürekli değişirken özümüzün hiç değişmemesi ruhun varlığının en açık belgelerinden birisidir... Evet, bütün bedenimiz ortalama 6 ayda bir değişir ancak düşüncelerimiz, alışkanlıklarımız, yeteneklerimiz, duygularımız, bildiklerimiz, işimiz ve niteliklerimiz değişmemektedir...

Eğer bunlar yalnız maddeye bağlı olsaydı, değişen maddemizle birlikte değişmesi, hatta yok olması gerekmez miydi? Bu durum ayrıca ruhun sürekliliğini kanıtlamaktadır; dolayısı ile “Allah ölüleri nasıl diriltir?” biçimindeki bir soru çok anlamsızdır...

Hücrelerimizin ve beyin işlevlerimizin yapısı benzer olmasına karşın hepimizin aklı, düşüncesi ve dileği farklıdır... Bunu benzer ve değişken hücrelere verebilir miyiz? Evet, insanların nitelikleri, zekaları, bilinçleri, yetenekleri birbirinden farklıdır; bunun kaynağı da ancak ve ancak ruh olabilir...

Bilindiği üzere belli bir düzende çalışan dizgelerde belirli ürünler ortaya çıkar; örneğin bir bilgisayarın ekmek üretmesi düşünülemez... Oysa madde bazında benzer yapıdaki insanların farklılığı ortada, bunu sürekli değişen hücrelere bağlayabilir miyiz? Beynin de ötesinde bir gücün varlığı kesin değil midir?

İşte bu yüzdendir ki, beynimiz ve aklımız ruhu bütünüyle kavrayamaz; hiçbir yapıt ustasını kavrayamaz çünkü...

Beyni yönetenin ruh olması gibi evreni ve evrendeki kuralları yönetenler de meleklerdir... Böylesine eşsiz bir düzeni belirli yasalara bağlamak körlükten başka nedir? Evet, beyin belirli etkileşimlerle çalışıyor ancak onu çalışmaya iten nedir?

Daha önce de açıklandığı üzere insandaki sonsuzluk duygusu ancak sonsuzluğun peşindeki ruhtan kaynaklanabilir, yoksa sınırlı ve ölümlü hücrelerimizden değil!.. Evet, hepimizin isteği sonsuzluk değil mi? Peki hangi sonsuzluğu seçeceğiz, anlatılanların doğruluk oranı kesinlikle yüzde 0'ın üstünde (%100!) olduğuna göre olasılığı bulunmayan düşüncelerin peşinde koşturmak ne kadar mantıklı?

Yine suç işleyen kişilere neden yaptırım uygulanır? Eğer suçlu değişen hücreler ise neden yeni hücrelere kavuşan kişi sorumlu tutulmaktadır? Başka bir deyişle sorumlu tutulan beden midir, ruh mudur? Eğer ruh yoksa o kişinin neyi cezalandırılmaktadır?

Evet, suçlu ne suçu işleyen el, ayak, kol gibi organlarımız ne de bunların işlevini sağlayan hücrelerimiz, ne de beynimizdir... Ruh kabul edilmezse bu durum nasıl açıklanabilir? Ana-baba-çocuk ya da ikiz kardeşlerin ilişkisi değişip duran hücrelerle açıklanabilir mi?

Evet, kızan, gülen, seven, üzülen, beğenen organlarımız ve hücrelerimiz midir, yoksa ruhumuz mudur? Günümüzde insanın bir ikinci bedeninin, enerji bedenin varlığı da kanıtlanmıştır...

Yine gördüğümüz rüyalar ve ruhumuzun yaptığı yolculuklar da hep onun varlığının belgelerindendir...

Evrende yaşam, maddeye bağlı değildir; eğer hayat maddeye bağlı olsaydı, büyük canlıların küçüklere göre daha atak ve gelişmiş olmaları gerekirdi; oysa madde edilgen iken, yaşam ve ruh etkindir... Bu durumda da temel olan görünen değil, görünmeyendir...

Örneğin bu yazı belirli simgelerden oluşmaktadır ancak onun temel özelliği anlamıdır; belli bir anlamı olmadıktan sonra hiçbir önemi yoktur... Peki bu yazdıklarımın anlamı elle tutulur, gözle görünür müdür?

Bunun gibi büyük ve anlamlı bir kitap olan evrende nice manalar ve bunları şakıyan bülbül nitelikli melekler yeralmaktadır... Evet, bizim yanımızda da melekler var; yaptıklarımızı yazıyorlar, bunu hiç unutmayalım; bir gün gelecek yaptıklarımızdan sorguya çekileceğiz...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:26 am

1. İslam'ın kadın lehine ortadan kaldırdığı bazı adetler

Yahudi ve hristiyanların inancı olan kadının lanetli olduğu görüşünü İslamiyet reddetmiştir. Cahiliye adetlerinden biri olan kız çocuklarının diri diri gömülmesini şiddetle yasaklamıştır. Hz.Peygamber; “Hiçbir şeyde uğursuzluk yoktur” buyurarak kadını uğursuz sayma inancını yok etmiştir.

Erkeklere, kadınlara karşı büyük bir şefkat, sevgi ve ihtimam göstermelerini emretmiştir. Hatta kadınlar ile ilgili Kuran'da başlıbaşına sure mevcuttur. Günümüzde de mevcut olan kız çocuklara karşı duyulan nefret hissini yermiş ve Hz.Peygamber “Hediyede çocuklarınızın arasını eşit tutun; eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım” buyurarak, kız çocuklarını övmüştür. Kimin daha fazla hürmete layık olduğunu soran bir sahabiye de üç defa “Annen” cevabını verdikten sonra dördüncüde “Baban” demiştir.

2. Kadına Tanınan Haklar

Şunu hemen belirtelim ki, hak ile görev ayrılmaz iki kardeştirler. Hak varsa görev de bulunacaktır. Kadının hak ve hürriyetlerini başından beri kabul eden ve onun aşağı görülmesini şiddetle kınayan İslam Hukuku, kadına bazı haklar tanıdığı gibi bazı görevler de yüklemiştir. Biz bunları zikretmeden bu meselenin özünü teşkil eden ve Hz.Peygamberin 130.000 kişi huzurunda Veda Haccı'nda irad ettiği hutbesinde yer alan kadınlarla ilgili şu temel kaideyi hatırlatacağız:

“Ey insanlar ve ey ashabım, size kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyyet ederim. Onlar sizin hayat ortağınızdır. Allah'ın size bir emaneti olan bu kadınlarla aile yuvası kuruyorsunuz. Onların sizin üzerinizde hakları ve sizin de onların üzerinde haklarınız mevcuttur, bunlarla iyi geçinmek en önemli borcunuzdur” Yine bir hadisinde de: “Kadınların haklarını yerine getirme hususunda Allah'dan korkunuz. Onların hak ve hürriyetlerine tecavüz etmekten sakınınız. Zira siz onları, Allah'ın emaneti olarak aldınız”

Şimdi bu genellemeden sonra İslam Hukukunda kadına tanınan hakları kısaca gözden geçirelim:

Nafaka Hakkı: Koca, karısının ve karısından doğmuş çocukların nafakasını temin etmekle mükelleftir. Yani kadın kocasından nafakasını talep edebilir. İslam Hukukunda koca, karısının yiyecek, giyecek, mesken ve hizmetçi masraflarını temin etmek zorundadır.

Kadın Evin Masraflarına Katılmaya Zorlanamaz: Kadın ve çocukların infak iaşesi kocaya aittir. Serveti ne olursa olsun kadın evin masraflarına katılmak zorunda değildir.

Kadının Fiil Ehliyeti: İslam Hukukunda kadın tam fiil ehliyetine sahiptir. Kendi şahsi malları üzerinde mutlak tasarruf hakkı mevcuttur. Her çeşit medeni hakları iltizam ve iktisap edebilir. Ayrıca çocuğun erkek ise yedi yaşına kadar, kız ise evleninceye kadar terbiye velayeti de kadına verilmiştir.

Kadının Kocasından İsteyebileceği Diğer Hakları: Kadın kocasından mehir isteyebilir. Ayrıca kocası kadınla iyi geçinmek mecburiyetindedir. Ayrıca kadın istediği zaman, kocasına haber vererek ailesini ziyaret edebilir. Kocanın kadınıyla eğlenmesi, neşelenmesi, meşru eğlencelere müsaade etmesi gerekir. Koca haksız ve sebepsiz yere kadına sert davranamaz. Koca, karısının gerek cinsi hayata, gerekse başka meselelere dair sırlarını ifşa edemez.

Miras Hakkı: İslam'ın doğuş devrindeki bütün Hukuk sistemlerinin (Roma Hukuku müstesna) ve örf-teamül hukukunun tersine İslam Hukuku kadına miras hakkı tanımıştır. Bu, sadece erkek ve kız kardeşler arasındaki ikili birli paylaşma dışında, eşitlik esasına dayandırılmıştır. İkili birli kaidesinin ise mantıki ve ilmi gerekçeleri, hem Kuran, hem de hadislerde açıklanmış bulunmaktadır. Kadının mirasta erkeğe nisbeten az pay alması mutlak değildir...

Kadının Eğitim ve Öğretim Hakkı: İslam toplumunda eğitim ve öğretimin çok önemli bir yeri vardır. Kadın en mükemmel terbiyecidir. Çocukları asıl yetiştiren ve terbiye eden kadındır. Terbiyecinin eğitim ve öğretimden mahrum kalması elbette düşünülemez. Hz.Peygamber, kadınların okuma ve yazma öğrenmelerini daima teşvik ve emretmiştir. İslam tarihinde nice kadın hadisçilerin, edebiyatçıların ve en önemlisi de büyük kadın hukukçuların yetiştiğini zikretmeden geçemeyeceğiz.

Çalışma Hakkı: Kadın kanuni bir işi veya ticareti herhangi bir sınırlama olmadan yapabilir. Belediye hizmetlerinde çalışabilir. Çiftçilik yapması serbesttir. Kendine uygun, meşru olan ve ahlaka zıt olmayan her çeşit mesleği yapabilir.

Bütün bunlardan sonra şunu belirtelim ki, kadın bu haklara sahip olmasına rağmen, evin reisi (yani temel sorumlusu, gözetip kollayıcısı) İslam Hukukuna göre de yine kocadır. Zaten bugünkü klasik hukuk sistemlerinde de benimsenen ilke budur. Bunun böyle kabul edilmesi, bazı hukukçuların iddia ettiği gibi kadın ile erkek arasında fark olduğunun kabulü demek değildir. Kocanın aile reisi olduğunu ifade eden Kuran ayetinin ifadesi de bu iddiayı reddetmektedir. (Ahmet Akgündüz)

Düşünce Pınarı

“Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır” Hz.Muhammed

“Kadını kafesten kurtaracağız, diyenler, onu sokak ortasında kafeslemek isteyenlerdir” Bekir Topaloğlu

“Hangi güzel yüz ki toprak olmadı, hangi tatlı göz ki yere akmadı?”

“Bizim kadınımız yalnızca kocasını cezbedebilir. Başka erkeklere çekici görünmek istemez...” Emine Şenlikoğlu

“Kadınlar zayıftır, ama anneler kuvvetlidir” Victor Hugo

“Kadınlar hakkında birbirinize iyiliği öğütleyiniz” Hz.Muhammed

“Evlenme-boşanma işi sırf kadınların elinde olsaydı, bir tek nikah sağlam kalmazdı” Dostoyevski

“Gurur; bizim olmayanla yaptığımız gösteriş” Ali Suad

“Kadınlar güller gibidir, bir kez açıldılar mı, yaprakları hemen dökülmeye başlar” Shakespeare

“Kadın sendelerse, cemiyet yüzüstü düşer!..” İ. Erdinç

“Kadınların en yanıldıkları nokta, erkeklere benzemek istemeleridir” De Maistre

“Kimde bir güzellik varsa, bilsin ki ödünçtür” Hz.Mevlana

“Bir erkeği terbiye ediniz, bir insanı terbiye etmiş olursunuz. Bir kadını terbiye ediniz, bir aileyi terbiye etmiş olursunuz” Fannie Hurst

“Eşit davranarak değil, hakkını vererek “Adil” olunur...” Ali Suad

“İffet, güzelliğin zekatıdır” Hz.Ali

“Özgürüm, diyenler zevklerinin kölesi olmuş...” Hekimoğlu İsmail

Kölelik Üzerine

Başta şunu bilmek gerekir ki; kaynak açısından kölelik İslama dayanmadığı gibi varlığı da İslamla devam ettirilmemiştir. Kölelik geçmişte ve bugün İslamdışı emperyalist, feodal vs. ideolojilerin eseri olmuş ve bunlarla varlığını devam ettirmiştir. Şimdi Peygamberimiz devrinde toplumsal yapının kölelik boyutuna bakalım. O devirde Arabistan'da ve genel olarak dünyada iki çeşit kölelik vardı;

a) Hür insanları bazı ülkelerden zorla toplayıp köle olarak satmak şeklinde oluşan kölelik,
b) Savaşlarda esir düşenleri köle statüsüne sokarak oluşturulan kölelik...

