RockLife Rock Metal Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Müslüman seyyahlar

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Tatlı-Cadı
Özel Üye
Özel Üye
Tatlı-Cadı


Mesaj Sayısı : 798
Başarı Puanı : 2236
Rep Puanı : 1
Kayıt tarihi : 28/05/09
Yaş Yaş : 33
Nerden : Almanya
İş/Hobiler İş/Hobiler : Golf

Müslüman seyyahlar Empty
MesajKonu: Müslüman seyyahlar   Müslüman seyyahlar Icon_minitimeC.tesi Ekim 23, 2010 7:15 am

IBN BATTUTA

İsmi, Muhammed bin Abdullah bin Muhammed bin İbrahim et-Tanci olup, künyesi Ebu Abdullah'tır. 1303 senesinde Kuzey-Batı Afrika (Fas) şehirlerinden Tanca'da doğan İbn-i Battuta, küçük yaşta ilim tahsiline başlamış, temel din bilgilerini ve yardımcı ilimleri öğrenmiş, Maliki mezhebi fıkıh bilgilerinde alim olmuştur.

Tanca'da tahsilini tamamladıktan sonra, 14 Haziran 1325te, hacca gitmek için memleketinden ayrıldı. Yolculuğunda, uğradığı yerlerdeki camileri, medreseleri ve türbeleri ziyaret edip, halka vaaz ve nasihatte bulundu. Gittiği beldelerin ileri gelenleriyle ve meşhur kimseleriyle görüştü. Bu seyahati, onda diğer İslâm memleketlerini de gezmek hevesini uyandırdı. Bu maksatla yirmi dokuz sene süren üç ayrı seyahate çıktı. O zamanki vasıtalarla imkânsız sayılacak kadar uzun seyahatler yaparak Müslümanlar ve Müslümanlıkla irtibatı olan bütün memleketleri gezdi. Onların tarihi, coğrafi, etnik ve kültürel durumları hakkında bilgi sahibi oldu. Dolaştığı her yerde ülkenin hekimleri, ileri gelenleri ve her tabakadan insanlarla tanıştı. Onların âdetlerini, törelerini, yaşayışlarını, yediklerini, içtiklerini ayrıntılı olarak tespit etti. Hükümdarların, makam sahiplerinin anlaşmazlıklarını, mücadele ve savaşlarına ait önemli bilgileri not etti. Seyahatleri sonunda vatanı Tancâ’ya döndüğünde tuttuğu notları, görüp işittiği önemli hadiseleri, Fas Merihi Sultanı Ebu İnari'nin arzusu üzerine kâtip İbn-i Cüzey'e anlattı. İbn-i Cüzey, bazı tarihi eksiklikleri de ilave ederek, eseri 1355 senesinde tamamladı. Tuhfet-ün-Nüzzar fi Garaib-il-Emsal ve Acaib-il-Efsar adı verilen ve kısaca Rıhle veya Seyahatname diye bilinen eser, Sultan Ebu İnan'a takdim edildi.

Ülkemizde İbn-i Battuta Seyahatnamesi adıyla tanınan bu eser, yazıldığı asrın İslâm ülkeleri ve diğer ülkelerin tarihi, coğrafyası, folklor ve etnolojisi, dini, içtimai ve ilmi durumu hakkında kıymetli, sağlam ve aydınlatıcı bilgiler vermekte, Hint fakirlerinden, Anadolu ahilerinden, İran'daki Batınilik hareketinden bahsetmektedir.

Ayrıca görüp işittiği bazı alim ve veliler, meşhur ziyaretgâhlar hakkında menkıbeler ve kısa biyografik bilgiler de vermiştir. Seyahatname, yemek, giyim, kuşam ve geleneklerle ilgili etnoloji ve folklor malzemesi içermesi yanı sıra, İslâm dünyasının ekonomik ve sosyo-kültürel yapısına büyük ölçüde ışık tutması açısından yazıldığı devrin önemli eserlerinden biri olarak kabul edilmiştir. İbn-i Battuta, eserini yazdıktan bir süre sonra 1368 senesinde memleketi Tancâ’da vefat etmiştir.

AHİLİK

İbn Battuta’yı yorumlarken onu yaşadığı zamanın en etkin kurumu olan ahilik teşkilatından ayrı değerlendirmek çok zordur.

Terim olarak Ahîlik, Türk illerinde yayılmış bulunan "dinî-meslekî" karakterli kurumlardır Bu birlikler, başta mensupları olmak üzere, insanlar arasında dayanışma ve yardımlaşma kurmaya çalışmışlardır. Ahî kelimesi ise, terim olarak Ahî birliklerinin başında bulunan kişilere (reislere) verilen bir unvan olarak kullanılmıştır. İbn Battuta’dan öğrendiğimize göre; "Ahî; sanat sahibi olan kimselerin kendi aralarında bir topluluk meydana getirerek, aralarında seçtikleri reislerdir."

Ahiler devrin elit tabakasından ve cemiyetin en iyi yetişmiş kişilerinden oluşmaktaydı. Davranışı, sanat anlayışı, milli ve manevi değerlere duyarlılığı ve dünya görüşü bakımından Ahilerin hem devlet nazarındaki yerleri hem de halkın nazarındaki konumları çok farklıydı. Ahilik; ekonomik faaliyette bulunmayı, iş ve çalışma hayatında dayanışma ve iş- birliğini önemli bir değer olarak görmüş, iyi işler yapmayı, sahasında ilerlemeyi, toplumsal görev ve sorumluluğun gerekleri arasında saymıştır.

Yaşamak için yaşatmak gerektiğine inanılan Ahilikte her fert toplumun bir parçası olarak kabul edilir ve bir insanın rahatsızlığının bütün toplumu kademeli olarak rahatsız edeceğine inanılırdı. Ahilik felsefesinde "ben” veya “benim” kelimelerine pek fazla rastlanmadığı gibi maddiyata dönük faaliyetlerde bile önce karşısındaki ön planda tutulurdu. İmkanlara göre konuk odası, zaviye, yol, çeşme, vakıf gibi topluma hizmet eden tesisler kurulur, yanında çalışanlarına veya meslektaşlarına iş yeri açmak için maddi destekte bulunulurdu. Bu davranışlar toplumda zengin ve fakir arasında bir kıskançlık doğmasını engellerdi. Komşusu aç iken tok yatanın ağır bir dille suçlandığı bu düşünce sisteminde sosyal adalet ve dayanışmanın önemli bir yeri vardır.

Ahiliğin çok etkili olduğu önemli alanlardan biri de askeri ve siyasi alandır. Ahi birlikleri, cemiyetin huzuru için uzlaşmacı ve uzlaştırıcı bir tutum getirmişlerdir. Bu teşkilatın çatısı altına giren esnaf ve sanatkârlar, mesleki, dini, ahlâki eğitimden ayrı olarak, askeri talim ve terbiye de görmüşlerdir. Anadolu'da süratle yayılan, köylerde ve uç bölgelerde büyük nüfuza sahip olan bu teşkilat, Anadolu'da özellikle de 13. yüzyılda devlet otoritesinin zayıfladığı bir dönemde, şehir hayatında sadece iktisadi değil, siyasi yönden de önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Özellikle idare teşkilatının geliştirilmediği ilk devirlerde ahiler mahalli halk idarecisinin temsilcisi olmuşlardır. Ahilerin Fatih dönemine kadar ordu ile beraber hareket etmeleri ve dağ başlarında zaviye kurmaları toplumsal sorumluluğun askeri fonksiyonlarını ortaya koymaktadır. Ordunun geçeceği şehir ve kasabalardaki Ahi birliklerine önceden haber gönderilir, Ahi birlikleri de, kendi bölgelerinden geçerken orduya lazım olacak malzemeleri hazırlar; fırıncı, ayakkabı tamircisi, nalbant gibi sanatkarlar hizmet vermek üzere görevlendirirlerdi. gerekirse teşkilat, komşu kasaba ve şehirlerdeki Ahi birliklerinden yardım alarak hazırlıklarını tamamlardı.

Gerek teşkilat yapısı, gerekse çalışma prensipleriyle günümüzün sivil toplum kuruluşlarına örnek olan Ahi birlikleri, idarecilerini seçimle belirler ve yönetimin aldığı kararları uygulamakta tereddüt etmezlerdi. Ahilikte tüm seçimler demokratik usullerle yapılır, idari görevler belirli grupların tekeline verilmezdi. Seçilenlerin ortak vasfı ahlaki üstünlük ve meslekte başarı idi.

Bu bilgilerden Ahilerin yedi yüzyıl önce, bugünkü sivil toplum kuruluşlarından çok daha etkili, çok daha demokrat ve yapıcı siyasal bilince sahip halk kuruluşları olduğu görülmektedir.

Çalışmayı bir ibadet olarak gören Ahiler, gündüz ticaretle uğraşan esnaf ve sanatkarların gece eğitim ve sohbetlerinin yapılacağı Ahi zaviyeleri ve konuk evlerini kurmuşlardır. Ahi zaviyeleri, mesleğinde başarılı olan zengin, iyi ahlâklı ve cömert kişiler tarafından kurulurdu. Ahi zaviyelerinde konuk ağırlama hizmetleri yapıldığı gibi, gençlere öğretmen, müderris, kadı, hatip ve emir gibi şehrin ileri gelenleri tarafından düzenli olarak dersler de verilirdi.

İbn-i Battuta’nın da övgü ile bahsettiği Ahi zaviyeleri bir çok yerde "konuk odası" olarak görev yapmaktaydı. Konuk odalarının her türlü ihtiyacı ekonomik durumu iyi olan aileler tarafından gönüllü olarak karşılanırdı. Köye gelen misafirlerin yeme, içme, konaklama gibi her türlü hizmetleri buralarda ücretsiz bir şekilde karşılanırdı. Hayatını seyyahlıkla geçiren İbn Battuta için bu konuk odalarının önemi çok büyüktür. Gittiği bütün şehirlerde, o şehirlerin ahileri tarafından karşılanmış ve en iyi şekilde ağırlanmıştır. Misafirperverlikleriyle bilinen Ahiler konuklarını ağırlamanın dışında onlara para ve türlü hediyeler de verirlerdi. Konukseverlikte öyle ileri gitmişlerdi ki iki farklı ahi tekkesinin İbn Battuta’yı misafir etmek için tartıştıkları e en son kura çekmek yoluyla uzlaşmaya vardıkları görülmüştür.

GEZDİĞİ ŞEHİRLER VE ORALARDAKİ YÖNETİM ANLAYIŞI

İbn Battuta’nın yaşadığı yıllarda Anadolu’da siyasi bir birlik bulunmamaktadır. İrili ufaklı birçok beylik ve devlet siyasi hayatını sürdürmektedir. Birçoğunun Müslüman oluşu gibi ortak özelliklerinin yanı sıra, bu beyliklerin birbirlerinden farklı özellikleri de vardır.
Yöneticilerine verdikleri isimler bey, melik, hükümdar, han, sultan, şeklinde farklılaşabiliyordu. Hükümdarlık babadan oğula geçerdi. Halk yöneticilerine son derece bağlıydı, hükümdarların halkın üzerindeki bu etkisini belirtmek için kullanılan “Ahali hükümdarının izinde gider.” sözü de bunun bir kanıtıdır.

Hükümdarlar şehirlerine gelen kimselere karşı misafirperver davranırlardı. Onları ya kendileri ziyaret eder ya da yanlarına çağırırlardı. Evlerinde en iyi şekilde ağırlar, onlarla sohbet eder, para, hediyeler ve özellikle at verir, öyle uğurlarlardı. Ancak bu kimselere karşı gösterdikleri samimiyetin ölçütü, konuk gelen kimsenin ona gösterdiği saygıyla orantılıydı. Örneğin ilk karşılaşmada, karşısındaki kişi selam vermek için atından inerse hükümdar da inerdi. Tersi durumunda ise atından inmez ve bunu saygısızlık olarak yorumlardı.

Müslümanların yaşadığı yerlerde dini inanışlar çok kuvvetliydi. Kadercilik ve ölüm karşısında çaresizlik anlayışı hakimdi. Ölülerinin arkasından çok fazla feryat figan etmemeleri de bu sebeptendir. Arap toplumuyla olan etkileşimler sonucu Türkler sadece Müslümanlığı kabul etmekle kalmamış aynı zamanda Arap toplumunun birçok adetini de kapmıştır. Örneğin Türkler de Araplar gibi çocuklarına ad koyarken fal açarlardı.






EVLİYA ÇELEBİ

Asıl adı Derviş Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi 1611 yılında İstanbul Unkapanı'nda doğdu. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcu başıydı.Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran'ı ezberleyerek "hafız" oldu. Enderun’a alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV. Murad'ın hizmetine girdi.

Evliya Çelebi Seyahatname’nin girişinde seyahate duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece rüyasında Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed'i gördüğünü, ondan "şefaat ya Resulallah" diyerek şefaat isteyecek yerde, şaşırıp "seyahat ya Resulallah" dediğini, bunun üzerine Sevgili Peygamberimizin ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri görme imkanı verdiğini yazar.Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635'te, önce İstanbul'u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı.

Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez,araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar. Evliya Çelebi çağdaşlarının aksine divan edebiyatının ağdalı dilini değil, sade bir Türkçe’yi tercih etmiştir. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır.Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescit, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır.Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına,çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir.Evliya Çelebi'nin eseri dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına rağmen, ilmi bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır.1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır.

XVII. YY. YÖNETİM FELSEFESİ

Osmanlı yönetim sistemi Türk ve İslam devletleri gelenekleriyle Orta Doğu’daki eski yönetim anlayışlarının bir sentezi durumundadır.Osmanlı Devleti, yönetimi İslam hukukuna dayanan merkezi ve monarşik bir devlet idi. Osmanlı devlet anlayışının temelinde hükümranlık, adalet ve düzen ilkeleri yatar.

Osmanlı hükümdarlarının hakimiyet kaynağı ilahidir. Mutlak ve devredilmez haklara sahip olan padişah Osmanlı hanedanına mensuptu. Devlet, kurucusunun adını taşıyordu. Osman Gazi’nin soyundan ailenin erkek bireyleri, saltanat makamına geçmişlerdir. Saltanatın bu aileye mahsus olduğu düşüncesi, devletin siyasi varlığını yitirdiği ana kadar devam etmiştir. 17. yy.ın başlarına gelinceye kadar, tahtın boşalması durumundaki oraya kimin geçeceğine ilişkin kesin bir belirleme yoktu. Bu durum, eski Türk geleneğinden kaynaklanıyordu. Buna göre, ailenin bütün erkek bireyleri, taht üzerinde hak sahibiydi. Onun için padişah ölünce, oğullarından hangisinin tahta geçeceği konusunda, devlet yönetiminde etkili gurupların (ümera, ulema vb.) tercihleri önemli rol oynuyordu. Buna biat denir. Bütün grupların biat etmesiyle padişahlığı tanınan şehzade tahtın sahibi olurdu. Bu da bize her ne kadar mutlak bir otoritesi ve hakimiyeti olsa da padişahın karar verirken yönetimde söz sahibi diğer kişilerin de fikirlerini dikkate aldığını gösterir.

Padişah oğullarına şehzade denirdi. Şehzadeler, geleceğin padişah adayı olmaları nedeniyle küçük yaştan itibaren devlet ve askerlik işlerinde deneyim kazanmaları için Amasya, Manisa, Trabzon gibi sancaklara gönderilirlerdi. Örnek vermek gerekirse, Evliya Çelebi’nin de notlarında belirttiği gibi, II. Murat oğlu Fatih Sultan Mehmet’i yönetimi ondan devralmadan önce şehzade olarak Manisa’ya göndermiştir. Fatih Sultan Mehmet Manisa’yı yönetirken orada ilimle de uğraşmış, tarih öğrenmiştir. Böylelikle bir yandan yönetim tecrübesi kazanmış, bir yandan da ona ileriki yıllarda ülkeyi yönetirken lazım olacak gerekli bilgi ve görgüyü kazanmıştır.

Padişahın emirlerine ferman denirdi. Padişahlar idari yetkilerini sadrazam, dini yetkilerini şeyhülislam aracılığıyla kullanırlardı. Sadrazam padişahın mutlak vekiliydi, onun mührünü taşırdı. Mühür sadrazama vekalet, sadrazamlık alametidir. Padişah mührü kime verirse o sadrazam olurdu. Padişah sadrazamın kim olacağına karar verirken, ulema ve ileri gelenlerin de fikrini alır, en son kararı kendisi verirdi. Her ne kadar sadrazamlık yetkisi verilecek kişinin bu görevi reddetme gibi bir seçeneği olmasa da mühür verme prosedürü gereği padişah “mührümü sana verdim” der, sadrazam da cevap olarak “kabul ettim” diye cevap verir.

Bunun bir örneğine de Seyahatname’de rastlamaktayız. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, Padişah, Melek Ahmed Paşa’yı sadrazam tayin etmişti ama O, her ne kadar bu görevi istemese de padişaha karsı, mührü kabul etmem diyememişti. Padişahın huzurundan çıktıktan sonra bütün vüzera ve vükela ile konuşup istemediğini belirtmiş, bunun üzerine onlar da gidip padişaha yeni bir isim önermişlerdir. Padişah mührü Melek Ahmed Paşa’dan alıp İbşir Mustafa Paşa’ya vermiştir. Bir kişi sadrazam olduğu zaman, devletin bütün ileri gelenleri onu ziyaret edip, huzuruna çıkarlar, ona para ve türlü hediyeler verir, bağlılıklarını bu yolla ispatlarlardı. Bunun dışında, sadrazamlık görevi sadrazam ölene kadar süren bir görev değildir yani gerekli görüldüğü hallerde sadrazamlar görevlerinden azledilebilirler. Hatta imparatorluğun bir döneminde çok kısa süren sadrazamlıklar olmuştur. Bunun en uç örneği dört saat süren bir sadrazamlıktır. Bunun dışında sadrazamlık padişahlıkta olduğu gibi babadan oğula geçmezdi ancak bu uygulama Köprülü Mehmet Paşa’nın ölümünden sonra yerine oğlunun geçmesiyle bozulmuştur. Bu uygulamanın temelinde oğlunun da babası gibi görevini iyi yapabileceğine inanılması yatmaktadır. Köprülü Mehmet Paşa’ya olan güvenden dolayı tecrübesine bakılmaksızın oğlu Fazıl göreve getirilmiştir. Bu döneme kadar sakalı ağarmadan, tam bir tecrübe görmeden sadrazamlığa kimse getirilmezdi.

Şeyhülislam ise devletçe yapılacak işlerin şeriata uygun olup olmadığına karar (fetva) verirdi. Padişahlar halife oldukları halde şeyhülislamdan fetva almadan uygulama yapamazlardı. Halk da padişahlar da şeyhülislamın fetvalarına uygun hareket ederlerdi. Melek Ahmed Paşa ilk sadrazamlığı sırasında halkın tepkisini alacak bir karar verip uygulatmıştır. Bunun sonucunda halk şeyhülislamdan Melek Ahmed Paşa aleyhine fetva alarak O’nun görevden azline sebep olmuştur. Melek Ahmed Paşa’nın ikinci kez sadrazamlık görevini kabul etmek istemeyiş sebebi de daha önceki görevinde başına gelen bu olaydır.

Her ne kadar padişah yasama, yürütme ve yargı güçlerini tek başına elinde bulundursa da bu işlerde en yetkili ikinci organ olarak divan karşımıza çıkmaktadır. Divan için bir anlamda padişahın yürütme gücünün uygulayıcısıdır da diyebiliriz. İlk kez Orhan Bey zamanında oluşturulmuştur ancak, divanda toplanacak yetkililerin kimler ve kaçar tane olması gerektiğinden her bir divan üyesinin ne giymesi gerektiğine kadar birçok ayrıntıyı kanun haline getiren padişah Kanuni Sultan Süleyman’dır. Divan dini ve ırkı ne olursa olsun tüm Osmanlı halkının hakkını arayabileceği bir kurumdur. Bu anlamda divan halkın yönetime duyduğu güvenin ve adalet duygusuna olan inancının kaynağıdır. Bu klasik divanın dışında Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde belirttiği bir diğer divan çeşidi de “kalabalık divan”dır. Bu divan, dışarıdan bir elçi geldiği zaman toplanırdı. Her zaman toplanan divandan farklı olarak kalabalık divanda divan üyeleri altınla süslenir, çok ihtişamlı sofralar kurulur, yerlere altın işlemeli halılar serilirdi. Bundaki amaç da elçiyi etkilemek, devletin gücünü göstermektir.

XVII. YY. LİDERLİK ANLAYIŞI

Osmanlı imparatorluğunda padişahlar sahibi oldukları yönetim gücünü kullanırken bu gücü çeşitli kaynaklardan alırlardı. En çok başvurulan yol da gücün kaynağı olarak korkuyu kullanmaktı. Yöneticilerin verdikleri her görev can pahasına da olsa yerine getirilmeye çalışılırdı, çünkü başarısızlığın cezasının ölüm olduğu bilinmekteydi.

Padişah, kendisini memnum edecek şeyler yapan kimselere ödüller vererek de emirlerinin uygulanmasını sağlardı. Bunun örneğini Evliya Çelebi de bizzat yaşamıştır. Kendisine, bir paşaya iletilmek üzere verilen mektubu gitmesi gereken yere ulaştırması karşılığında büyük miktarda altın verilmiştir. Bu ödüllendirme taktiği sırf padişahların değil, paşaların, sadrazamların da yeri geldiğinde sık sık başvurdukları bir yöntemdir.

Padişah aynı zamanda, imparatorluk düzenindeki konumundan kaynaklanan yasal bir güce de sahipti. Hiyerarşik düzenin en tepesindeki kişi olması dolayısıyla etrafındaki herkese emir verme yetkisine sahipti. Ağzından çıkan her söz emir kabul edilip sorgulanmadan yerine getirilmek zorundaydı.

Padişahlar şehzadelik zamanlarında yönetim tecrübesi kazanmaları için sancaklara gönderilirlerdi. Burada, yönetim ve savaş taktikleri üzerine yoğunlaşır, bilgi tecrübe ve kültürlerini artırır, ülke yönetimine hazır hale gelirlerdi. Bu da emirleri altındaki gerek komutanların, gerekse ülke yönetimindeki görevli kimselerin onların karalarına saygı duymalarına ve deneyimleri sayesinde doğru kararı verebileceklerine inanmalarına neden olurdu.

Padişahlar yeri geldiğinde, tam bir lider özelliği sergileyip, yönettiklere insanlara öncü olmuş, onların motivasyonlarını artırıcı davranışlarda da bulunmuşlardır. Bu sayede görevi yerine getirecek olan insanların, yapmaları geren işe ve başarılı olabileceklerine olan inançları artmıştır. Bunun bir örneğini Fatih Sultan Mehmet’te görüyoruz. Fatih İstanbul’un fethi sırasında bizzat savaş alanına gidip cephedeki askerlerle konuşmuş ve onları cesaretlendirmiştir. Hatta onlara çeşitli vaatlerde bulunmuştur.

Osmanlı devletinde yönetim anlayışı daha bir çok olayda kendini göstermektedir. Aşağıda bununla ilgili Seyahatname’de karşımıza çıkan diğer bazı örnekler de sıralanmıştır:

Yöneticiler kendilerine ya da düzene karşı tehlike unsuru oluşturabileceğini düşündükleri kişiler hakkındaki yargılarını onlara fark ettirmez, sinsi onlar hakkında yaptıkları planları uygular ve bu insanları hiç beklemedikleri bir anda, kimseye hissettirmeden öldürürlerdi. Kendisine ayaklanacak gözüyle bakılan, şüpheli görülen paşalar, başka bir vilayete tayin edilir, gittiği yerde ise idam fermanı ve cellatla karşılanırdı. Hatta bu o kadar alışılageldik bir uygulamaydı ki tayin edilen paşalar öldürüleceklerini bile bile oraya giderlerdi. Belli durumlarda da bunun tam tersi uygulamalarla karşılaşmaktayız. İsyanları önlenemeyen eşkıyalara devlet kademesinde önemli görevler verilerek, devlete bağlılıkları sağlanırdı.

Devlet adamlarının mevki ve iktidar hırsı çok fazlaydı. Sadrazamlar kendileri için tehlike arz ettiğini düşündükleri rakiplerinin uzağa tayinlerini yaparlar, böylece saraydan ve yönetimden uzaklaştırırlardı. Bu şekilde de tehlike unsurunu ortadan kaldıramadıklarına inanırlarsa, bu insanlar hakkında kulis oluşturup, gizli planlar yapıp, onları hile ile öldürürlerdi. Bunda çok da zorlanmazlardı çünkü zaten bütün devlet adamları birbirlerinin ayağını kaydırarak kendilerini önemli mevkilere getirme hırsı içindeydiler.

Osmanlı imparatorluğunda sadece devlet adamları değil, özellikle Fatih Sultan Mehmet’in kardeş katlini yasallaştırmasından sonra padişahlar da ölüm korkusunu bizzat yaşarlardı. Bu yüzden kendilerini hiçbir zaman tam olarak güvende hissetmezlerdi. Bunun en güzel örneği içecekleri suyun bile su nazırı gözetiminde doldurulup mühürlenmesidir.

Osmanlı devletinde şer-i hukuk etkin olmasına rağmen padişahın her sözü kanun niteliğindeydi ve hemen yerine getirilirdi. İnsana verilen değer çok azdı. Cezaların belirlenmesinde de bunu görebiliyoruz. Suç ufak olsa da ceza büyük ve genelde idamdı. Ama idam cezası başkalarının araya girmesiyle affedilebiliyordu. Zaten çok fazla düşünülüp taşınılarak verilmiş bir karar olmazdı. Kızan devlet adamı şunun başını vurun derdi ve suçlu idama mahkum edilirdi. Kararlardan çabuk vazgeçilebilmesi büyük ihtimalle bunların acele ve düşünülmeden verilmesinden kaynaklanmaktadır.

Padişah halk tarafından erişilmesi güç ve ulu bir kişi olarak algılanırdı. Hatta halkın büyük bir çoğunluğu hayatları boyunca padişahı bir kez bile görmemiştir. Çünkü padişahın karşısına çıkmak kolay bir şey değildi. Bunun için ya çok önemli bir şey yapmış olup, padişah tarafından çağırılmak ya da önce sadrazamın onayını almak gerekirdi. Padişahın huzuruna çıkıldığı vakit ise onun haşmetini ve azametini vurgulamak için destbus etmek yani yeri öpmek gerekirdi.

Padişahlar fethettikleri yerlerin kalkınmasına ve özellikle orada Osmanlı kültürünün yerleşmesine büyük önem verirlerdi. Bu uygulama Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yıllarına dayanmaktadır. O zamanlarda bile fethedilen yere ilk olarak cami yaptırılırdı. İstanbul fethedildiği ilk zamanlarda da şehre zamanın en usta mimarları getirilerek birçok yeni eser inşa ettirilmiştir.

Alimlerin ve din bilginlerinin düşüncelerine çok önem verilir, her fırsatta onlara akıl danışılıp, tecrübelerinden feyz alınırdı. Örmeğin Süleyman Han İpsala kalesini fethetmeye gitmeden 70 ulu evliyanın ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin iznini almış, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethi güçleşince bütün şeyhleri toplatıp onlara akıl danışmıştır. Sultan Murat ise her Cuma gecesi bilginleri, şeyhleri, hafızları toplayarak onları ilmi konular üzerinde konuşturur, salı geceleri gün görmüş ihtiyarlarla konuşarak sözlerinden hisse kapar, Perşembe geceleri ise dervişlerle, dünya görmüş bilgili kimselerle sohbet ederdi.

Osmanlı yöneticileri barış ortamının devamının ve halkın devlete bağlılığının sağlanmasının, ülkede dirlik ve refahın oluşturulmasından geçtiğini düşünürlerdi. Bu amaçla, örneğin Fatih Sultan Mehmet yoksulların, güçsüzlerin yemek yemesi için imarethaneler yaptırmıştır. Yine onun zamanında hastanelerde hastalar çok iyi bakılır, güzel yemekler verilir, usta cerrahlar çalışırdı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://rocklife.forum.st
 
Müslüman seyyahlar
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Endonezya Nasıl Müslüman Oldu??
» Endonezya nasıl Müslüman oldu?
» Müslüman Sürekli Olarak Kalbinde Allah'la Beraberdir

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
RockLife Rock Metal Forum :: Off Topic :: Eğitim-Öğretim :: Liseliler-
Buraya geçin: