Efendim nice kavramlar ve ilkeler vardır ki pek çoğumuzun diline pelesenk olmuştur da onların aslında ne olduğunu bilmeyiz, onlar hakkında bildiklerimiz de boş bir yanılsamadır sâdece. Bu yanılsamalar da ya birileri tarafından kasıtlı olarak ortaya konur ya da belirli bir cehâletin ürünüdür. İşte şu hümanizm de böyledir. Efendim sokaktaki bir kimseye ‘Hümanizm nedir?’ diye sorsak bize büyük bir olasılıkla ‘insancıl’ cevâbını verir. Oysa ki insancıl, humanitarian kelimesinin karşılığıdır, hümanizm ise insanperestin. Nitekim hümanizm belirli bir ideolojinin; burjuva ideolojisinin adıdır.
İmdi efendim gerçekte hümanizme karşı oldukları hâlde kendilerini hümanist olarak nitelendirenlerin hâline bir bakınız hele. Pekî ya hümanist olmadığı hâlde bâzı düşünürlere hümanist yaftasının yapıştırılmasına ne demeli? Eğer ortada bir kasıt varsa bu düpedüz nâmussuzluktur ve bunu yapanlar da nâmussuzdur, yok eğer böyle bir kasıt yoksa o hâlde bunu yapanlar düpedüz câhildir.
Pekî bu burjuva ideolojisi olarak hümanizm nedir? Efendim öncelikle ideolojiden biraz bahsedeyim: efendim ideoloji (ideologi) kelimesi Eski Yunancadaki idea (idea) ve logos (logos) kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuştur. İdea kelimesi doğrular, logos kelimesi de söz, yasa, akıl vb. mânâlara gelir; ancak buradaki mânâsı bilgidir. İmdi ideoloji kelimesinin mânâsı doğruların bilgisidir. Efendim grupların taşıyıcısı olduğu değerlilik tasarımlarına ideoloji adı verilir. Değerlilik tasarımları ise nelerin değerli nelerin değersiz olduğuna ilişkin tasarımlardır: bu tasarımlar ‘şunlar değerli, bunlar değersiz’ diyerek insanın değerini ve yapılması gerekenlerin ne olduğunu belirlediğini iddiâ eder. Bu iddiâlar da insanın evrendeki diğer canlılar arasındaki kendine özgü yerine ve amaçlarına ilişkin tasarımlardır. İdeolojiler ise belirli bir insan ve dünyâ görüşü çerçevesinde oluşturulan normlar sistemidir.
İmdi burjuva ideolojisi olarak hümanizmin değerlilik tasarımına şöyle bir bakmak gerekirse: efendim birincileyin bu değerlilik tasarımının oluşturulduğu ortama şöyle bir bakalım: efendim Ortaçağ’da Avrupa’da en güçlü siyâsî yapı Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’ydu. Avrupa krallıkları doğrudan veya dolaylı olarak bu imparatorluğun siyâsî egemenliğini tanıyor, ona bağlılıklarını bildiriyordu. İmparatorluk kurumunun üzerinde ise papalık kurumu vardı ve imparatorlar taçlarını papanın elinden giyer, ona bağlılıklarını bildirirlerdi. Bu çağda Avrupa’da feodalizm egemendi ve merkezî idâre hem siyâseten hem de idârî açıdan zayıftı. Kralların siyâsî egemenlikleri de içe değil; daha çok dışa dönük bir egemenlik niteliği taşıyordu. Feodal beyler kendilerine görkemli şatolar inşâ ettiriyor, bu şatoların etrâfını büyük surlarla çevirtiyor, güvenlik gereksinmelerini de şövalyeler mârifetiyle karşılıyordu. Toprakları üzerinde yaşayan tüm insanların ve üretim araçlarının özel mülkiyeti de bu beylere âitti. İmdi feodal beyler kendi toprakları üzerinde mutlak egemen bir güç konumunda bulunuyor; ekonomik ve siyâsî faaliyetleri kendileri yönetiyor, hak ve özgürlükleri ve bunların sınırlarını kendileri belirliyor, bu topraklar içinde geçerli hukuk normlarını da bizzat kendileri oluşturuyor, uyguluyor ve denetliyordu.
Zamanla Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun siyâsî egemenliği pek çok nedenden dolayı zayıfladı ve krallar etrâfında birleşen feodal beyler bu egemenliği tanımama karârı aldı. Böylelikle krâliyet kurumu siyâsî egemenliğini arttırdı. Zamanla bu kurum feodal beyler üzerindeki baskı ve denetimini arttırma yoluna gidince feodal beyler yeni arayışlara yöneldi. Hem üstelik coğrâfî keşifler yapılıyor ve yeni ticâret yolları bulunuyor, keşfedilen yeni yerleşim bölgelerinden Avrupa’ya bol miktarda değerli mâden geliyor ve bu da zenginlik algısını değiştiriyordu; nitekim bu yeni dönemde toprak değil; değerli mâden fazlası zenginlik kaynağı olarak görülmeye başlandı ve bu da feodal beylerin ekonomik ve siyâsî nüfuzlarını zayıflattı. Öte yandan bu değişen zenginlik algısı Avrupa’da burjuvanın ve burjuvazinin gelişmesini sağladı ve burjuvanın ekonomik ve siyâsî nüfûzunu zaman içinde arttırdı. Kilise de bu keşiflere ve birtakım îcâtlara ve tabiî ki haçlı seferlerinde kaydedilen mâğlûbiyetlere bağlı olarak ekonomik ve siyâsî nüfûzunu önemli oranda yitirdi; feodal beyler üzerindeki hâkimiyeti zayıfladı ve elindeki toprakların önemli bir bölümünü bu beylere kaptırdı. Hâl böyle olunca Kilise feodal beylere karşı krallarla işbirliğine kalkıştı; nitekim bu işbirliği tâ 1789 Devrimine kadar sürer.
İmdi on beş ve on altıncı yüzyıl Avrupa’sında üçlü bir siyâsî yapı vardı; bir tarafta feodal beyler, bir tarafta burjuva ve bir tarafta da Kilise ve krallar vardı. Bu yapı içinde burjuva hem feodal beylerin hem de Kilise ve kralların ekonomik ve siyâsî nüfûzunu ortadan kaldırmak ve deyim yerindeyse ipleri ele geçirmek istiyordu. Böylelikle iki aşamalı bir proje yürürlüğe soktu: birinci aşamada feodalizme son verilecek, ikinci aşamada ise Kilise öğretisi bozuma uğratılacak ve buna bağlı olarak ekonomik ve siyâsî nüfûzu ortadan kaldırılacaktı. Bunların gerçekleşmesinde anahtar kurum ise krâliyet kurumuydu. İmdi burjuvaya göre ancak krâliyet kurumu feodalizmi ortadan kaldırabilir ve feodal kurum ve kurumsal ilişki biçimlerini de tasfiye edebilirdi, bunları da Kilise’nin desteğiyle yapabilirdi. Daha sonra da kendileri halkı seküler kurumlar ve kurumsal ilişki biçimleri üzerinden birtakım propagandalarla örgütleyerek hem Kilise öğretisini bozuma uğratıp onun ekonomik ve siyâsî nüfûzunu ortadan kaldıracaktı hem de krâliyet kurumunu tasfiye ederek yerine millî devlet görünümünde burjuva krallığını kuracaktı.
İşte burjuvanın bu projesinde hümanizm kilit bir fonksiyona sâhipti: imdi hümanizm birincileyin feodal kurum ve kurumsal ilişki biçimlerine bir tepki olarak ortaya çıktı. Söz gelişi serflik kurumu ve bu kurumun tasfiye süreci bu cümleden. Hümanizmin en önemli dayanağı ise o dönemlerde ivmelenen filoloji çalışmalarıydı; özellikle de haçlı seferleri sırasında Müslüman Araplardan Platon’u, Aristoteles’i ve diğer önemli Yunan filozoflarını öğrenen burjuva bu çalışmalara çok ciddî bir ekonomik ve siyâsî destek sağladı. Hümanizmin gelişimi ise Kilise öğretisini bozuma uğratmak yönünde şekillendi; nitekim daha sonraki Reform Hareketlerinin nüvesi de bu sıralarda kotarıldı.
İmdi burjuva ideolojisi olarak hümanizmin esasları feodalizme, Kilise’ye ve krâliyet kurumuna karşı bir doğrultuda belirlendi. Bu esaslar aynı zamanda da bu ideolojinin değerlilik tasarımını oluşturuyordu; imdi bu tasarıma şöyle bir bakmak gerekirse: insan hak ve özgürlüklerini sınırlandıran kurumlar ve kurumsal ilişki biçimleri aslâ kabûl edilemez; nitekim insan yüksek değerli bir varlıktır ve bu değeri değersizleştiren kurumlar ve ilişki biçimleri değersizdir. Kilise öğretisi de kezâ bu değeri değersizleştirmektedir; nitekim insan özü îtîbârîyle kusurlu bir varlık değildir; onu bu hâle getiren sistemdir. Eğer sistem insanı değersizleştiriyorsa insanlar birleşerek bu sistemi değiştirmelidir. Bu amaç doğrultusunda yapılacak her devrim meşrudur ve insanın ödevi de bu gibi faaliyetler netîcesinde tesis edilecek belirli bir düzen içinde ahlâkî olgunluğa erişmek, doğaya uygun bir yaşam sürdürmektir.
Efendim görüldüğü gibi hümanizm böyle bir ideolojidir ve bu saptamalardan pek çok sonuç çıkartılabilir ve sözlerimin başında bahsettiğim boş yanılsamalara neşter vurulabilir. Bu cümleden olmak üzere bir kimse hem Hıristiyan hem de hümanist olamaz. Pekî örneğin Papa II. Johannes Paulus’ün büyük bir hümanist olduğunu söyleyenlere ne demeli?