İlk şekli Allah ve Peygamber tarafından bize aktarılan şu sözle kesin olarak yasaklanmıştır;

“Allah şöyle buyurdu: Üç topluluk vardır ki ben kıyamet günü onların karşısındayım, onların düşmanıyım. Benim düşman olduğum kimsenin durumu ise perişandır. Birincisi benim adıma söz verip sonra sözünden dönen, ikincisi HÜR BİR İNSANI KÖLE YAPAN, üçüncüsü, çalıştırdığı işçinin ücretini vermeyen” Hz.Muhammed “sav” (Buhari)

Böylece İslam hür insanın köle edilemeyeceğini açıkça ifade etmiş, köleliğin tarihsel temelini yıkmıştır. Bu konuda İslam kaynaklarında şunları görüyoruz; « Hepiniz birbirinizdensiniz. » Nisa, 25

“Siz Ademoğullarısınız, Adem de topraktandır”

“Biliniz ki hiçbir Arab'ın Arap olmayana, Arap olmayan kimsenin de bir Araba, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak Allah'a yakınlık, mükemmellik ve arınma iledir” Hz.Muhammed (Taberi)

Bu ayet ve hadisler gösteriyor ki, İslam ırk, renk, soy üstünlüğünü kesinlikle reddetmiştir. İkinci şekildeki kölelik hakkında ise İslamın hükmü şöyledir;

Müslümanlarla savaşan emperyalist ve zalim milletler savaşta ellerine geçen tutsakları karşılıklı olarak salıvermeye yanaşmadıkları takdirde savaş esirlerinin köle yapılmasına izin vardır. (Fakat buradaki köle kavramı tarihteki kölelik kavramından farklıdır; İslam'da köle almak köle olmak gibidir.)

Şimdi konuyu biraz irdeleyelim. Diyelim ki İslam devleti ile emperyalist bir ülke savaştılar ve her iki tarafta da savaş esirleri var. İslam devleti bu durumda esirlerin karşılıklı salıverilmesini teklif eder. Karşı taraf bu teklifi kabul etmezse İslam şu ihtimalleri ortaya koyar;

a) Salıverilmeleri İslam devleti için zararlı değilse, serbest bırakılırlar. Savaş esirlerini iyilik ve ihsan ile salıvermek hayırlı işlerdendir (Muhammed, 4).

b) Esirleri Müslüman ailelerin evlerine yerleştirmek. Burada şunu belirtelim ki;

Batı dünyası, savaş esirleri sorununa toplama kamplarıyla çözüm aramıştır. Buralarda savaş esirleri bütün insani haklardan yoksun bir şekilde karşılıksız çalışmaya zorlanarak ömür boyu hapishane hayatına mahkum edilmektedirler. Buna karşın İslamın getirdiği çözüm yolu, bu esirleri Müslümanlar arasında fert fert dağıtmaktır. Müslümanların hukuki sorumluluğuna verilen bu savaş esirlerinin kanuni statüleri vardır.

Esirlerle Müslümanlar arasında İlahi sevgi ve adalete dayalı olarak kurulan bu ilişki, onların toplumda insanca yaşamalarını ve İslamı her yönüyle tanımalarını sağlamaktadır. Kısacası şunu diyebiliriz ki; İslamdaki kölelikten kasıt savaş esirliğidir. Bunun dışında bir kölelik sözkonusu değildir.

Köleden kasıt, kesinlikle üzerinde sınırsız yetkiye sahip olunan kişi demek değildir...İslam esirlerle ilgili olarak şu sorumlulukları getirmiştir;

1) Elinizin altında bulunan kölelere iyilik ve güzellikle davranın...

2) Köleleriniz kardeşlerinizdir. Kimin kardeşi elinin altında (yani hukuki sorumluluğunda) bulunursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara yapamayacakları işi yüklemesin, zor işlerde onlara yardım edin (Buhari).

3) Kölelerin duygularına saygı ve onun haysiyetini koruma konusunda Hz.Muhammed “sav” şöyle demiştir; “Sizden hiçbiriniz, bu benim kölemdir, bu benim cariyemdir, demesin. Ancak kızım, oğlum veya kardeşim, desin” (Buhari)

4) Onlarla serbest kalmak üzere anlaşma yapılır. Yani belirlenecek bir ücret karşılığında her esir serbest kalma anlaşması yapar. Kuran'ın bu konudaki açıklamasından, kölenin bu konuda getireceği teklifi kabul etmenin zorunlu olduğu anlaşılır (Nur, 33). Ve onlara yaptıkları iş karşılığında ücret ödenmesi gerekir.

5) Karşılıksız olarak serbest bırakılabilirler. Bu konuda bizzat Peygamberimiz 63 köle azat ederek örnek olmuştur. Hz.Aişe 67, Hz.Abbas 70, Hz.Abdullah bin Ömer 100, Hz.Abdurrahman bin Avf 3000 köle azat ederek İslamın bu konudaki anlayışını, uygulamalarıyla gözler önüne sermiştir.

Şu da bilinmelidir ki, Müslümanlar başkalarının kölelerini de satın alıp azat etmişlerdir. Sonuçta Dört Halife devri sona ermeden İslam öncesi köle olanların hepsi hürriyetlerini elde etmiş bulunuyorlardı. Bu sayede tarihten miras alınan kölelik pratikte kaldırılmış oldu.

İslam hür insanların kaçırılıp köle yapılması anlayışını reddederek köleliğin kaynağını kurutmuş, savaş esirliği dışındaki köleliği ortadan kaldırmıştır. Bütün bunlar gösteriyor ki, İslamda kölelik yok, savaş esirliği vardır.

Şöyle bir soru sorulabilir; “İslam niçin ilk anda toplumda bulunan köleleri hemen hürriyetlerine kavuşturma yoluna gitmedi?”

İslam toplum eğitiminde kişisel ve toplumsal yasaları hesaba katarak çözüm yoluna gider. O devirdeki köleler yüzyıllardır kölelik kurumuna sahip bir toplumda yaşıyorlardı.

Bu durum kölelerin üzerinde öyle bir etki yapmıştı ki; tek başlarına karar veremiyor, bir şey yapabilmek için başkasından gelecek emirleri bekliyorlardı. Her zaman emir almaya ve bu emirlerle iş yapmaya alışmışlardı. Tam bir kişisel özgürlük içinde kendi başlarına yaşamaları çok zordu. Hepsi bir konu üzerinde özelleşmişlerdi. Yani kimisi yalnız ekin biçerdi, kimisi yalnız ev temizlerdi, kimisi de yalnız hayvan bakımından anlardı. Bu durumdaki köleler toplumsal hayatın diğer üniteleriyle tam bir temasta olmadıkları için serbest bırakıldıklarında tek başlarına hayatlarını düzenleyemiyorlardı.

Bu insanların hayatın her yönünü bilen ve toplumsal yaşamın her ünitesiyle temasta bulunan birinin gözetiminde eitilmeye ihtiyacı vardı. Yani bu insanların özgürlük bilincine ve kişisel yeterliliğe ihtiyacı vardı. İşte İslam köleye benlik bilinci, insanlık onuru ve özgürlük bilinci kazandırmakla işe başlamış, yüzyıllar süren esirlik kültürünün etkilerini ortadan kaldırarak kağıt üzerinde değil insanların ruhlarında devrim yapmış, böylece köleliği kaldırmıştır. Yani onlara sözde hürriyeti değil gerçek hürriyeti vermiştir.

Aynı toplumsal yapı günümüzde de sözkonusudur. Bugün toplumumuzda faiz, kumar, içki, fuhuş gibi neredeyse kurumsallaşmış bu yapıları bir günde ortadan kaldırmak mümkün değildir. Evet belki bir kararla resmi olarak kaldırılabilir. Ama buna karşın gayrı resmi bir şekilde sosyal hastalıklar toplumu kemirmeye devam eder. Yani görünüşte ortadan kalkarlar, gerçekte tüm boyutlarıyla devam ederler... (Amerikan İç Savaşı düşünülürse İslam’ın bu konuda uyguladığı yöntemin ne denli doğru ve ileri görüşlü olduğu açıkça görülür; orada köleler özgürlüklerine kavuşturulmuşsa da buna hazır olmayan ve gidecek yeri bulunmayan kölelerin çoğu eski efendilerinin yanına dönmüştür, dolayısı ile çözümler hayatın gerçekleriyle ve hedeflerle uyumlu olmalıdır.)

Cariye Konusuna Gelince;

Kadın savaş esirleri konusunda şunları söyleyebiliriz; Savaşta ele geçen kadın esirler düşman elindeki Müslüman esirlerle değiştirilir. Düşman buna yanaşmazsa kad1n esirler İslam toplumunda Müslümanlara dağıtılır.

Kadın esir (cariye) eğer isterse kanuni olarak kendisine bağlı bulunduğu erkekle ilişki kurabilir. Kadın esir kesinlikle başka erkeklerle ilişki kuramaz ve hiç kimse onu fuhşa zorlayamaz. Kendisiyle evlenmek isteyen bir kimse olursa (ve uygunsa) evlendirilir. (İlginç Sorular)

Nuh Tufanı

Kuran, bu olayı tek bir anlatım ile sunmaz; oldukça ayrıntılı ve tamam sayılabilecek bölüm Hud Suresi'nin 25-49. ayetleridir (Ayrıca bakınız; Nuh Suresi ve Şuara, 105-115) Yine Kuran, Tufanı, Allah'ın buyruklarına bütünüyle ve ısrarlı bir biçimde karşı çıkan suç işlemiş toplumlara yöneltilen cezalandırmalardan oluşan genel bir içerik ile bizlere aktarır (Furkan, 35-39; Araf, 59-93) Ayrıca, Tufanı bütünüyle Nuh toplumuna özgü bir felaket olarak dile getirir...

Kuran'da kavimlerin helakı anlatılırken hiçbir zaman için bir kavim yüzünden bütün insanlığın yokedilişinden sözedilmez; bu durumda ya Tufan yalnızca Nuh kavmini kapsamıştır ki, Ankebut Suresi’nin 40. ayeti ve Araf Suresi’nin 64. ayeti de bunu doğrular, ya da o dönemde insanlık sadece Nuh kavminden oluşuyordu ve haksızlıkları karşısında azaba uğratılmışlardır...

Tufan’ın bütün yeryüzünü kapladığını söyleyebileceklerin -ki, Kuran’dan çıkan genel sonuç Tufan’ın bölgesel olduğudur, açıkçası Kuran böyle söylemez- iki dayanağı olabilir; birincisi Hz.Nuh’a “Her hayvandan bir çift yükle” emrinin verilmesi, ikincisi de Hz.Nuh’un, “Yeryüzünde kafir bırakma” diye dua etmesi...

Seyyid Kutub, tefsirinde; “Hz.Nuh'a “Her hayvandan bir çift yükle” şeklinde emir verilirken, onun alabileceği kadar her canlıdan birer çift gemiye bindirerek yanına alması kastedilmektedir... Bundan fazlası, mesnetsiz olarak körü körüne yapılan yorumlardan başka birşey değildir” demektedir (Hud, 40) Alışveriş yapan birisine “Her şeyden birer tane al” denildiğinde kişi ancak taşıyabileceği veya mali gücünün yettiği kadarını alır... Yine bir öğretmenin sınıf başkanına “Bütün öğrencileri dışarı çıkar” derken amacı bütün okulun boşaltılması değil, sınıfın boşaltılmasıdır... Evet, bu emirden kasıt “ne kadar varsa al” değil, “ne kadar alabilirsen o kadar al” demektir ve bunların evcil olması gerekir ki onları alabilsin... En azından şu apaçık bir gerçektir ki, Yüce Allah bu emriyle Hz.Nuh'tan gidip kutuplardan ayıları, çöllerden yılanları vb toplamasını istememiştir... Ondan istenen Tufan'dan sonra kendisine ve beraberindeki müminlere yarar sağlayacak, ihtiyaçlarını giderebilecek hayvan çiftlerini almasıdır...

