ABD ve İsrail'in yaşadığı stratejik uyumsuzluk giderek derinleşiyor. İki taraf da diken üstünde. En büyük korku bu uyumsuzluğun husumete dönüşmesi. Geliyorum diyen krizi önlemek için özellikle de ABD cephesi olağanüstü bir çaba içinde.
Fakat ne yapılsa da iki kadim dost arasındaki 'kronolojik kopuş'un önlenmesi biraz zor görünüyor. İsrail geçmişe ABD ise geleceğe odaklandığından artık senkronize hareket edemiyorlar.
***
Nitekim bu 'dramatik aksaklığı' geçen hafta medyadan canlı bir biçimde 'izleme' fırsatı da bulduk.
18 Mayıs Pazartesi günü, Beyaz Saray'da iki ülke lideri tam iki buçuk saat süren 'gergin ama tarihi' bir görüşme yaptı.
Gerçi buluşmada korkulan olmadı.
Yani ABD Başkanı ile İsrail Başbakanı kameralar önünde 'ağız dalaşı'na girmediler.
Ancak beklenen oldu.
Amerikan basını, Başkan Obama'nın Ortadoğu'da statükoyu savunan Benyamin (Bibi) Netanyahu'ya üstü kapalı da olsa Beyaz Saray'ın yeni kırmızı çizgilerini anlatmaya çalıştığını yazdı.
***
Şahin görüşleriyle tanınan misafirine Filistin, İran ve Suriye hattında tek başına manevra yapmanın risklerini hatırlattı. Devrin İslam dünyasıyla diyalog ve uzlaşma devri olduğunu, bu tarihi fırsatın kaçırılmaması gerektiğinin altını çizdi.
Kararlı bir duruş sergileyen Obama, diplomatik bir dille de olsa İsrail'e karşı rüştünü ispatladı. Zihinlerdeki Tel Aviv'in her talebine 'evet' diyen Washington tabusunu bir nebze de olsa yıktı.
***
Kameralar karşısına çıkan iki liderin de yüzüne kapalı kapılar ardındaki sert fikir ayrılıklarının çizgileri sinmişti.
Zaten basına kapalı dilimde yüz yüze görüşmelerin planlanandan bir kat uzun sürmesi bunun işareti olarak yorumlandı.
Televizyonlardan seyredenler farketmişlerdir. Başkan Obama'nın içinde bulunduğu 'hemen olsun bitsin' psikolojisi ile misafiri Netanyahu'nun yaşadığı hayal kırıklığı objektiflerden bile anlaşılıyordu.
Aslında, Irak savaşında işlerin ters gitmesiyle iki ülke arasında giderek derinleşen yapısal sorunlara bir de liderlerin kimyalarının farkı eklenince görüşmenin sönük geçmesine şaşırmamak lazım.
SONUN BAŞLANGICI MI?
Sancılı geçen görüşmeye canlılık katan medyanın attığı başlıklar oldu.
Başta İsrail basını olmak üzere dünyanın saygın gazetelerinin ertesi günkü (19 Mayıs) manşetleri 60 yıllık iki dostun geldikleri yol ayrımını gösteriyordu:
"Faustvari pazarlık", "Obama farklılığının altını çizdi", "İkinci raunda hazırlık", "Sonun başlangıcı mı?", "Anlaşamamakta anlaştılar", "Tarihi ittifakta çatlak", "Önceliklerde ayrıldılar", "Bu yıl İran'a saldırı yok" vb…
Bu manşetler bir bakıma, ABD ve İsrail arasındaki 'açık çek' politikasının sonuna işaret ediyordu.
***
Ama Beyaz Saray'ın İsrail'e bakışındaki dramatik değişimi asıl simgeleyen Amerikan medyasının takındığı tavırdı.
Ülke basını, tarihinde belki de ilk kez bir İsrail Başbakanı'nın ziyaretini neredeyse görmezden geldi. Görenler de çok az yer verdi.
Medyanın ambargosunu sorgulayan İsrail'in solcu gazetesi Haaretz, "Bibi'yi es geçtiler. Yoksa Amerikan medyasına İsrail-Filistin çatışmasından gına mı geldi?" diye tepki gösterdi.
Ambargo bir anlamda Obama'nın dolaylı yoldan verdiği uyarı; bağımsız Filistin devleti önerisiyle ABD'nin İran açılımına karşı çıkan İsrail Başbakanı'na kesilen faturaydı.
MEDYANIN 'BASKICI HOŞGÖRÜSÜ'
Gerçekten de Başkan Obama'nın Netanyahu'yu Beyaz Saray'da ağırladığı gün hiçbir büyük Amerikan gazetesinin buluşmayı 'haber vermemesi' dikkat çekiciydi. Medyanın 'repressive tolerance/baskıcı hoşgörü' diye tanımlanabilecek, 'burada olabilirsin ama ben seni görmüyorum' şeklindeki ilgisizliği ertesi gün de sürdü.
Bırakın manşetleri, buluşmayı birinci sayfadan küçük haber olarak gören gazete sayısı ikiyi bile geçmedi. 19 Mayıs Salı günkü New York Times'ın manşetinde iki liderin görüşmesi yerine First Lady Michelle Obama'nın güzel ve büyük bir resmi vardı.
***
Liderlerin buluşması birinci sayfadan küçük bir anonsla duyurulmuş, haberin resmi ise 12'inci sayfaya konulmuştu.
Los Angeles Times ise haberi Filistinli parlamenter Mustafa Barguti'nin yorumuyla yan yana vererek, 'yangına benzinle gitmişti' adeta.
Amerikan kamuoyundaki İsrail algısını hedef alan yazı, çok profesyonelce kaleme alınmış ve ikna edici argümanlarla doluydu. Yoğun yorumlardan da yazının büyük ilgi gördüğü anlaşıyordu zaten.
***
Amerikan kitle gazetelerinin İsrail'e yönelik bu eleştirel tutumu Netanyahu'nun ziyaretiyle 'nüksetmiş' değil. Ama 'drenajlı pansumanı' hatırlatan bu yayın tarzının öyle uzun bir mazisi de yok. Ekonomik krizle kendini hissettiren bu yeni bakış, asıl 'U' dönüşünü Obama Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra yaptı.
Washington Post, USA Today, LA Times, Boston Globe ve Christians Science Monitor gibi gazeteler, son zamanlarda 'sistematik' bir biçimde Filistin ve Arap dünyasının tezlerini savunan; ABD'nin İran ve Suriye ile diyalog arayışını destekleyen yorumlara sayfalarını açmaya başladı. Ama hiç biri New York Times kadar 'ileri' gidemiyor.
OBAMA'NIN EN PARLAK BÜLTENİ
Gerek editoryal gerekse köşe yazarları yoluyla New York Times, Başkan Obama'nın dış politika doktrininin adeta platformu haline gelmiş durumda.
Hele bu gazetenin çiçeği burnundaki dış haberler yazarı Roger Cohen, Obama çizgisinin en parlak 'bülteni' olarak gösteriliyor. Obama'nın yeni Ortadoğu politikasının parametrelerini anlamak isteyenler onun makalelerini kaçırmamalı.
Uzun yıllar dış haberlerde çalıştıktan sonra bu yılın başında köşe alan Cohen, Amerikan basınındaki tek düzeliği sarsan ve empati niteliği yüksek yorumlarıyla öne çıkıyor. Beş ay gibi kısa bir sürede yeni dönemin 'barışçıl, farklı kültürlere saygılı, çoğul ve realist' sesi olarak sivrildi.
***
Neredeyse her makalesi Türkçe'ye de çevrilen Cohen, Netanyahu'nun Washington'a ayak bastığı gün, "Statüko Araplarla İsrail'i birleştirdi' yazısını yayınladı. İsrail'e, "Sen nükleer silahlara sahipken, İran'a o silahlara sahip olamayacağını söylemenin imkansızlığını ve çifte standardını" anımsattı.
Cohen'in son iki ay içinde yazdığı makalelerden sadece üçünün başlığı bile Obama yönetiminin Ortadoğu politikasını özetlemeye yeterli:"Hamas ve Hizbullah'ı tanıma vakti", "İran rejimini şeytanlaştırmadan önce bir düşünün", "Korku siyaseti İsrail'i kemiriyor".
İRAN'I ANLAMA KAMPANYASI
ABD'deki, "İran ve Ortadoğu'nun psikolojisini tanıyalım" kampanyasına hatırı sayılır katkılarda bulunan gazetelerden biri de Washington Post.
Gazete geçen hafta Obama'yı açık bir biçimde, "Irak'la 8 yıl savaşmış; çevresi Pakistan, Rusya, Hindistan, İsrail ve ABD gibi nükleer güçlerle kuşatılmış; bu yetmezmiş gibi bir de 30 yıldır dünyanın en büyük gücü ABD ile mücadele eden Tahran"ın endişelerini anlamaya çağırdı.
***
Çok değil bir yıl öncesine kadar bu tür 'empatik' cümleler sadece "çevresi kendisine düşman 400 milyon Arapla çevrili" İsrail için kurulur ve Batılı kamuoyuna şu mesaj verilirdi: 'Yok edilme tehdidi' altındaki İsrail'in Filistin işgali ve bölge ülkelerine yönelik militarist politikaları 'nefsi müdafaya' dayanıyor. Barışı kabul etmeyenler, saldırgan Araplar.
Şimdiyse empati rüzgarı tersinden esiyor.
Peki ne oldu da ABD ve İsrail ayrı telden çalmaya başladılar. Daha doğrusu Beyaz Saray, neden kadim dostunu 'frenleme' kararı aldı.
İDEOLOJİ YERİNE REAL-POLİTİKA
Yarım asırdan fazladır içtikleri su bile ayrı gitmeyen iki müttefikin geldiği bu yol ayrımı yeni bir döneme girdiğimizi gösteriyor.
Hem de kaçınılmaz bir biçimde.
Çünkü ABD, Ortadoğu'da İsrail ile Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün'ün başını çektiği 'İran karşıtı' statükoya hizmet ederek hayati çıkarlarını daha fazla savunamayacağının farkında.
Bu yüzden, Vietnam yenilgisinden sonra yaptığı gibi, büyüyen emperyal krizini bir kez daha ideoloji yerine real-politikayı devreye sokarak aşmaya çalışıyor.
***
Eğer 1970'lerin sonundan itibaren ABD'nin Ortadoğu'da izlediği politikaları mercek altına alırsak, Tel Aviv-Washington arasındaki mevcut 'İran krizi'nin mahiyetini ve ibrenin neden Tahran'dan yana dönmeye başladığını anlamamız biraz kolaylaşabilir.
Ekonomisi dibe vurmuş, savaş makinesi de Vietnam sendromu yani halkın yeni bir savaşa şiddetle karşı çıkması nedeniyle çalışamaz hale gelen ABD, 1970'lerin ortalarından itibaren ilk iş olarak Çin, ardından da Sovyet Rusya ile 'yumuşama' politikasına geçti.
Çin ve Rusya cephelerini garantiye aldıktan sonra da bütün gücünü Latin Amerika'da karşı devrimlere ve devrimci hareketlere vermeye başladı. Ne var ki, 'arka bahçesi'nde avlanırken 1979 yılındaki İran İslam Devrimi'yle Ortadoğu stratejisinin menteşesi konumundaki Tahran yerinden söküldü.
RUSYA'DAN HAYAT ÖPÜCÜĞÜ
Washington daha İran şokunu atlatamadan aynı yıl Sovyet Rusya, Afganistan'a girdi. Ve bu işgal, Washington için adeta bir hayat öpücüğü oldu. Kendine gelen ABD, kısa bir süre içinde 20'inci yüzyılın en 'küresel modern cihadı'nı örgütledi.
Aralarında Usame Bin Ladin'in de bulunduğu binlerce 'mücahid'i Ruslarla savaş için Afganistan'a yönlendirdi. Bu cihad, sadece ABD'nin Rusya karşısındaki mevzisini güçlendirmedi. Ona Ortadoğu ve petrol bölgeleri, özellikle de İran Körfezi üzerindeki zayıflayan gücünü yeniden tahkim etme imkanı da sundu.
***
Bu tarihten sonra ABD, 1973 petrol krizinden aldığı dersle 1980 ve 90'larda bütün gücünü, İran Körfezi'nde yeniden hegemonya kurmaya harcadı. 23 Ocak 1980'de Carter Doktrini'ni yayınlayarak, "İran Körfezi'ndeki çıkarları için gerektiğinde savaşı bile göze alacağını" duyurdu. Aldı da. Türkiye'deki 12 Eylül darbesinden 10 gün sonra (22 Eylül 1980) desteklediği Irak, İran'a saldırdı.
YENİ DÜNYA DÜZENİ'NİN ENERJİSİ
Carter Doktrini'yle ABD, jeo-ekonomik çıkarlarına göre bölgesel ve küresel politikasını yeniden dizayn etti. Ve merkezinde enerji kaynaklarıyla enerji yollarının bulunduğu yeni bir 'uluslararası sistem' inşasına başladı.
Orta ve Güney Asya (Hazar havzası), Ortadoğu (İran Körfezi) ve Afrika Burnu'ndan (Aden Körfezi) oluşan bu 'enerji coğrafyası'ndaki hakimiyetini sürdürmek için 1983'te Central Command/Merkez Komutanlığı'nı (Centcom) kurdu.
***
Centcom'un görev alanındaki Hazar Havzası'ndan (Kazakistan) Aden Körfezi'ne (Yemen) kadar uzanan coğrafyada 20 Müslüman ülke var. Öncelikli amaç, bu ülkelerdeki enerji kaynaklarının kontrolü ve petrol arzının güvenliğini sağlamak. Centcom, bu hedefine ulaşmak için şimdiye kadar ikisi bitmiş (1980-88 İran-Irak Savaşı ile 1991 Körfez Savaşı) ve ikisi de hala devam eden (2001 Afganistan ile 2003 Irak) dört savaşta görev aldı.
Devam eden son iki savaş şimdi ABD'nin bölgedeki ölüm-kalım mücadelesine dönüşmüş durumda. Başkan Obama'nın temel politikası, bu savaşlardan zaferle ayrılmak ya da en az hasarla çıkmak. Bunun için de Türkiye ve İran başta olmak üzere İslam dünyasının tam desteğine şiddetle ihtiyaç duyuyor.
***
Barack Hüseyin Obama'nın düğmesine bastığı küresel uzlaşma ve diyalog politikasının asıl amacı, işte Centcom'un yaşadığı bu tıkanıklığı aşmaya yönelik. Bu nedenle Obama, bulduğu her fırsatta Müslüman kökenlerine vurgu yapıyor; ailesinde Müslümanlar bulunduğunu söylüyor. Yine bu nedenle ilk röportajını El Arabiya'ya verdi, ardından ilk ziyaretini Türkiye'ye yaptı. Ve daha seçilmeden İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah'a karşı ABD'nin sıkılmış yumruğunu çözdü.
***
Bu jeo-politik manzara göz önüne alındığında İsrail'in ABD'ye yönelik 'İran dayatması' çok fazla etkili olacak gibi görünmüyor. Çünkü ABD'nin bölgedeki geleceği müttefiklerini 'dünya görüşüne göre değil somut çıkarlarını öne alarak' seçmesine bağlı. Ve Obama yönetimine yakın gazete ve düşünce kuruluşları da sürekli bu yaklaşımı parlatıyor.
Sloganları da, "The Miracles of Realism /Realizmin Mucizeleri". Anlayacağınız durum çok ciddi.