Aradan bir onyıldan daha uzun zaman geçti. Güzel bir yaz aksamı dostumun Klein-Oels’deki şatosuna vardımdı. Onunli aramda .her zaman .olduğu gibi, felsefî konuşmamız gece geç vakte kadar sürdüydü. Eski, tanıdık yatak odasında soyunurken, konuşmamız içimde -hâlâ yankılanıyordu. Yatağımın üstündeki Volpato’nun güzel gravure’ü Atina Mektebi önünde, bundan önce birçok kereler yaptım gibi, daha uzun müddet durdum. Tanrısal Raffael’in uyumlu ruhunun, birbirlerile olum d,r,m savaş, yapan sistemlerin kavgasın, barışçı bir konuşmaya çevirip yumuşatmasından, bu akşam pek çok tadaldım. Önce’ Eski Kültürün akşam karanlığında sistemlerin şiddetli karşıtlıklarını uzlaştırmağa uğraşmış, sonra, Renaissance’da da en asil ruhlarda istemi, olan barış havası, bu birbirine sessizce bağlanmış şekiller üstünde yayılmıştı. Uykum geldiği için yattım. Hemen de daldım. Ve derhal Raffael’in tablosunun ve yaptığımız konuşmanın canlı, bir rüyasına daldım. Bu, rüyada filozofların görünüşleri birer gerçek oldular. Çok, çok uzaktan, Filosoflar Tapınağının solundan, bundan sonraki yüzyılların çeşitli elbiseleri ile, uzun bir insan dizisinin yaklaşmakta olduğunu görüyordum. Yanımdan her geçen ve bana yüzünü çevireni tatanımağa çalışıyordum. Şu Bruno» Dgscartes, şu Leibniz idi, ve kendilerini resimlerinden tasarladığım daha birçokları vardı. Merdivenlerden yukarı çıkıyorlardı. Onlaı ilerledikçe Tapmağın parmaklıkları açılıyordu. Bunlar, geniş bîr alanda, Yunan Filozoflarının görünüşleri araşma karışıyorlardı. V şimdi, beni rüyamda bile hayrette bırakan, bir şey oldu. Gelenler, içten bir zorunlukla itilmiş gibi, bir küme halinde birleşmek ic.r birbirlerine ulaşmağa çalışıyorlardı, ilkin sağ tarafa doğru, matematikçi Arkhimedes’in dairelerini çizdiği ve taşımakta olduğa küreden tanılan astronom Ptolemaios’un bulunduğu yere doğru bu kımıldanma oldu. Şimdi, dünya açıklamalarını sapam, her şevi kucaklayan fizik tabiat üzerine kuran, böylece aşağıdan yukanya "doğru ilerleyen, birbirlerine bağımlı olan tabiat kanunlarının bağlantısından evrenin birlikli bir nedensel açıklamasını bulmak isteyen ve böylelikle ruhu tabiatın altına sıralayan ve yahutta bilgimizi, tabiat bilimleri metoduna göre bilinebilenle sınırlayan düşünürler toplanıyordu. Bu materialistler ve positivistler alayında, ince çizgilerinden, dudaklarındaki metafizikçilerin rüyalarile alay ede r gibi olan istihzalı gülümsemeden d’Alambert’i de seçtim. Burada bu positivist, felsefenin sistemcisi Comte’u da gördüm; her milletin düşünürlerinden bir küme, kendisini saygı ile dinliyordu.
Ve simdi içinde Sokrates’in ve tanrısal Eflâtun’un yüce ihtiyar görünüşünün, .insandaki Tanrı şuuru üzerine duyulanın üstündeki bir dünya düzeninin bilgisini kurmağa girişen bu ikisinin, bulunduğu yeni bir takım ortaya doğru ilerledi. Orada, yüreği ihtirasla Tann’yı arayan Augustinus’u da gördüm, etrafına birçok filosof theologlar toplanmıştı. Onların, Hrıstiyanlığın ruhu olan kişilik idealismini o saygıdeğer Eskilerin öğretilerine bağlamağa çalışan konuşmalarını işittim. Ve simdi matematik tabiat arayıcıları grubundan Descartes, ince, zayıf, düşünme gücünden erimiş gibi bir görünüş, ayrıldı ve, içten bir kuvvetle sürükleniyormuşcesine, bu hürlük ve kişilik idealistleri ne doğru çekildi. Fakat sonra Kant’ın hafif öne eğilmiş ince yapılı görünüşü, — hürlük idealismini kritik şuura yükseltilmiş ve böylece onu deney bilimlerile barıştırmış olan büyük düşünür-üçköseli şapkası ve bastonu ile, çizgileri düşünmenin gerginliğinden donmuş gibi, yaklaşınca, bütün küme açıldı. Ve melankolik çizgilerinde, derin düşünmeyi ve şairin idealleştiren görüşünü üzerine çökmekte olan bir alınyazısının sezgisi ile karıştıran eğik, düşünceli asil basile, ışıklar saçan bir görünüş, hâlâ genç olan yürüyüşile, merdivenlerden çıkarak üstad Kant’a, doğru ilerledi — hürlük idealisminin şairi, Schiller’imiz. Fichte ve Cariyle deartık yaklaşmışlardı. Bana, Ranke ile Guizot ve başka büyük -tarih-yazarları bu ikisine kulak veriyorlar gibi geldi. Fakat bunların yanında gençlik yıllarımın bir dostunu, Heinrich von Treitschke’yi, görünce, garip bir ürperme ile titredim.
Bunlar ancak buluşmuşlardı ki, solda da, evrenin tanrısal.uyumunu lkönce görmüş olan Pythagoras ve Herakleitos un etrafına da bütün milletlerin düşünürler, toplanıyordu. Giordano Bruno, Spinoza, Lelbniz. Milletimizin Schvvabenlı iki büyük düşünürünü, Scheiling ile Hegel’i, gençlik günlerinde olduğu gibi elele ve dinç görmek, ne garipti. Bunların hepsi, evrende her yana yayılmış manevî tanrısal bir kuvvetin bulunduğunu bildirenlerdi. Bu kuvvet, ’her şeyde ve her bir kişide gizlidir, hepsinde tabiat kanunlarına göre işler: öyle ki, onur. dışında hiçbir aşkın (transoendent) düzen, seçme ’hürlüğü olan hiçbir çevre yoktur. Bütün bu düşünürler bana, güç işler ’görmüş yüzlerinin altında sair ruhları saklıyorlar gibi geldi. Bunların arasında da şiddede ileriye doğru sokulan bir kımıldanma odu, sonunda- şahane bir görünüş, dik, hemen hemen kaskatı bir duruşla, ölçülü adımlarla yaklaştı: Goethe’nin büyük, güneşler gibi parlayan gözlerini, Apollonce ’ başını gördüğüm zaman, derin bir saygı ile ürktüm. Orta yaşlarında idi ve bütün kahramanları, Faust ye Wilhelm Meister, Iphigenie ve Tasso onun tabiattan insanın yaratmasına uzantın oluşum kanunları üzerindeki bütün büyük düşünceleri, etrafında uçuşuyorlar gibi idi.
Ve bu en büyükler arasında tekbaşına olan görünüşe: duruyor, bulunuyor ve (huzursuzca kımıldıyorlardı. Bürolar, positivismin bütün hayat bilmecelerinden şiddetle elçekmesilc metafizik arasında, her şeyi belirleyen bir bağlam ile kişinin hürlüğü arasında arabulmak istiyor gibi görünüyorlardı.
Fakat arabulucular bu gruplar arasında boşyere gayretle koşuşuyorlardı — bu grupları ayıran uzaklık ;her saniye artıyordu — şimdi aralarındaki zemin bile kayboldu — korkunç düşmanca bir yabancılaşma, onları ayırıyor gibi idi — üç veya belki de daha çok felsefe var gibi görünmesinden, garip bir.korku.içine düştüm — kendi varlığımın birliği parçalanıyor gibi geliyordu, çünkü bazen su gruba, bazen de bu gruba doğru hasretle çekiliyordum ve ben de birliğimi korumağa uğraşıyordum. Ve düşüncelerimin bu çabalaması arasında uykunun örtüsü inceldi, hafifledi, rüyadaki görünüşler soldular ve uyandım.
Odanın büyük pencerelerinden yıldızların parıldadığı görülüyordu. Evrenin ölçülemezliği ve anlaşılamazlığı beni kapladı. Geceki konuşmada dostuma anlattığım düşünceleri, bir kurtuluş gibi hatırladım.
Bu ölçülemeyen, kavranamayan, anlaşılamayan evren, peygamberlerde, şairlerde ve filozoflarda çeşit çeşit görünür. Bunların hepsi, yerin ve saatin tesiri altında bulunurlar. Her dünya görüşü tarihe bağlı, dolayısıyla sınırlı ve relatifdir. Bundan korkunç bir düşünme anarşisi meydana geliyor gibidir. Fakat bu mutlak şüpheyi ortaya çıkarmış olan tarihî şuur ancak, bu şüphenin sınırlarını da belirleyebilir. İlkin: dünyagörüşleri bir iç kanuna göre ayrılmışlardır. Burada düşüncelerim, biraz ünce rüyagörenin karşısına üç filozof grubu hayali halinde çıkmış olan dünyagörüşlerinin büyük anaformlarma geri döndüler. Dünya görüşünün, bu tipleri, yüzyıllar boyunca yanyana varolmuşlardır. Ve şimdi diğer, kurtarıcı düşünce: dimyagörüşleri, evrenin tabiatında, ve sonlu olarak kavrayan ruhun kendilerine olan ilintisinde kuruludurlar. Bundan dolayı bu dünya görüşlerinden her biri, düşünce sınırlarımızda evrenin bir yönünü ifade eder. Her biri bundan dolayı doğrudur. Fakat her biri tektaraflıdır. Bu yönleri toplu olarak görmekten mahrum bulunuyoruz. Hakikatin saf ışığını biz ancak türlü biçimlerde kırılmış bir ışın halinde görebiliriz.
Felâketli olan eski bir bağlantı var. Filosof tümel olarak geçen bilgiyi arar ve bu bilgi ile hayatın bilmeceleri hakkında bir karara varmak ister. Bu bağlantının çözülmesi gerektir.
Felsefe çift yüzlüdür. Söndürülemeyen metafizik içtepi, dünya ve hayat bilmecesinin çözülmesine yönelir, bundan filosoflar, dinadamları ve şairlerle akrabadırlar. Fakat filosof, bu bilmeceyi tümel olarak geçen bilgi ile çözmek istemesile, onlardan ayrılır. Bu eski bağlantı bugün artık çözülmelidir.
Felsefenin bası ve en yüksek ödevi şudur: .felsefe, kanunlara göre fenomenlerden bir düzen çıkaran ’deney bilimlerinin objektif düşüncesini, kendi kendisinin şuuruna yükselir, onu kendi kendisine karşı haklı gösterir. Fenomenlerde yanaşılabilen realite vardır: kanunlara göre olan düzen; bu, bize tümel olarak geçer şekilde verilmiş olan biricik hakikattir, ki bu da duyularımızın ve kavrama gücümüzün işaretler dilinde verilmiştir. Felsefenin anabiliminin konusu budur. Bilgimizin bu temellendirilmesi, Sokrates’ten beri bütün (halis filozofların kurulmasında çalıştıkları felsefenin anabiliminin büyük funktionudur. Felsefenin başka ’bir başarısı, deney bilimlerinin organisationudur. Bir bilimin temellerinin sadeleştiriıdiği veya bilimlerin birbirine bağlandığı, veya bunların bilgi idesine olan ilintilerinin belirlendiği veyahut da metodlarm bilgi değerleri bakımından yoklandıkları her yerde, felsefî ruh vardır. Fakat ayrı bir sanat ve din, hukuk veya devlet felsefesinin olduğu devir, bana sona eriyor gibi geliyor. Şu halde felsefenin en yüksek funktionu şudur: temeillendimek, haklı çıkarmak, kritik şuur, bütün objektif »düşünceyi, bütün değer-belirlemelerini ve gaye-koymaları kavrayan teşkilâtlandırıcı kuvvet olmak. Böylece meydana gelen koskoca sistem, insan nevinin güdümü içindir. Tabiatın deney bilimleri dış dünyanın biçimini değiştirdiler, ve şimdi de cemiyet bilimlerinin cemiyet üzerinde artan bir tesir kazandıkları çağ başlamış bulunuyor.
Bu tümel olarak geçen bilginin ötesinde, hayat ve ölüm karsısında sonunda yalnız bulunan kişiyle ilgili somlar vardır. :Bu soruların cevabı, ancak, aklımıza realitenin çok taraflılığını Tek Hakikata işaret etmekte olan türlü formlarla anlatan dünyagörüşlerinin düzeninde bulunur. Bu Tek Hakikat bilinmez, her sistem antinomielere dolanır. Tarihî şuur, felsefenin ve tabiat araştırmasının koparamadıkları son zincirleri kırar. Artık insan büsbütün hürdür. "Fakat tarihî şuur, ayni zamanda, insanın ruhunun birliğini kurtarır; gerçi anlaşılamaz olan, fakat varlığımızın canlılığına kendini açan ’eşyanın bağlamına bakmağı sağlar. Bu dünyagörüşlerinin her birinde hakikatin bir parçasını cesarede ululayalım. Ve hayatımızın yürüyüşü bize anlaşılamayan bağlamın sadece ayrı yönlerini yaklaştırırsa — bu yönü anlatan dünyagörüşünün hakikati bizi canlı olarak sararsa, buna kendimizi sükûnetle verelim. Hakikat, bu yönlerin hepsinde vardır.
İşte iki rüya arasında uyanık yatıp ta düşünceleri birbirini çaprazlayan bir insan halile düşündüğüm şeyler aşağı yukarı bunlardı — yıldızların yaza has ihtişamına bakışlarımı çevirip uzun
uzadıya üzerlerinde durup düşündüğüm fikirler bunlardı. En sonra hafif bir sabah uykusuna ve bu uykuyla birlikte gelmesi alışılmış olan rüyalara daldım. Sabah ışığı içeriye dolarken, bana yıldızlı kubbe gittikçe daha parlaklaşıyor gibi geldi. Hafif, mutlu görünüşler gök boyunca ilerliyorlardı. Uyanınca, bu mutlu rüya görünüşlerini hatırlamağa boş yere uğraştım. Sadece, onlarda ruhun en yüksek bir hürlük, ve hareketlilik saadetinin ifade edildiğini duydum. Böylece bu rüyayı, sonundaki hayat duygusunu kendilerine bildireyim diye, dostlarım için notettim. Nevimiz gülen dudaklar, melankolik bakan gözlerle, her zamankinden daha çok didinerek, hayatın sır dolu anlaşılmaz yüzünden bir şeyler okumağa çalışıyor. Evet; dostarım, ışığa, hürlüğe ve varlığın güzelliğine erişineğe çalışalım. Fakat yeni ’bir başlangıçla, geçmişi silkip atmak suretile değil. Eski Tanrıları her yeni yurda birlikte götürmeliyiz. Ancak kendini feda eden kimse, hayatını tam olarak yaşamış olur... Nietzsche, yalnızlık içinde kendi kendine düşünerek, ilk tabiatı, tarihsiz yaratığını boş yere aradı. Bir deriyi ötekinin ardından kaldırdı. Fakat geriye ne kaldı? Yine de tarihe bağlı bir şey: Renaissance’ın kudret insanının çizgileri, insanın ne olduğunu, kendisim; ancak tarihi söyler. Hayata peşin hükümsüz yeniden başlamak için, başkaları boş yere bütün geçmişi arkalarına atıyorlar. Bunlar geçmiş olanı silkip atamazlar ve geçmişin Tanıdan onlar için birer hortlak olur. Hayatımızın melodisi, kendisinin yanısıra giden geçmişin seslerile şartlıdır. Anın azabından ve her sevincin gelip geçiciliğinden insan, ancak tarihin yaratmış olduğu büyük objektif kudretlere kendini vermekle kurtulabilir. Keyfin ve zevkin sübjektifliği değil de, bu objektif kudretlere kendini veriş, üstün kişiliğin dünyanın gidişile barışmasıdır.