Yeryüzü anlamına da gelen “Ard” sözcüğü ise Kuran’da toprak parçası, belli bir bölge anlamında da kullanılır... Dahası, bu söz en iyimser bir olasılıkla Tufan'ın yeryüzünde kafirlerin bulunduğu yerlerle sınırlı olduğunu gösterir... Elmalılı en güzelini söylemiş; “Şurası kesindir ki, Hz.Nuh'un peygamber olarak gönderildiği kendi kavminin bulunduğu yerde tufanın umumiliği kesin, bunun ötesi zan ve tahmindir. Buna göre tufanın yerküre üzerindeki alanı o devirde insan ile meskun olan kısımlardır” Sonuç olarak bu iki veri de Tufan'ın bütün dünyayı kapsadığını göstermez...

Hz.Lut'un bir sözünden de “alemler” ile kastedilenin insan toplulukları, diğer kavimler olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır (7/80-81) Eğer insanlık bu gemiye binenlerden üremiş ise, Hz.Nuh'un kavmi bütün insanlığı oluşturuyordu ve Tufan bütün yeryüzünü değil bu kavmin yayıldığı bölgeleri kapsamıştır... Böylece “yeryüzünde kafir bırakma” sözü de yerine gelmiş olur... Ayrıca gemiden inenler ve çoğalanlar bu olayı kendi soylarına anlattıklarından tufan olayı bütün dünyaya yayılmış ve de destanlaşmıştır...

Bana göre Tufan, Hz.Nuh'un toplumunu kapsamıştır; o ve gemisi alemlere ibret kılındığına göre (eğer varsa!) diğer toplumlar (alemler!) tufana yakalanmamıştır; bu ibretin neticesinde her toplumda bir tufan destanı ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır... Çok uzak bölgelerde bile bu tufan olayının bilinmesi tufanın yaşandığı dönemde insanların belli bir bölgede yaygın olarak bulunduklarını gösterir; sonradan kendileriyle birlikte bu ibretli öyküyü de dünyanın değişik bölgelerine taşımışlardır...

Diğer bir bakış açısıyla; Hz.Nuh ile Hz.Adem arasında fazla zaman farkı yoktur, demek ki onun kavmi bütün insanları kapsıyordu ve fazla yayılmış olamazlar, bu durumda Tufan bölgesel olmalıdır... Putperestlik Hz.Nuh'un kavmiyle birlikte başlamıştır ve o bu kavme gönderildiğine göre yeryüzünde bu dönemde kafir olarak yalnız onlar vardı... Öte yandan Hz.Musa ve Firavun döneminde Mısır'a gönderilen felaketlerden birisi de Tufan'dır; bu yüzden Tufan’ın belli bir bölgeyi kapsadığı açıktır, bütün yeryüzünü değil!.. Diğer taraftan; Mezopotamya bölgesinde yaşanmış bir su baskınının varlığı -aşağıda da ayrıntılı bir biçimde ele alınacağı üzere- artık iyice bilinmektedir...

Sonuç olarak, Tufan'ın yerel olduğu görüşünü destekleyen kanıtları şöylece dile getirebiliriz; Dicle ve Fırat dolaylarında büyük bir tufanın olduğu yolunda tarihsel geleneklerin, arkeolojik buluntuların ve jeolojik kanıtların doğruladığı kesin belgeler sözkonusudur; buna karşılık, yeryüzünün diğer bölgelerinde Tufan'ın dünya çapında olduğunu kanıtlayacak herhangi bir delil bulunmamıştır...

Birbirlerinden çok uzak kıtalarda bulunan toplumların bile geleneklerinde bir zamanlar yeryüzünde büyük bir tufanın koptuğu yolunda söylentiler vardır. Bu da bize, atalarımızın bir zamanlar dünyanın belli bir bölgesinde yaşadıklarını gösterir. Bu olaydan sonra yeryüzünün çesitli yerlerine dağılmışlar ve tufan olayını da birlikte götürerek sonraki kuşaklara aktarmışlardır...

Bu konuda Seyyid Kutub son söz olarak şunları söylüyor; “Acaba tufan olayı bütün yeryüzünü mü kaplamıştır, yoksa sadece Hz.Nuh’un peygamber olarak gönderildiği bölgeyle mi sınırlı kalmıştır? Bu bölgenin eski dünyadaki ve yeni dünyadaki yeri neresidir? Bu soruların cevabı gerçekleri yansıtmayan tahminlere dayanır. Bunların kaynağı, sağlıklı bir delile dayanmayan İsrailiyattan başka bir şey değildir. Dolayısıyla Kuran’daki kıssaların hedeflerini açıklamak açısından bu cevapların az veya çok hiçbir değeri yoktur

Ancak buna rağmen şunu diyebiliriz ki, Kuran ayetlerinin görünür anlamından o zamanda yaşayan tüm insanların, Hz.Nuh’un kavminden ibaret olduğunu, onların bulundukları bölgenin o zamanda yeryüzünün tek mamur bölgesi olduğunu, tufanın bütün bu bölgeyi kapsadığını ve gemiye binip kurtulanların dışında bütün canlıları yok ettiğini ifade etmektedir...”

Bir Öykü: 3 Kuğu

Uydurmalarla uyutulmuşluğun sonucunda ortaya atılan yalanlar demeti, bunu kullanan yalancılar ve sonuç: Şeytan Ayetleri masalı!.. Evet, olay şu;

“Sözde” Hz.Muhammed (sav);

« Söyleyin bana Lat ile Uzza'yı! Diğer üçüncüsü Menat'ı! Erkek sizin de, dişi onun öyle mi? » Necm, 19-21

biçiminde Necm Suresini okurken şeytan araya “Bunlar yüce kuğulardır, yardımları umulur” sözünü eklemişmiş de, sonradan Allah “cc” Hz.Muhammed'i “sav” uyararak (bu konuda Hacc 52-53'ü çarpıtarak kaynak olarak gösteriyorlar) durumu düzeltmişmiş! Şimdi öne sürülen metni de ekleyip yeniden okuyalım;

53/19. Söyleyin bana Lat ile Uzza'yı!

53/20. Diğer üçüncüsü Menat'ı!

“Bunlar yüce kuğulardır, şefaatleri/yardımları umulur”

53/21. Erkek sizin de, dişi onun öyle mi?

Görüldüğü üzere, bu durumda ayetlerde hem anlatım bozukluğu, hem de anlamsızlık ortaya çıkıyor... İkinci olarak; 21. ayet tekil iken uydurma metin çoğuldur ki, bundan dolayı da bu savın doğru olması olanaksızdır... Üçüncü olarak; “söyleyin bana” girişinden sonra böyle bir cümle asla gelemez; mantık olarak bir soru cümlesi, bir eleştirel söz gelmelidir... Dördüncü olarak; “Diğer üçüncüsü” söylemi öylesine küçümseyici bir içerik taşımaktadır ki, ardından övücü bir sözün söylenmesi düşünülemez...

En önemlisi de; Kuran'ın diğer ayetleri ve vahiy kavramının içeriği buna izin vermez. Örneğin konumuz olan Necm Suresi’nin ilk ayetlerine bir bakalım;

« O, kendiliğinden konuşmamaktadır. », « Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir. » Necm, 3-4

Demek ki, Hz.Muhammed “sav” yalnızca kendisine indirilen vahyi okur, şurdan-burdan telkin edilen sözleri değil!.. Bu durumda bir başkasının araya söz sokuşturması olanaksızdır... Böyle bir olay kesinlikle gerçekleşmemiştir... Surenin sonunda secde ayeti bulunduğu için belki müşrikler de Hz.Muhammed ile birlikte secde ettikleri için böyle bir uydurma ortaya atılmıştır...

« Şimdi siz bu sözden mi şaşkınlığa düşüyorsunuz? Gülüyorsunuz ve ağlamıyorsunuz. Ve bilinçsizce başkaldırıyorsunuz. Hemen, Allah'a SECDE EDİN ve O'na kulluk edin. » Necm, 59-62

Olayın diğer bir boyutu; inançsızlar Kuran'ın okunmasını engellemek için ellerinden geleni yaparlardı, ayetlerde putlarının kötülendiğini duymaları üzerine onları övücü sözler söylemeleri olasıdır;

« Gerçeği yalanlayanlar: “Bu Kuran'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız” dediler. » Fussilet, 26

Evet, inançsızların yukarıda geçen sözleri söylemeleri çok doğaldır ancak böyle bir söz ile Hz.Muhammed arasında ilgi kurmak bilinçsizlikten kaynaklanan bir davranıştır... Gelelim Hacc Suresi'ne;

« Senden önce hiçbir elçi gelmedi ki o bir şey dilediginde şeytan onun dileğine (tasarısına, dilek ve temenni ettiklerine) bir şey karıştırmış olmasın. Allah, şeytanın karıştırdığını siler, ortadan kaldırır, sonra belgelerini pekiştirir. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Ki şeytanın karıştırdığı şeyler, gönlünde hastalık olanlar ve katı yürekliler için sınav nedeni olsun. Kuşkusuz zalimler (Allah'a inanmayanlar, ortak koşanlar) uzak bir sapıklık içindedirler. Ayrıca kendisine ilim verilenler hakkın Rabb'inden olduğunu bilsinler, iman etsinler de gönülleri O'na yatışsın. Allah kuşkusuz iman edenleri doğru yola iletir. İman etmeyip inkar ve reddedenlere gelince onlara ansızın kıyamet veya çetin bir günün azabı gelinceye kadar Ona karşı şüpheler uyandırırlar, bundan vazgeçmezler. » Hacc, 52-55

Ayette elçilere gelen vahye değil, onların kendi istek ve dileklerine şeytanın karıştığı belirtilmektedir... Bu, elçilerin işlerine engeller çıkarmak istemesi, elçiyi ümitsizliğe düşürmek için vesvese vermesi... gibi durumlardır... Benzer biçimde inananlara da vesvese verir, inançsız ve münafık/ikiyüzlü olanları etkiler ancak Allah bu durumdan elçilerini korur...

Sıradan insanları bile zorlayamayan şeytanın elçilerin üzerinde etkin olması olanaksızdır Ki, şu ayetler onun davranışının niteliğini açıkça gözler önüne sermektedir;

« Allah (şeytana) şöyle dedi: “Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur; kullarımın üzerinde senin bir etkin olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır” » Hicr, 41-42

« Ayetlerimizi çekişmeye dalanları görünce, başka bir söze geçmelerine kadar onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber oturma. » Enam, 68
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:27 am

« Kuran okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. » Nahl, 98

« Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme. Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye ugrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler. » Araf, 199-201

« Allah kendi katından bir güven işareti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalblerinizi pekiştirmek ve sebatınızı artırmak için gökten size su indirmişti. » Enfal, 11

Görüleceği üzere; o büyük aldatıcının yaptığı, elçileri ve inananları yılgınlığa düşürmeye çalışmak, onları iyiliklerden alıkoymak için uğraşmak ve gerçeği görmelerini engellemeye çabalamaktır...

Ruh Var Mı? - Ben Diyen Kim?

Ruhu inkar etmek mümkün değildir. İnkara yeltenenler ne sebep gösterecekler? Göz ile görünüp el ile tutulmamasını mı? Bunlar maddenin özellikleridir, oysa ruh manevidir. Görmemek ise, olmamaya delil değildir.

Aslına bakılırsa, görmeden inandığımız, ama mahiyetini bilemediğimiz varlıklar, görerek kabul ettiklerimizden hiç de az değildir.

Bakterileri, virüsleri, röntgen ışınlarını bir grup mütehassısın dışında hiç kimse görmüyor, ama varlığından da şüphe etmiyoruz. Onların sözleri bize kanaat veriyor. Manevi sahaların da mütehassısları vardır. Yüzbinlerce peygamber ve milyonlarca evliya (ermiş), aynı noktaya parmak basıyor, ruh vardır, diyorlar.

Sevgi, korku, şefkat gibi duyguların varlığından şüphe etmiyoruz, ama bunları asla görmedik. Mahiyetlerini bilmiyoruz. Aklımızı bile göremiyor, ancak eserlerinden anlıyor, fakat inkar da etmiyoruz.

Röntgen ışınlarından bir varlık yaratılsaydı, göz ile göremeyecektik, ama o yine var olmaya devam edecekti.

İnsanda sahip olma duygusu vardır. Benim elim, benim ayağım, benim yüreğim der, herşeye sahip olmak ister. Peki, “ben” diyen kimdir? Atomlar mı, hücreler mi, et mi, kemik mi? Hiçbirinde bu özellik yoktur... “Benim” diyen ruhtan başkası olamaz.

Bu noktada, “Bazan benim ruhum, diyoruz, buna ne dersin?” diye bir itiraz olabilir. Deriz ki, eğer “benim ruhum” sözüyle gerçekten ruhu kastediyorsak, o bize delildir.

Yok eğer, “benim ruhum” derken, ruh kelimesiyle başka bir varlığı, mesela maddi bir uzvu kastediyorsak, o uzuv ruh değildir. Ruh, “benim” diye sahip çıkandır. Her iki halde de, bu söz ruhun varlığını gösterir. Akıl aldanır, ama vicdan aldanmaz. Vicdan1n hükmü kesindir. O, adil bir hakime benzer. İnsan, bir mana ile meşgulken diğer varlıkları unutur. Bedenini de unutabilir, ama kendi varlığının şuurundadır, onu asla unutmaz.

İşte bu hakikatı gören vicdan, ruhun varlığını tereddütsüz kabul eder. Gözlerini kapatıp kendini dinleyen bir insan, maddi varlığının dışında, başka bir özelliğinin de bulunduğunu, “insan” sözüyle kastedilenin şu et ve kemik yığını olmadığını onaylar.

İnsanda çesit çesit duygular vardır. Bunların dereceleri, tonları ve şiddetleri de farklıdır. Korku, ümit, endişe, sevgi, şefkat, merhamet, hırs, nefret, kin, inat bunlardan sadece bazılarıdır. Bu duygular ise, ne maddeye, ne de maddeden oluşturulmuş insan bedenine verilemez.

Beynim korkuyor, kulaklarım endişe ediyor, burnum merhametli, ayaklarım aşık, ellerim inatçı, kemiklerim şefkatli... diyemeyiz, dersek gülünç oluruz. Ruh kabul edilmezse, bu duygulara kim sahip çıkacak?

İnsan iç dünyasını dinlese, sayısız emellerin, arzuların, özlemlerin, dileklerin çığlıklarını işitir. Bu bitmez tükenmez emeller, hasretler, dilekler, sonsuza kadar uzanan arzular nasıl olur da maddeye verilir?

Çiçeği sevmek, baharı beklemek, dostu özlemek, ebediyeti istemek nerede!.. Et, kemik ve kan nerede? (Zafer Dergisi)

Nostradamus ve Daniken Üzerine

Nostradamus'a, 16. yüzyılda yaşamış bir astrolog kahin, müneccim ya da falcı diyebiliriz. Savunucularından Charles Ward'ın deyimiyle “gelecek kötülüklerden” haber veriyor.

Tarihte birçok kimsenin gelecekle ilgili açıklamada bulunduğu görülür. Bunları iki sınıfa ayırabiliriz: Elçiler, bir mucize olarak gelecekten haber vermişlerdir ve söyledikleri aynen doğru çıkmıştır. Kaynakları vahiy, yani ilahi ilimdir. Zamanı yaratan Allah, gönderdiği elçilerini tasdik etmek için, onlara gelecekle ilgili bazı olayları bildirmiştir.

Kahinler ise, bu işi meslek edinmişlerdir. Vahye dayanmayan kişilerin geleceği bilmelerine imkan yoktu. Bu apaçık bir gerçekken, bazı kimseler insanların zaafından yararlanıp, şöhret ve para sahibi olabilmişlerdir. Kehaneti bir kazanç vasıtası olarak kullananların sözlerine ne derece inanılabilir?

“Astroloji; hem geçmişte, hem de günümüzde batıl inançların en derin köke sahip olanıdır”

Bu konuda ciddi araştırmaları ile tanınan Eric Russel, bir kehanetten bahseder ki şöyle: Avrupalı astrologlar, müstakbel bir su baskınından haber verirler ve “Gezegenler balık burcunda biraraya geldiği zaman su dünyayı istila edecek” derler. Herkes korkmaya başlar. Bazı kimseler, güya baskından kurtulmak için kayıklar satın alırlar. Belirtilen zaman gelir ama baskın falan olmaz fakat ne yazık ki, zaman süngeri bu aşikar yalanı da siler ve unutturur. Daha sonra, astronomi alimleri bu konuyu ele alıp incelerler; “gezegenlerin balık burcunda biraraya geleceği” sözünün ilmen mümkün olmadığı kararına varırlar.

Nostradamus gibilerin en iyi dostu, yalanlarını unutturan zamandır... Örneğin, falan tarihte filan adam öldürülecek, derler. Adam gerçekten öldürülürse, bu iyi bir reklam olur. Olay gerçekleşmediği takdirde, bu yalan kısa sürede unutulur, gider.

Nostradamus'un 946 kehanetinden ancak 70 tanesi bir bakıma gerçekleşmiş durumdadır ve buradaki başarı oranı yüzde 7'dir. Bunların da büyük bir çoğunluğu hemen herkesin yapabileceği, gerçekleşmesi olası tahminlerdir. Nostradamus, kehanetlerinde “mukaddes yazıları rehber tutup, astronomik hesaplarla sonuca gittiğini” itiraf etmektedir. Konuyu araştırdığımız zaman ise, onun, “Muhyiddin-i Arabi'nin eserlerinden de bazı haberleri aşırdığını görüyoruz” O büyük velinin, geleceğe ilişkin çeşitli işaretlerini kendi kafasına göre yorumlayarak düzmeceler ortaya çıkarmıştır.

Charles Ward onun hakkında şöyle der: “Bilmecelerle konuşan biridir. Sathi bir hristiyan, samimi bir putperesttir. Önceden yanacağını haber verdiği Pouzin şehrini kendisi yakmıştır!”

Nostradamus belirsiz, çift manalı ve her yoruma açık sözler söylemekte ustadır. İşte Bernard Capp'ın tespiti: “O, sözlerini dramatik bir belirsizliğe büründürmekte mahirdi. Bu yüzden de kehanetleri çağımıza kadar canlı (!) kaldı”

Meşhur araştırmacılardan James Laver'in ifadeleri çok daha ilginçtir: “Yazıları, şiir ve edebiyat kaidelerine uymaz; düzensiz, uydurulmuş kelimelerle dolu birer laf yığınıdır. Şiirlerinden doğru dürüst bir mana çıkarmak mümkün değildir”

Kısacası; Nostradamus, bazı çevrelerce kasıtlı olarak şişirilmiş bir şarlatandır... İşin garip tarafı, Allah, ahiret ve kader gibi belirgin gerçeklere inanmakta güçlük çeken maddeci kafaların, bu fırsatçıların saçma sapan sözlerine ilgi duymaları, hatta inanmalarıdır... Konumuzu Peygamberimizin bir hadis-i şerifiyle noktalayalım: “Bütün müneccimler yalancıdır”

Bir Soytarının Ardından

Daniken'in “Tanrıların Arabaları” adını taşıyan ve bol miktarda reklam edilerek beyinleri bulandıran kitabını duymuşsunuzdur.

Aslen Alman olan Daniken'in İsviçre'de bar işletirken yazmış olduğu kitapta, geçmiş çağlara ilişkin önemli sanat eserlerinin, uzaydan gelenler tarafından yapılmış olduğu ileri sürülmektedir. Daniken'in birçok kişiyi yanıltan bu savları, BBC Televizyonuna ait ekipler tarafından yerinde incelenmiş ve Daniken, daha sonra televizyonda açık oturum şeklindeki bir toplantıya davet edilmiştir.

Araştırmayı yürüten muhabir ve arkeologlar, ilk önce, kitaptaki “füze yöneten adam” savı üzerinde durmuşlar ve Daniken'in füze dediği şeyin, o devrin kralına ait arma olduğunu; oksijen tüpü dediği şeyin ise, bir elbiseden ibaret bulunduğunu belgelerle ispatlamışlardır.

Bu ispat karşısında, Daniken'in bir çok televizyon seyircisini güldüren yanıtı şöyle olmuştur: “Siz inanmayın. Elli sene sonra elbette inanan çıkar”

Daniken'in Büyük Sahra'daki düz ve eski yolların uzaydan gelen füzelerle açıldığı yolundaki savı ise, 80'e yakın arkeolog tarafından incelenmiş ve bunların mevsimlere göre güneşin hareketini gösteren şeritler olduğu kesinlikle anlaşılmıştır.

Daniken'i çok gülünç bir duruma düşüren bu açıklamalardan sonra, Mısır'daki piramidlerin yapılışında, Daniken'in dediği gibi hiçbir insanüstü kuvvetin rol oynamadığı ve bu durumun daha sonraki piramidlerin yapılışında açıkça görüldüğü belirtildi. Ayrıca, bugün hala geçerli olan taş yarma ve taşıma yöntemleri, yerinde çekilen filmlerle gözler önüne serildi. Daniken bunun üzerine, “Ben piramidleri uzaydan gelen insanların yaptığını söylemedim. Onların bıraktığı eserlerle dedelerimizin yaptığını belirttim” demiş; ancak duvar resimlerinden o çağın son derece basit taş aletleri ve kaldıraç sistemleri gösterilince, kızaran yüzünü kameralardan saklamak sorunda kalmıştır.

Daniken'in Güney Amerikalı Dr.Kabrera'nın müzesinde bulunan resimli taşların uzay adamlarından kaldığını iddia etmesi ve bu uzaylıların kalb nakli bile yaptığını söylemesi üzerine araştırmaya koyulan muhabirler, taşları bu şekilde yontup Kabrera'ya satan taş ustası Bazrola'yı, atölyesinde suç üstü yakalamışlardır. Bazrola, uzay resimlerini taş üzerine para karşılığında işlediğini itiraf etmiştir.

BBC televizyonunun bu durumu Daniken'e aktarması üzerine, yazarın verdiği yanıt, tam anlamıyla bir soytarılıktır. Yanıt, aynen şöyledir; “Ben okuyucu toplayıp para kazanmak için bu işleri yaptım. Zaten ilmi keşifler, ilk yapıldığı zaman genellikle kabul edilmez” (Zafer Dergisi)

Düşünce Pınarı

“Karanlık kabirde bir gün yalnız kalacağın hiç aklına gelmez mi?” Yunus Emre

“Geçiyor bulut, geçen ömürdür...” Cahit Zarifoğlu

“İçin daraldığı zaman ölümü hatırla, genişlersin!..” Ömer Bin Abdülaziz

“Her insan ölecek yaştadır!” Cüneyd Suavi

“Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın doğmadı. Öyle ise şu anı değerlendirmek için amele sarıl” Bişr-i Hafi

“Kabri kendine değil, kendini kabre hazırla” Hz. Ebu Bekir

“Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini kırıp geçirmektedir” İmam Gazali

“Diriliş olmasaydı yaşamak upuzun bir ölümdü!..” Cihad Zafer

“Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim” Montaigne

“Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir” Hz.Ebubekir

“Yaşamak, her an yeniden yaratılmaktır...” Ali Suad

“Madem ki bu zenginlik senin, neden ahirete götürmüyorsun?” Franklin

“İyi hazırlan! Ölüm gelince sensiz dönmeyecektir...” Şakik-i Belhi

“Namaz, zamanın zekatıdır...” Akif Cemil

“Hastalıklar, ölümü unutturmayan hakiki dostlardır” Mustafa Ramazanoğlu

“Bir ömür ki bana yetmez, şeytanla paylaşamam!..” Sedat Turan

“Hey gidi yükselenler hey, çukurlar sizi bekliyor” Hekimoğlu İsmail

“Ölümü yokluk görmek, ruhun ufkuna duvar örmektir” Ali Suad

“Zamana kusur buluruz, oysa zaman konuşacak olsa utanırız” İmam Şafii

“Gününü gün edenler, sadece gününü dün ederler” Akif Cemil

“Kundak bir gün öleceklerin sarıldığı kefen; kefen, bir gün doğacakların sarıldığı kundaktır. Karla kaplı yollar bahara gider” Selahaddin Şimşek

Ruh (Benlik), Melek, Şeytan (Aldatıcı) ve Cinni Üzerine

Bu yaratıkların varlığı Kuran ve Hz.Muhammed'in "sav" bildirmesi ile kesindir; dolayısı ile Kuran'ın ve Hz.Muhammed'in doğruluğunu kanıtlayan belgeler bu yaratıkların varlığını da kanıtlayıcı nitelik taşırlar... Varlıkları bizim varlığımız kadar gerçek ve Kuran'ın doğruluğu kadar kesindir...

İnkar yolunu seçenler ne kanıt gösterecekler?.. Bilimin, dinin ve vicdanın ortak görüşüne kim karşı çıkabilir? Evet, bilimsel verilerle ruhun varlığı kesindir ki, ruhbilim adında apayrı bir bilim dalı bulunmaktadır...

İnsanların içine doğan iyi ya da kötü düşüncelerin kaynağı yalnızca kendisi midir? Ruh çağırma olaylarında gelen ruh mudur, yoksa cin midir? Küçük evren olan bireyde benlik, büyük evrende melektir... Varlığın nedeni yaşam ve bilinç olduğuna göre evrenin bilinçli ve yaşam dolu varlıklarla kaplı olmasının neresi yadırganabilir?

Evet, varlığın ışığı yaşam, yaşamın ışığı bilinçtir... Renklerin görünmesi için ışık gerektiği gibi varlığın görülüp bilinmesi için de yaşam ve bilinç gerekmektedir... Varlığın ışığı yaşam ise varlığın bulunduğu her yerde yaşam da bulunacaktır; dolayısı ile evrende meleklerin bulunması yadırganamaz... Onlar başta kulluk görevi olmak üzere bütün görevlerini yerine getirirler, bundan büyüklük de taslamazlar, örnek alabiliyorsak ne mutlu bize!.. Deniz balıklarla dolu olduğu gibi evren de meleklerle doludur...

Tanımlarsak; ruh kişinin canlılık kaynağıdır... Melekler Allah'a kulluk eden ve onun buyruğunun dışına çıkmayan nurani varlıklardır... Cinni, insan gibi sorumlu olan ancak insan kadar üstün olmayan bir tür bilinçli enerjidir... Bunların başına Şeytan, kötülerine şeytanlar denir...

Hz.Adem Bilinçli Madde olan insanın atası olduğu gibi, Şeytan da Bilinçli Enerji olan cinninin atasıdır... İki topluluk da sorumlu kılınmıştır, cinnilerden (çoğulu cindir, dilimizde yanlış olarak çoğul biçimi kullanılır) de inananlar olduğu gibi inanmayanlar da vardır ve bunlar diğerlerine göre daha çokturlar ve “şeytanlar” olarak adlandırılırlar...

Bunları güvenlik güçlerinin eğitim alanlarındaki engellere benzetebiliriz, görünüşte kötü olmalarına karşın kişilerin gelişmesine yol açarlar... Kuşkusuz bu durum inanan insanlar için geçerlidir... Şeytan'ın bize düşman oluşu Allah'a yönelmemiz içindir...

Bu arada onun vesveselerinden de olabildiğince kendimizi arındırmalıyız ancak gücümüzün zorlandığı durumlarda onun oyununa gelmeyelim;

Bazan öyle düşünmek yerine yok olmayı bile yeğleyebileceğimiz düşünceler bize dadanır, eğer bu düşünceler bizi tedirgin ediyorsa imanımızın gücünü gösterir... Euzü besmele çekerek, dualar okuyarak ya da oyalayıcı uğraşlara yönelerek bu vesveselerden kurtulabiliriz...

Bütün evren, yaşam ve bilinçli varlıklar için yaratıldığına göre; şu küçücük dünyada yaşam olur da koskoca evrende nasıl olmaz? Allah boş iş ve savurganlık yapmayacağına göre, meyvesi yaşam olan maddenin bulunduğu her yerde ruhanilerin de bulunması gerekmektedir...

Böylece hem Allah'ın sanatı herkesçe görülecek, hem de her yerde O'na kulluk eden varlıklar bulunacaktır...

Evet, Yüce Allah “varlıkları bilinmek için yarattım” diyor; demek ki, onun yarattıklarının bilincine varan canlılar bulunmaktadır... Dolayısı ile evrenin meleklerle dolu olması yadırganamaz... Bütün bu güzellikleri, bu eşsiz düzeni görecek, bilecek ve beğenecek varlıklar olmadıktan sonra ne işe yarar?

Güzellikler sevene sunulduğu gibi, yiyecekler de aç olanlara verilir... Göklerdeki bunca güzellik bilinçli varlıkları gerektirmez mi? Büyük Patlama ile evrenin çekirdeği tohum verdi, filizlendi ve kocaman bir ağaç oldu; yaşam ise onun en güzel meyvesi, yokluğu evreni bütünüyle anlamsız kılar...

Evet, ağacın meyvesi vardır ancak canlı olan, işe yarayan tek yeri de meyvesi değildir; bütün gövdesi, kökleri, dalları, yaprakları birer canlıdır... Yoksa tek başına meyvenin ortaya çıkması düşünülemez...

« Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu (Allah'ı) tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onlarin tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan'dır. »

Hem, görmemenin yokluğu kanıtlayamayacağı önceden açıklanmıştı; bu varlıklar da bizim görgü, bilgi ve gözlem boyutlarımızın dışındadırlar... Bu durumda onları göremediğimiz için inkar etmemiz mantıklı bir davranış olabilir mi?

Ruh konusuna gelirsek; bir olayı gerçekleşmeden önce algılama, düşünce okuma, kişinin kendisiyle konuşması, rüya görme gibi olaylar hep ruhun varlığını kanıtlamaktadır... Evet, gözümüz kapalıyken gören nedir?

Benzer biçimde ruh çağırma adı altında cinlerle iletişime geçmek de cinlerin varlığını, bunların genelde yalan-yanlış sözleri de onların inanan ve inanmayan olmak üzere ikiye ayrıldıklarını gösterir...

Yine hücrelerimiz sürekli değişirken özümüzün hiç değişmemesi ruhun varlığının en açık belgelerinden birisidir... Evet, bütün bedenimiz ortalama 6 ayda bir değişir ancak düşüncelerimiz, alışkanlıklarımız, yeteneklerimiz, duygularımız, bildiklerimiz, işimiz ve niteliklerimiz değişmemektedir...

Eğer bunlar yalnız maddeye bağlı olsaydı, değişen maddemizle birlikte değişmesi, hatta yok olması gerekmez miydi? Bu durum ayrıca ruhun sürekliliğini kanıtlamaktadır; dolayısı ile “Allah ölüleri nasıl diriltir?” biçimindeki bir soru çok anlamsızdır...

Hücrelerimizin ve beyin işlevlerimizin yapısı benzer olmasına karşın hepimizin aklı, düşüncesi ve dileği farklıdır... Bunu benzer ve değişken hücrelere verebilir miyiz? Evet, insanların nitelikleri, zekaları, bilinçleri, yetenekleri birbirinden farklıdır; bunun kaynağı da ancak ve ancak ruh olabilir...

Bilindiği üzere belli bir düzende çalışan dizgelerde belirli ürünler ortaya çıkar; örneğin bir bilgisayarın ekmek üretmesi düşünülemez... Oysa madde bazında benzer yapıdaki insanların farklılığı ortada, bunu sürekli değişen hücrelere bağlayabilir miyiz? Beynin de ötesinde bir gücün varlığı kesin değil midir?

İşte bu yüzdendir ki, beynimiz ve aklımız ruhu bütünüyle kavrayamaz; hiçbir yapıt ustasını kavrayamaz çünkü...

Beyni yönetenin ruh olması gibi evreni ve evrendeki kuralları yönetenler de meleklerdir... Böylesine eşsiz bir düzeni belirli yasalara bağlamak körlükten başka nedir? Evet, beyin belirli etkileşimlerle çalışıyor ancak onu çalışmaya iten nedir?

Daha önce de açıklandığı üzere insandaki sonsuzluk duygusu ancak sonsuzluğun peşindeki ruhtan kaynaklanabilir, yoksa sınırlı ve ölümlü hücrelerimizden değil!.. Evet, hepimizin isteği sonsuzluk değil mi? Peki hangi sonsuzluğu seçeceğiz, anlatılanların doğruluk oranı kesinlikle yüzde 0'ın üstünde (%100!) olduğuna göre olasılığı bulunmayan düşüncelerin peşinde koşturmak ne kadar mantıklı?

Yine suç işleyen kişilere neden yaptırım uygulanır? Eğer suçlu değişen hücreler ise neden yeni hücrelere kavuşan kişi sorumlu tutulmaktadır? Başka bir deyişle sorumlu tutulan beden midir, ruh mudur? Eğer ruh yoksa o kişinin neyi cezalandırılmaktadır?

Evet, suçlu ne suçu işleyen el, ayak, kol gibi organlarımız ne de bunların işlevini sağlayan hücrelerimiz, ne de beynimizdir... Ruh kabul edilmezse bu durum nasıl açıklanabilir? Ana-baba-çocuk ya da ikiz kardeşlerin ilişkisi değişip duran hücrelerle açıklanabilir mi?

Evet, kızan, gülen, seven, üzülen, beğenen organlarımız ve hücrelerimiz midir, yoksa ruhumuz mudur? Günümüzde insanın bir ikinci bedeninin, enerji bedenin varlığı da kanıtlanmıştır...

Yine gördüğümüz rüyalar ve ruhumuzun yaptığı yolculuklar da hep onun varlığının belgelerindendir...

Evrende yaşam, maddeye bağlı değildir; eğer hayat maddeye bağlı olsaydı, büyük canlıların küçüklere göre daha atak ve gelişmiş olmaları gerekirdi; oysa madde edilgen iken, yaşam ve ruh etkindir... Bu durumda da temel olan görünen değil, görünmeyendir...

Örneğin bu yazı belirli simgelerden oluşmaktadır ancak onun temel özelliği anlamıdır; belli bir anlamı olmadıktan sonra hiçbir önemi yoktur... Peki bu yazdıklarımın anlamı elle tutulur, gözle görünür müdür?

Bunun gibi büyük ve anlamlı bir kitap olan evrende nice manalar ve bunları şakıyan bülbül nitelikli melekler yeralmaktadır... Evet, bizim yanımızda da melekler var; yaptıklarımızı yazıyorlar, bunu hiç unutmayalım; bir gün gelecek yaptıklarımızdan sorguya çekileceğiz...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Empty
MesajKonu: Geri: Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular   Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:27 am

Şeytan Niçin Yaratıldı?

Bilindiği gibi Allah, evreni “görmek ve görünmek” için yarattı. Akıl sahiplerinden iman ve ibadet istedi. Bilinçlilerin içindeyse, insanın apayrı bir yeri var. Hayvanlar için ne iyilikten, ne de kötülükten söz edilemez. Melekler ise, sırf hayır için yaratıldılar. Şeytanların da, hayra yetenekleri kalmadı. İnsanlara en çok cinler benzer. Onların da bedenleri yoktur. Yükseliş ve alçalışları sınırlıdır.

İnsanlar, diğer bütün varlıklardan farklı yaratılmıştır. Onda madde ile ruh birleşmiştir. İyilik ve kötülük yeteneği yanyanadır. Hz.Adem, her yönüyle harikadır. Ona eşyanın isimleri öğretilmiştir. Farklılığı gösteren ve melekleri acze düşüren bu olay, oldukça ilginçdir... “Eşyanın isimleri” deyimiyle anlatılmak istenen, “bütün ilimlerin özü”dür. İlk insana ”vahşi” diyenlerin şeytandan ders aldıkları kesin.

İnsan akıl ve irade nimetleriyle şereflendirilmiştir. Yeryüzünün sultanıdır. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini birbirinden ayırabilecek bir yeteneği vardır. Bu özelliğini kötüye kullanarak hayvandan aşağı da düşebilir. İlahi emirleri dinleyerek meleklerin üstüne de çıkabilir.

İnsandaki bu yeteneklerin açılıp, gelişmesi ise, bir savaş ile olur. Dereceleri belirleyen yarışmalardır. Dünya bir deneme ve sınav yeridir. Bu nedenle iyi ile kötü, çirkin ile güzel iç içedir. Zıtların kaynaştığı bir evrende yaşıyoruz.

Kötülükler yaratılmasa ne olurdu? O zaman bir sınavdan söz edilemezdi. Çünkü herkes, ister istemez iyiyi seçmek zorunda kalırdı. Altın ile bakırın farkı anlaşılmazdı. Hayırlılarla şerlileri birbirinden ayırmak mümkün olmazdı. Bir seçme özgürlüğünden söz edilemezdi.

Kötülükler, iyiliğin derecesini belirlemek için bir karşılaştırma unsurudur. Kötülüğün oranıyla iyiliğin düzeyi ortaya çıkar. Güzelin güzelliği çirkinlikle bilinir.

Şeytan, baştanbaşa şerdir. O, insanı sürekli günaha teşvik eder. Görevi, nefsi coşturup kötülüğe yönlendirmektir. Nefis (özben) her zaman şeytanı dinler...

Şeytanlar yaratılmasa ne olurdu? O zaman insanın yetenekleri gelişmezdi. Makamı aynı düzeyde kalırdı. İnsaniyet şeması yıldızlarla parlamazdı. Manevi savaş başlamaz, imtihan meydanı açılmaz, cennet sahiplerini beklemezdi. İnsanın varlığına bile gerek kalmazdı. Çünkü mekanı sabit varlıklar çoktur.

Şeytan kötüdür, ama nice iyiliklere basamak olmuştur. İblis'e her boyun eğiş alçalış, her baş kaldırış yükseliştir. Ondan kaçan, Rabbe koşmaktadır. (Zafer Dergisi)

Evet, kötü olan şeytanın yaratılması değil, şeytana aldanmaktır... Bıçakla adam doğrayan birisi yüzünden bıçağın ustası suçlanamayacağı gibi, kendimiz için güzel olan varlıkları çirkin durumuna getirip de onları yaratanı suçlayamayız...

Örneğin yağmur, ateş, elektrik, su hep bizim yararımızadır ancak kullanmasını bilmezsek ya da yanlış kullanırsak zararımıza da olabilirler...

Ayrıca bir olaydaki genel kazanç önemlidir; örneğin bedenimizi kurtarabilmek uğruna ayağımızın ya da parmağımızın kesilmesine razı olabiliriz...

Bunun gibi şeytanın götürdükleri Elçilerin kazandırdıkları yanında bir hiç hükmündedir... Bin hurma çekirdeğinden 10'u filizlense bile kardayız demektir... Diğer çekirdeklerin önemi yoktur...

Yine bir okulda sınava katılan 100 kişiden 10’unun başarılı olduğunu düşünürsek, 90 kişinin başarısız olmasına bakarak “okullar kapatılsın” diyemeyiz; toplum okumuş olan 10 insan kazanmıştır...

Nefs ve Ruh

Batılı bazı psikologlar, nefisle ruhu birbirine karıştırmak gibi affedilmez bir hataya düşüyorlar. Pek tabii, bizdeki taklitçiler de aynı hatayı tekrar ediyorlar. Sonuç, nefsin isteklerini, sanki ruhun arzularıymış gibi kabul etmek ve psikolojik izahları bu yanlış kabule dayandırmak oluyor.

İşte tavsiyeleri: “Hiçbir arzunuzu bastırmayın, içinize atmayın, bir an önce tatmin edin” Bu fikirler kabul de görüyor. Günahlar, ilmi kisvelere bürünerek meşrulaşıyor. Böylece, azgın ihtiraslarına sınır koymayan “bilimsel sapıklar” ve “aydın zalimler” çoğalıyor. Zayıflar eziliyor, masumlar lekeleniyor, kuzular kurtlara peşkeş çekiliyor.

Halbuki, ruh ayrı, nefis ayrı mahluklardır. İkisi aynı kişide bulunmakla birlikte, mizaçları taban tabana zıttır. Birinin zevk aldığından, diğeri tiksinir. Nefis, kötülüklere meftundur. Lugatinde “doymak” kelimesine yer yoktur. Hep daha fazlasını ister. Şımarıktır, isyankardır, yüzsüzdür. Aldıkça daha çok kuvvetlenir.

Nihayet öyle bir raddeye gelir ki, insana, “hayatın gayesi zevktir” hükmünü verdirir. Mesuliyetten kaçar. Kaideler, yasaklar ve kanunlar, onun en sevmediği kavramlardır. Dini ve ahlakı da bunun için sevmez. Çünkü bunlar, insana, başıboş olmadığını, hayvan gibi istediği yerde otlayamayacağını, ibadet için yaratıldığını hatırlatır. Ona, Allah’a isyanın nankörlük olduğunu söyler.

Ruhun da kendine has gıdaları vardır. O, hakiki ilimle olgunlaşır, ibadetle teneffüs eder ve tefekkürle yücelere erer. Yaratıklardaki harika sanatları görerek Rabbini düşünmek, muhatap olduğu nimetler için minnet duyarak şükretmek, en mühim gayesidir. Bu yolla, geçmişin elemlerinden ve geleceğin endişelerinden kurtulur. Teslimiyet ve tevekkülle huzura kavuşur.

Organlar, yaptıkları işe göre kıymet alırlar. Bu sebeple, sadece maddi zevkler için kullanılan kabiliyetler, değerlerini kaybederler. Ruh, bu gerçeğin farkındadır. Aklını ve diğer manevi cihazlarını midesine ve cinsi isteklerine hizmet ettirenlerin mutlu olmaları kabil midir?

Efendilerin uşaklara köle olduğu yerde, saadetten bahsedilebilir mi hiç! Bundan dolayı zevk ve saadet isteyenlere söylenecek söz şudur:

“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz” (Ömer Sevinçgül)

Düşünce Pınarı

“Sen nefsini hak birşeyle meşgul etmezsen nefsin seni batıl bir şeyle meşgul eder” İmam Şafi

“Namaz, eşyanın esaret isteğine karşı hürriyet ilanıdır” Hüseyin Ece

“Nefistir seni yolda koyan, yolda kalır nefse uyan” Yunus

“Batı'nın hürriyet anlayışında şöyle bir illet var: insanı önce nefsine köle eder, sonra hürriyetini verir!..” Ahmed Selim

“Nefsinin tekmesi altında kalana vay!..” Hz.Mevlana

“Hiç kimsenin nefsini, sayma kendi nefsine hamal, Attan yere düşerse kamçın, in de kendin al” Necip Fazıl Kısakürek

“Hevesler doyuncaya kadar caziptir” Ali Suad

“Mutlu olmak istiyorsak, hayatın cisimde değil, ruhta olduğuna inanmalıyız” Tolstoy

“Nefsin ilacı, isteklerine muhalefet etmektir” Cüneyd-i Bağdadi

“En büyük suçlar, zorunlu olanı değil, fazla olanı elde etmek için işlenir” Aristoteles

“İlahi, ‘müslüman’ der misin nefse uyana?” Yunus

“Bütün bilgiler içinde en faydalısı; bize nefsimiz hakkında en doğru fikirleri veren ve kendi kendimizi idare etmeyi öğreten bilgidir” Saint Ambroise

“Şeytan uyuyana ninni söylemez” Ali Suad

“Nefsinden feragat etmeyen, gerçek hürriyete kavuşamaz” AJ Cronin

“Ancak insanların enerjisini, bilgisini ve faziletini çoğaltan bir hürriyete malik olursak o zaman öğünebiliriz” Choning

“Dünyaya esir olan, azad olmaz” Hariri

“Hakiki demokrasinin ideali İslamiyettir. İslamiyet madde ile ruhu; ahlakla ilmi birleştiren tek dindir. Avrupalıların aradığı din, Muhammed'in (sav) dinidir..” Bernard Shaw

“Ruhun da vücut gibi ihtiyaçları vardır” Rousseau

“Kalktığını iddia ettiğimiz kapitülasyonlar ruh dünyamızda yaşıyor” Cemil Meriç

“Ruhsuz bakana görünmez sonsuz...” Ali Suad

“Şeytan hiç kimseye, Kuran'ın beşer sözü olduğunu ispat ederek onu inkar ettirmiş değildir. Onun bütün yaptığı, Kuran'ı hak kitap olarak kabul etmekten “alıkoymaktır” Bunun için de herkes için değişik sebepleri kullanır” Ümit Şimşek

Cin Üzerine

Cinler Kuran'da cin kelimesiyle ifade edilen halk arasında peri, hayalet vs. spiritualistlerin yani ruhçuların ise ilişki kuran ve bedensiz varlık diye adlandırdıkları veya geçmişte yaşayan insanların ruhu zannettikleri varlıklardır. Cinler kendileri isterlerse insanlar tarafından görülür hale gelebilirler. Yaşam süreleri bizim zaman birimimize göre 1000-1500 yıl arasındadır.

Yapıları çok gelişmiş olmakla birlikte düşünce ve duygu kapasitesi açısından genel olarak insanlardan geridirler. En büyük özellikleri ve eğlenceleri insanların zayıflıklarından yararlanarak kendi özelliklerini kullanıp insanları kendilerine tabi kılıp istediklerini yaptırmaktadır.

Cinler yapıları ve ömürlerinin uzunluğu dolayısıyla geçmişi bilirler. İstikbale ait bilgileri tahminden öteye gitmez. Çok hızlı hareket edebildikleri için bize göre gelecek zaman olan an onlar için geçmiş zaman olabilmektedir (Zaman harekete bağlıdır).

Perisperi: Yapısı birtakım ışınlardan (mikrodalgalardan) oluşur...

Cinler diledikleri taktirde maddemsi bir görüntü oluşturabilirler. Bizim zaman ve mekan kayıtlarımızla bağlı değillerdir. Yani çok hızlı şekilde yer değiştirir, maddelerin içinden geçebilirler. İstedikleri anda dünyanın veya uzayın herhangi bir yerinde olabilecek kabiliyete sahiptirler...

« Ben insanları ve cinleri sadece bana yönelip kendilerini olgunlaştırmaları için yarattım. » 51/56

« Ey cin ve insan topluluğu, kendi içinizden size ayetlerimi anlatan ve ahiret günüyle karşılaşacağınızı haber verip sizi uyaran elçiler gelmedi mi? » En’am, 130

« O da onun ordusu da (cinlerden olan şeytan ve cinler) sizin onu göremeyeceğiniz yerden sizi görür. » 7/27

« İnsanlardan bazıları cinlerin bazılarına sığınıyorlar. Bunlar onların azgınlıklarını arttırıyorlar. » 72/6

Bu ayetlerden (ayrıca bakınız; 55/15, 15/27, 72/2, 55/33, 72/14-5, 18/50, 6/112, 114/6, 2/275, 72/9) şu sonuçları çıkartabiliriz;

Cinler göremediğimiz varlıklardır. Onlar bizi görebilirler. Maddeden geçebilen dumansız ateşten (bizim alış mekanizmamızın dışındaki ışınlardan) yaratılmıştır. Erkek ve dişileri vardır. Çoğalırlar. Bir yerden bir yere çok hızlı gidebilirler. Akıl ve şuur sahibidirler. Peygamberlerin ilahi mesajlarına muhatap olmuşlardır. Müslüman olanları ve olmayanları vardır. Şeytan da bir cindir. Cinler insanlara direkt ve dolaylı yollarla kötülük yapmak isterler.

Ruh (Cin) Çağırma

Halk arasında ruh çağırma olarak bilinen olay aslında cin çağırma olayından başka bir şey değildir. Gerek fincan ve benzeri yöntemlerle, gerekse medyumluk vasıtasıyla ilişki kurulan varlıklar cinlerdir.

Fakat cinler kendilerini başka varlıklar olarak tanıtırlar. Kendilerini çeşitli adlarla adlandırırlar. Bazan doğru, bazan yanlış bilgiler verirler. Geçmişten doğru olarak haber verebilir. Ancak gelecek hakkında sadece tahminde bulunabilirler. Yani geleceği bilemezler.

Cinlerin İnsanları Aldatma Yolları

Cinler yapılarının getirdiği avantajlardan dolayı çeşitli yollardan insanlarla bağlantı kurabilmektedirler. Bunun sonucu onları kendilerine tabi kılar ve kullanırlar. Cinler, insanları iki yoldan kendilerine tabi kılarlar; 1- Kendilerini o kişiye bildirerek, 2- Kendilerini o kişiye bildirmeden ve farkettirmeden.

Cinler kendisiyle temas kurdukları kişilere iki farklı şekilde muhatap olurlar; a) İslami gayeler görüntüsü altında; b) İslam dışı gaye ve yollar şeklinde...

Cinlerin İnsanlarla İlişkilerinin Oluşum Tarzı

Cin-insan ilişkisi genellikle cinlerin insanları zorla kendi emirleri altına alması şeklinde olur. Kişi bu duruma ancak inancı ve duygularıyla karşı koyabilir.

Özellikle sinirli karaktere sahip kadınlar ile doğum olayının hemen arkasında ve ateşli hastalıklar sırasında bu bağ kurulmaktadır. Bu durumun nedeni beynin o anda bedenin çeşitli yerlerindeki aşırı faaliyetinden dolayı insanın beyin üzerindeki hakimiyetinin tam olmamasıdır. İşte insanın beyin üzerinde hakimiyetinin az olduğu anlarda cin, o kişinin beynindeki ilgili merkezde hakimiyet kurmakta, ona istediği gibi görünmekte ve bazan ona istediğini yaptırmakta, düşünmek istemediği halde düşündürmektedir.

Zorla istediğini yaptırma işini beynin ilgili merkezlerini uyararak ona acı veya korku hissettirerek sağlamaya çalışırlar. Medyumların transa geçirilmesi anında da bu durum aynen oluşmaktadır. Medyumdan önce kendini serbest bırakması istenmektedir ki bundan amaç kısmen beynin üstündeki kontrolün azalması ve temas edecek cinin hakimiyetinin kolaylaştırılmasıdır.

Cinlerin insanları kolaylıkla kandırıp hükmedebilmeleri için özellikle tercih ettikleri yol onların İslam kaynaklarından gelen bilgilerle bağlantılarını koparmak veya bu bilgilere zıt gelen fikirleri vermektir. Çünkü cinler hakkında en geniş bilgi İslam kaynaklarında vardır.

İnsan bilmediği tehlikeye karşı tedbir alamaz. Cinler de işte bu yüzden insanların kendilerini bilmelerini istemez.

Cinlerin İslam dışı gaye ve yollar görüntüsü altında insanları etkileri altına almaları da iki yolla olur;

A) İslamı istismar edip yozlaştırıp değiştirmek şeklinde; B) İnsancıl gayelere bürünme şeklinde...

Cinlerin insanlarla olan bu tür ilişkilerinde ya kendi varlıklarını hiç bildirmezler ya da varlıklarını başka bir yapı ve ad altında bildirirler.

Cin eğer kendini ilişki kurduğu insana bildirmezse o insan kendisinde meydana gelen bazı durumları kendi üstünlüğünün sonucu zanneder. Bazan içinden bir şeyin olmasını şiddetle arzu eder. İsteği yerine gelince o bu durumu ne kadar üstün bir insan olduğu şeklinde yorumlar.

Geçen zaman süresince yavaş yavaş içine bir şeyler doğmaya başlar. Yakın gelecekte olacak bazı küçük olaylar içine doğar. Önceleri bunları his diye adlandırır. Birisinin işi için dua eder. Derhal o işin yapılması cinin etkisiyle olur. Ve o da büyük bir insan olduğuna iyice inanmaya başlar. İşte insan ihlas, samimiyet, yalnız Allah'ın rızasını ve sevgisini istemek yerine dünyevi istek, mevki, popülerlik eğilimleriyle hareket ederse onların oyuncağı olur.

« İnsanlardan ve cinlerden sana sığınırız. » Nas Suresi

Cinlerin Yapısına Ek;

Kuran'da cinlerin yapısı anlatılırken kullanılan kelimeler şunlardır; Min maricin min nar (dumansız, ateşten); Min nar is semun (çok ince gözeneklere girebilen, onu zehirleyici nitelikteki ateş).

Bu tariflerden anlaşıldığına göre cin adı verilen yaratıkların yapısı maddeden geçebilen, dumansız, dalga özelliği taşıyan bir çeşit ateşten (yakıcı bir yapıdan) yani bugünkü ifadesiyle mikrokozmik şuurlu ışınlardan meydana gelmiştir.

Algılamanın Varolmayla İlişkisi

Bazı insanlar beş duyu organıyla algılayamadıkları varlıkları yok kabul eder, bunlara inanmazlar. Halbuki beş duyu organımız hem yetersizdir hem de eksiktir, en önemli duyu organımız olan gözlerden yola çıkarak olaya bakalım;

Gözlerimiz morötesi ve kızılötesi ışınları algılayamaz. Dolayısıyla bu alandaki VARLIKLARI GÖREMEZ. Ayrıca gözle algılama olayı varlıkların boyutuyla ve uzaklığıyla ilgilidir. Örneğin mikroskop olmadan mikroskobik varlıkları görmek veya teleskop olmadan uzak yıldızları görebilmek mümkün değildir. Bir diğer ifadeyle söylersek, mikroskop icad edilmeden önce mikroplar, teleskop yapılmadan evvel bir kısım yıldızlar gerçekte VAR OLMALARINA rağmen bizim algımıza göre yoktu.

Örneğin; mikroplar keşfedilmeden önce birçok insanı ve hayvanı çok küçük hayvancıkların öldürdüğü bize söylense herhalde inanmayacaktık. Ve buna karşı “bir insanı ufacık varlıkların öldürmesi nasıl olabilir” gibi çok MANTIKLI itirazlar öne sürecektik. Onların VAROLMASINI bizim ALGILIYAMIYOR oluşumuz etkilemez.

Bir diğer örnek; şu anda bulunduğunuz yerde radyo dalgaları vardır. Ama bu dalgaları hiçbir duyu organıyla algılayamazsınız. Ama bu radyo dalgaları siz algılamasanız da vardır. Dolayısıyla göremediğimiz, dokunamadığımız, tadamadığımız, duyamadığımız ve koklayamadığımız varlıklar vardır.

Bu örneklerden şu sonucu çıkarabiliriz; şu anda algılayamadığımız VARLIKLAR VAR OLABİLİRLER. Yoktur demek aptalca bir cesaret olur. Algılayamadığımız için yoktur demek, akıllı insanların yapacağı şey değildir.

Duyu organlarımızın EKSİKLİĞİNE GELİNCE; biliyoruz ki insanın beş duyu organı vardır. Bu beş duyu organının her birinin algı alanı vardır. Bu duyu organlarından birisi eksik olursa bu organın algı alanındaki VARLIKLAR bize YOK gibi gelecektir. Örneğin; dilimiz olmasaydı hiçbir şeyi tadamayacaktık. TAD diye bir kavramdan haberimiz olmayacaktı. Veya kulağımız olmasaydı sesleri duyamayacak, bize göre SES YOK diyecektik.

Ama ses varolmaya devam edecekti (Doğuştan sağır olan kimselere sesi kavratmak mümkün değildir. Sesi ne gözlerine göstermek, ne dillerine tattırmak mümkün değildir. Sağırlara sesi anlatmak için yapılan tüm çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır).

Doğuştan sağır olan kimseye sesleri, doğuştan kör olan kimseye renkleri kavratmak, algılamasını sağlamak mümkün değildir. Düşünün ki tüm insanlar kör ve sağır olsaydı bizim için ses ve renk kavramı olmayacaktı. O zaman bize ses ve renk anlatılsa SES ve RENK YOKTUR diyecektik. Buna rağmen sesler ve renkler yine VAR olacaktı.

Şimdi diyelim ki dünyada bütün insanlar doğuştan kör ve sağır olsun, bir kişi dışında!.. Bu durumda gören ve duyan o tek kişi insanlara renklerden ve seslerden sözedecek, insanlar da ona inanan ve inanmayan olarak ikiye ayrılacaktır.

Açıkçası bir bölümü görmesem de, duymasam da renk ve ses vardır diyecek, diğer bölümüyse o kişiyi yalancılıkla suçlayıp ben algılayamadığım şeye inanmam diyecektir.

İNSANLARLA ELÇİLERİN DURUMU İŞTE BUNUN GİBİDİR.

Hiç kimse evrendeki bütün varlıkların beş duyu organının alış alanına girdiğini savunamaz. İnsanların altıncı, yedinci, sekizinci... duyu organı olsa idi başka varlıkları da görebilirdi. Şimdi düşünelim; Elçiler bizim algılayamadığımız varlıklardan (cin, melek...) bizi haberdar etmektedirler. Elçilerin ulaştırdığı bu mesaj karşısında insanlar, ikiye ayrılırlar: inananlar ve inanmayanlar olarak... (İlginç Sorular, Vural Yayınları)

Destanlarla İlmi Araştırmalar İç İçe (Tufan Gerçeği)

Muhtelif kıtalarda yaşayan insanlar ve yerli kabileler arasında büyük bir afeti anlatan destan mahiyetinde hikayeler mevcuttur. Bu durum eski Gılgamış Destanı'nda dahi göze çarpar. Bu ilahi afet unutulamamış, belki bir ibret için nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar intikal etmiştir. İnsanlığa ibret olması için İlahi Kitaplarda anlatılan bu dehşetli hadise, birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki bölgelerde yaşayan yerli kabileler arasında dahi destanlaşarak mukaddes kitapları desteklemiş ve günümüze gelip ulaşmıştır.

1872 Kuyuncik'te yapılan kazılarda Ninova (Asurluların başşehri) Kraliyet Kütüphanesi'nin harabeleri bulundu. Bunlar arasında çivi yazısı ile yazılmış ve Şark tarihine “Gılgamış Destanı” olarak geçiş bir Babil Destanı da vardı. Merkezi resim Uruk Kralı, kahraman Gılgamış idi. Destanda belirtildiğine göre Gılgamış bir defasında şahidi olduğu büyük tufandan haber veren büyükbabası “Uta-Napiştim”e gitmek istemişti.

Uta-Napiştim, bazı alametlerle ikaz edilmiş, kendisi ve inananlar için sular çekilinceye kadar içinde barınacağı bir gemi inşa etmiştir. O da bir güvercin, bir kırlangıç ve bir karga salmış, karga geri gelmeyince ümmeti ile birlikte gemiyi terk etmiştir.

Eski şarkta, bundan birkaç bin yıl önce gerçekten bir tufan vuku bulduğu şüphe götürmez. Asurlularda da, Babillilerdekine çok benzeyen bir tufan destanı mevcuttur. Kahraman Gılgamış yerine burada İzdubar, atası Uta-Napiştim yerine de Hasis-Adra veya Xisuthros vardır. Babil-Hilla ile Bağdat arasındaki yolun ortasında bugünkü Abu-Habba tepesindeki eski Şuruppak şehrinin yokolması şeklinde zuhur etmiştir... Babil metinlerinden anlaşıldığına göre geminin kalıntıları, Ararat dağının güney tarafındadır. Araştırmacılar tarafından zikredilen yerde geminin karaya çıkış yerine işaret edebilecek olan üç kalas parçası bulunmuştur.

Dünya üzerinde birçok memlekette herşeyi mahveden bir tufandan bahseden destanlar yaygın vaziyettedir. Asya'da 13, Avrupa'da 4, Afrika'da 5, Avustralya ve Güney Denizi adalarında 9, (Kuzey, Güney ve Orta) Amerika'da 37 adet tufan destanı vardır.

Aztekler'in bildirdiğine göre Tufan'ın müddeti 5 gün ile 52 yıl arasındadır. Sebeb olarak muazzam miktardaki yağışlar dışında kar fırtınaları da gösterilmektedir. Ayrıca buzul erimesi (Edda), yağmurlu fırtına, zelzele, girdablı tayfun fırtınası ve deniz baskınları da bu arada zikredilebilir. Çinliler sebeb olarak kötü ruh Kung-kung'un gazabı esnasında gökyüzünü taşıyan direklerden birini, bir kafa darbesiyle devirmesini gösterirler. Böylece gökkubbe dünyanın üzerine çökmüş ve muazzam yağmurlar her yeri sular altında bırakmıştır. Ayrıca Güney Amerika'daki Tiahuanaco bölgesinde de bir tufandan bahsedilmektedir.

Sümerler, büyük tufan realitesinde en ufak bir şübheye dahi yer vermeden krallarının listesinde Mezopotamya hakimlerini, tufandan önceki ve sonraki krallar diye ikiye ayırmaktadırlar. Bunların vakayı-namelerinde (kroniklerinde) daima: “Ve sonra büyük tufan oldu ve tufandan sonra gökten tekrar krallar indi” diye geçer.

1922'den 1929'a kadar İngiliz arkeolog Wooley tarafından yapılan Ur'daki kazılarda, ancak muazzam bir afatın geride bırakabileceği muhakkak olan 2,5 metre kalınlıkta bir kil tabakasına rastlandı. Bunun birikebilmesi için, muazzam yükseklikte bir suyun bu bölgede uzun zaman bulunması gerekli idi. Bunun manası; “Irak çöllerinden Elaam tepelerine, eski Babil'den İran körfezine kadar bütün memleketin su altında kalması” demekti.

Hatta denizden çok uzakta olan Amerika'nın güneybatısında yaşayan Hopi Kızılderililerinin bile, ülkelerini kaplayan, dağların tepelerine kadar yükselen ve yeryüzünde neredeyse bütün hayatı silip süpüren muazzam bir tufana ait destanları vardır.

İlim çevrelerince Tufan gerçeğini dile getiren apayrı iki araştırma dikkatleri kendine çekmektedir. Bunların birisi, 11600 sene önce yaşamış küçük bir deniz mahlukunun kabuklarının jeologlarca incelenmesi; ikincisi ise 8000 yıl kadar önce bir adamın elinden çıkan yazıların arkeologlar tarafından okunup anlaşılmasıdır. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi Asurluların başşehri Ninova harabelerinde 1850 yılında amatör bir ingiliz arkeoloğu olan Sir Henry Layard bozulmamış binlerce kil tableti bulmaya muvaffak oldu.

Tabletler Londra'daki British Museum'a gönderildi. Hayatlarını bu işe adayan ilim adamları, günümüze kadar gelebilen bu garip kama şeklinde kile basılmış çivi yazılarının şifrelerini çözmeye başladı. Bunlardan George Smith, bir gece, tam o gün temizlenmiş olan bir tablet parçasını eline aldı ve gittikçe artan bir şaşkınlık içinde Asuri dilinde su baskınının bir haberini okumaya başladı. Smith'in okuduğu parça “Gılgamış Destanı”nda anlatılan tufanın Babilce tercümesi idi. O, Uta-Napiştim adında bir kişiden söz ediyor ve onun bir gemi yaptığını ve cihanşümul tufandan kurtulanlardan olduğunu anlatıyordu. Nuh'un (as) kıssası ile bunun benzerliği hayret vericiydi ve bunun tesadüf olmasına pek ihtimal yoktu...

1877’de Pennsylvania Üniversitesi (ABD) Mezapotamya’da yapılacak bir kazı için para ayırmaya karar verdi. Sümerlilerin eski Nippur şehrindeki kazıdan 50.000 tablet çıkarıldı ki, bunlar halen incelenmektedir. Bunların arasında 3700 yıllık bir tablet parçasında Gılgamış Destanı’nda kaydedilmiş olan Tufan’ın başka bir haberine rastlandı.

Daha sonra 1922’de bir İngiliz arkeoloğu Sir Leonard Wooley, Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında kazılara başladı. Burada bulunan muhteşem bir tapınağın kırık kulesi, bir zamanlar Sümerlilerin başlıca şehirlerinden olan Ur’un yerini işaret ediyordu. Wooley’in adamları kumda derine gittikçe büyük bir keşif yaparak, Ur’un krallar mezarlığını meydana çıkardılar. Sümer kralları ve asillerinin gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok sanat eserlerine rastlandı. Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, o zamanın modasına göre şekillenmiş altından, gümüşten ve kıymetli taşlardan yapılmış daha başka sanat eserleri... Hatta bunlardan başka kil tabletlere hayret verici bir ustalık ve maharetle ve yüksek bir teknikle pres edilmiş tarihi kayıtlar...

Wooley, henüz kazısına başlamadan evvel ilim alemince Sümer krallarının isim listesi ve kısa tarihleri bilinmekteydi. Araştırmacı, Ur’da kral listelerindeki aynı adları taşıyan yazılar bulmuş ve hatta bunların arasında Ur’un ilk krallık ailesini kuranın dahi adına rastlamıştı. Kralların listesine göre ilk hanedanlık, tufandan sonra başlamıştı. Wooley, mezarlığın ilk Ur hanedanlığından önce başladığı neticesine vardı ve aynı zamanda yüksek derecede gelişmiş bir medeniyetin ilk hanedandan önce mevcut olduğuna inanıyordu.

Bunların iyice incelenmesinden sonra Wooley daha derinlere ve mezarların altına doğru kazıyı ilerletmeye karar verdi. İşçiler çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri kırmaya başladılar. Ama Wooley'in ifadesiyle; “Sonra birdenbire herşey durdu. Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur”

Kazıya devam edildi; iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek daha derinlere dalındı ve sonra birdenbire işçiler son taş devri kültüründeki insanlar tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak, çömlek parçalarına rastgeldiler.

Wooley bizzat çukura indi, kilden duvarları inceledi, bazı notlar aldı ve ekibinden iki kişi çağırarak onlara bunu açıklayıp açıklayamayacaklarını sordu. Onlar söyleyecek birşey bulamadılar. Hanımına da aynı soruyu sordu, o birdenbire yerinde döndü ve “tabii bu tufandır” dedi. Ve Wooley de bunu “doğru cevap” olarak kabul etti.

Mikroskopik analiz, temiz kilden kalın bir tabakanın, eski Sümer medeniyetini yok edecek kadar geniş ölçüde bir tufan tarafından meydana getirildiğini ortaya koyuyordu. Burada büyük su baskınının, tarih kitaplarındaki anane ile tıpatıp uygun ve tartışılamayacak kadar gerçek jeolojik delili ortaya çıkıyordu. İlim adamlarına göre İlahi Kitap’ta (Kuran) yazılı olan Tufan artık tamamiyle gün ışığına çıkıyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh'un (as) kıssası Mezopotamya Çölü'nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu.

Öbür taraftan 1960’ların sonu ve 1970'lerin başında iki Amerikalı, Meksika Körfezi'nin dibinden ince uzun silindir şeklinde kaplarla tortuları yukarı çektiler. Bunların içinde mini mini bir hücreli foraminifer adı verilen planktonik organizmalar vardı. Satıhta yaşarken bu organizmalar kabukları içinde suyun sıcaklık ve tuzluluğunun kimyevi “kayıtlarını” tutmuşlardı.

Üreme zamanında kabuklar çıkarılıyor ve denizin dibine düşüyorlardı. Bu durum, zemindeki tortuyu meydana getiriyordu. Bir kesiti 100 milyon yıldan fazla eskiye giden iklimlerin kaydını tutuyordu. Her inçlik bir tortu silindiri yeryüzü geçmişinin 1000 yıl kadarını sergiliyebiliyordu .

Bu çökeltiler, Miami Üniversitesi’nden Cesare Emiliani ile Rohde Island Üniversitesi’nden James Kennett ve Cambridge Üniversitesi’nden Nicholas Chackelton’dan kurulu iki ayrı ekip tarafından incelendi. Her iki ekip, tuzlulukta dramatik bir değişim tesbit ettiler. Bu da Meksika Körfezi'ne muazzam bir tatlı su baskını olduğunu isbatlıyordu. Radyoaktif metodu kullanarak jeokimyacı Jerry Sipp bu su baskınının aşağı yukarı 11600 sene önce olduğunu tesbit etti.

Emiliani, tartışmaya dahi yer vermeden, muazzam miktardaki suların Meksika Körfezi’ne akmış olduğunu ifade ediyor. “Biz bunu biliyoruz” diyor. Çünkü foraminifer kabuklarının oksijen izotop nisbetleri Meksika Körfezi'nin suyunun tuzluluğunda geçici bir azalmanın meydana geldiğini göstermektedir. Bu açıkça belirtmektedir ki, 12000 ile 11600 yılları su baskınının, yani tufanın esas dönemine rastlamaktadır. Böylece hiç şüphe ve tereddüde mahal bırakmadan tufan hakikati ilim alemince de tesbit edilmiştir.

Emilliani’nin bu tesbitleri jeolog Kennett ve Chackelton tarafından kuvvetlendirilmektedir. Çünkü onlar da Missisipi nehri ve kolları vasıtasıyla Meksika Körfezi'ne muazzam suların aktığı neticesine varmışlardır. Bu suyun maksimum akış zamanında, satıhtaki tuzluluk kat’i olarak takriben %10 azalmıştır.

Kadim Kitap’ta (Kuran) Tufan’ın tarihi hakkında bir malumat verilmemiştir. O, yalnız Tufan’ın vuku bulduğunu anlatır. Şimdi çoktan ölmüş o ufak mahlukların kabukları, insanoğlunun pişirilmiş kil parçacıkları üzerinde bıraktığı o eski kayıtlar ve ilmi araştırmalar, bir vakitler dünyanın gerçekten cihanşümul bir Tufan’a uğradığını kat’i olarak isbatlamış bulunmaktadır. (Düşünce Hevenkleri, Zafer Ayvaz, T.Ö.V. Yayınları)

Sorulara Cevaplar Mı, Cevaplara Sorular Mı?

Şöyle bir hayatımıza baksak birçok telkin örneğini kolaylıkla buluruz. Zihnimizde sorulardan çok hazır cevaplar vardır. "Kalbi temizlik"ten "pozitivizm"e, "çağdaşlık"tan "istediğim gibi yaşarım"a kadar bir yığın cevabın sorusu asla sorulmamıştır. Söz gelimi, Rabbinin emrine zıt bir hayatı "çağdaşlık" sloganıyla yücelten, "çağdaş olmak lazım" diyen insanlara sorun; "Çağdaş olmak nedir?" Alacağınız cevap çoğunlukla şu olacaktır; "Şeyy, çağdaşlık şeydir" Aynı şekilde, "hayatımı istediğim gibi yaşarım" diyenlere sorun; "Hayat nedir?" Cevap, çoğu kez "hayat hayattır", "hayat yaşamaktır" gibi mantıksız totolojilerin bir milimetre ötesine geçmeyecektir...

"Kalbim temiz" hazır cevabına, iki küçük soru; "Kalbi temiz olmak nedir? Birini hem çok sevip, hem de istediklerinin tersini yapmak mı?"

"Benim hayatım bu, istediğim gibi yaşarım!" sözünün, çok basit bir-iki soru ne kadar kof ve sığ olduğunu gösterir; "Senin olan bu hayatı nasıl edindin? Sokaktan mı buldun? Asıl sahibi gerçekten sen isen, neden ölümle son bulmasına engel olamıyorsun?"

Şu kainatta herşey herşeyle bağlıdır. Tek bir çiçeğin varlığı için suya, buluta, toprağa, güneşe, samanyoluna.. kısacası tüm kainata ihtiyaç vardır. O yüzden, bir tek çiçeği var edebilmek için, tüm kainata sözü geçen sonsuz bir kudret, sonsuz bir ilim, sonsuz bir irade gerektirir. Fakat materyalist bilim adamları bu bağlantıyı baştan keserler. Bizi "normal şartlar altında" ve "diğer şartları sabit sayarak" düşündürürler. Ve hep birşeyleri "baz" alırlar. Oysa baz alınacak sabit ve ezeli hiçbir madde yoktur... Ve bilim anlayışına onların hakim olduğu bir çağda, kainata bakıp Allah'ı tanımanın ilk şartı, onların hazır cevabını sorgulamaktır. Sözgelimi, "Diğer şartları sabit sayalım" mı diyorlar. İşte bu cevaba bir soru; "Sabit olmayan şartları sabit sayarak, daha baştan asılsız bir varsayıma dayanarak mı gerçeğe ulaşacaksınız?"

Örnekler böylece uzayıp gider. Yüzlerce, binlerce hazır cevap, bizi her yanımızdan kuşatır. Hepsi bir olur, aklımızı doğruya giden yolda kör, topal, sağır ve dilsiz bırakır. Ama hele bir cevaplara soru soralım, bizi doğrudan alıkoyan o karton kuleler, bir örümcek yuvasından bile kolaylıkla dağılır gider. Yeter ki, hazırlanan tuzağın farkına varalım. Yeter ki, kulağımıza üflenmiş hazır cevaplara sorularla yaklaşalım... (Zafer Dergisi)

Bu çalışmanın açıkça kanıtladığı üzere her sorunun bir cevabı vardır, sorularınızın yanıtını bulabilmek için araştırınız ve "okuyunuz";
-Kuran-ı Kerim, Alemlerin Rabbi olan Allahu Teala
-“Gerçeğe Doğru” Ciltleri, Zafer Dergisi (Bütün Sayılar), Zafer Yayınları
-Turan Dursun ve Din (Din Bu 1, 2 ve 3’e Cevap), Bahaettin Sağlam-İsmail Acarkan, Kavram Yayınları
-Ateizm ve Eleştirisi, Aydın Topaloğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
-İlahi Hikmet’de Kadın, Hüseyin Hatemi, İşaret Yayınları
-İnancın Gölgesinde 1-2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları
-Kulluğum Sultanlığımdır, Ömer Sevinçgül, Zafer Yayınları
-Kuran’da Edebi Veche, Safvet Senih, Nil Yayınları
-Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar, Emine Şenlikoğlu, Mektup Yayınları
-Ateizm’den İnanca, Emin Arık, Marifet Yayınları
-Reenkarnasyon, Arif Arslan, Adese Yayınları
-Ölüm Yokluk Mudur?, Hekimoğlu İsmail, Timaş Yayınları
-Merak Ettiklerimiz 1-4, Cihan Yayınları
-İlginç Sorular, İsmail Acarkan, Vural Yayınları
-Kitabı Mukaddes Kuran ve Bilim, Maurice Bucaille, T.Ö.V. Yayınları
-Şüpheler Üzerine, Safvet Senih, T.Ö.V. Yayınları
-Kuran ve Hz.Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, Abdülaziz Hatip, Nesil Basım Yayın
-Gerçek Din Bu 1-2, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
-Özellikle Evrimle İlgili Yapıtlar, Vural Yayınları
-İnternet’teki Çeşitli Bilgi Kaynakları
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
 
Din Hakkında Bitmek Bilmeyen Sorular
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Açıköğretim hakkında sıkça sorulan sorular ve cevapları
» Güiza iddiaları bitmek bilmiyor
» D-Smart Sıkça Sorulan Sorular
» Açıköğretim sınavında skandal sorular
» TÜBİTAK Bilim Dergisine Sorulan Sorular

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
RockLife Rock Metal Forum :: Off Topic :: Eğitim-Öğretim :: Liseliler-
Buraya geçin: